Pazar, Kasım 29, 2020

Delirmedim Sadece Yaşıyorum :)

Sonbaharı dağ tepe gezerek ve her fırsatta yüzerek uğurluyorum. Önceki gün eski Kemalpaşa yolunda 10km yürüdüm, Efkar Tepesi'ne çıkıp döndüm, bugün (saat itibariyle dünde kalmış) yüzdüm. 








İçimden geçeni o an yapamıyorsam yaşamıyormuşum hissi kaplıyor benliğimi. Hissettiğim mutsuzluğu kelimelerle anlatmak zor. Hani bazen göğsümüzde feci bir ağırlıkla uyanırız, üstümüze karabasan çullanmış da gece tek bir nefes alamamışız gibi. Uyanırız ama içimizi kaplayan o sıkıntıdan kurtulamayız. Göğsümüz sıkışır, içimiz sıkılır, sanki kötü bir şey olacakmış gibi hissederiz. İşte zaman zaman o his sarıyor ruhumu, zihnimi, tüm varlığımı...

Annemi kaybedince ölümün zamansızlığı bir anda tokat gibi çarpmıştı yüzüme. Sonra kanser çaldı birden kapıyı. İlk anda fark etmedim ama kanser gidince anladım ki yalnız gelmemiş, giderken de ardında bir garip hastalık bırakmış bana: "Yaşama açlığı". Ne yapsam yetmiyor, 1 dakikam boş geçse içimi bir sıkıntı kaplıyor. Doymuyorum yaşamaya, kendimi ordan oraya atmaya. Sürekli bir açlık hissi var içimde, "Şimdi ne yesem?" değil de "Şimdi ne yapsam?" diyor sürekli içimde bir ses. Durmak iyi gelmiyor, hareket ettikçe, yoruldukça "Oh yaşıyorum!" diyorum kendi kendime. Delirdim sanmayın, sadece "Yaşıyorum!" 🙂 Tabi anneannemin ve Evrim'in deyişiyle ben hep biraz deliymişim zaten 🙃





Perşembe, Kasım 26, 2020

Şiddete HAYIR!

Her birimiz en az bir kez bizzat karşılaşmışızdır kadına yönelik duygusal ya da fiziksel şiddetle. Hiç olmadı desek yolda yanımızdan geçenlerin yargılayıcı bakışlarıyla karşı karşıya kalmışızdır defalarca.

Aile olmasa konu-komşu terörü vardır bizim ülkede. Çıkar "Sizin kızı bir oğlanlara görmüşler" der biri; neymiş, ne olmuş demeye kalmaz, her dışarı çıkışınız göze batar, "Aman kızım dikkat et, bizim sana güvenimiz tam ama işte şerefimize(?!) laf söz getirme." tembihleri başlar evde. Aynısı erkek için olsa kimse demez "Aman oğlum, kızlarla görünme, bizi konu-komşunun diline düşürme."

Aile evinden çıksak mahalle dilinden çıkamayız. Bekar kadınsın yanlış anlaşılır, evliysen daha da yanlış anlaşılır. Tüm ömrümüz yanlış anlaşılmamaya çalışarak geçer. Etek giysek, elbise giysek zaten amacımız" dikkat çekmek"miş sayılır. Son yıllarda "Tayt giymişti, sinirlendim, bıçakladım." diyenlere neredeyse "Adam haklı, kadın tayt gitmiş baksana" diyor mahkemeler, hakimler.

Düşününce bana en çok dokunan erkekler yetmezmiş gibi kadınların bir de kendi hemcinsleri tarafından yargılanması, duygusal şiddete maruz kalması sanırım. "Eee o da hak etmiş canım, adamı çıldırtmış.", "Sen de kır dizini evinde otur.", "Ayşe'yi Ali'yle görmüşler, Veli'yle görmüşler", "Bu saatte ne işin var dışarda?", "Aaa ben kocamın sözünden dışarı çıkmam". ve daha bir sürü erkek egemen toplum yanılsaması... Birbirimizi koruyup kollamamız, anlayıp anlatmamız gerekirken birbirimizi baltalamaya çalışıyoruz. Ne kadar acı! 

Çocuk, genç kız, bekar ya da evli kadın... Hiç fark etmez! Giysilerimiz, kahkahalarımız, sokağa çıktığımız saat, konuştuğumuz kişiler... Hiçbiri erkekler için değil, hepsi kendimiz için! Hiçbiri başkasının dikkatini çekmek için değil, hepsi kendimizi iyi hissetmek için! Hiçbiri için açıklama yapmak zorunda değiliz. Sorun bizde değil gülüşümüzü, bakışımızı, giysimizi, iyiliğimizi yanlış anlayanlarda!

Kadına şiddete HAYIR!



*Bu yazıyı dün, 25 Kasım Kadına Şiddetle Mücadele Günü'nde yazacaktım ama çok yoğun bir gündü, bugüne kaldı. 

Salı, Kasım 24, 2020

Ağaç Ev Sohbetleri #65 ve #66

Geçen haftaya yetişemedim. Bazen hayat yetmiyor bana, bazen ben yetişemiyorum hayata! Mr. Kaplan'a yazacağım bu hafta demiştim, geç de olsa sözümde durmak istiyorum. Bu haftanın konusu da ilginç, onu da yazmak istiyorum. Bakalım nasıl gidecek bu yazı...

65. haftanın konusunu Kırmızı Ruh önermiş. Konu internet arkadaşlıkları/dostlukları.

Mr. Kaplan'ın bloguna yorum yaparken düşüncelerimi yazmıştım ama bir de burada anlatayım.  Benim ara ara uğrayıp okumayı çok sevdiğim bloglar var; bir de çok sevdiğim, bir şeyler yazsa da okusam diye dört gözle beklediğim blogger arkadaşlarım var. Bir de candan ötem Sadece C. var ki, o yazmasa da olur yeter ki iyi olsun! (Yazar burda içten içe hem iyi olsa hem de yazsa ne güzel olur diyor ama işte hayat!)

Çok severek okuduğum blogların başında Sadece C, Mr. Kaplan, Handan abla ve Momentos var. Hepsinin tarzı başka. Candan ötemin yazıp yazıp sildiği hikayeleri, inanılmaz komik şekilde anlatmayı başardığı günlük maceraları, duygu/durum analizleri, önerileri;  Mr. Kaplan'ın kitap çevirileri, yazmak için seçtiği konular, verdiği son derece ilginç bilgiler; Handan ablanın fotoğrafları ve şarkı falları; Momentos'un birlikte olmak için yazılmış sözlerle müzikleri buluşturma yeteneği... Severek takip ettiğim tüm blogları buraya sığdıramayabilirim ama mutlaka yazılarını okuyup yorum bırakıyorum. Bir süre yazmasalar merak ediyorum. Kısacası blog arkadaşlarım benim için önemli.

Blogger dışında günlük hayatta tanımadığım kişilerle internet üzerinden arkadaş olmuyorum çünkü işin rengi çok çabuk değişebiliyor. Bu yüzden Instagram ve Facebook hesaplarım gizli hesap yani profilimi ve bilgilerimi sadece listemde ekli olan kişiler görebiliyor ve tanımadığım kişilerden gelen arkadaşlık isteklerini hiç kabul etmiyorum. Bu yüzden internet arkadaşlığı denilince aklıma tek gelen şey bloglar ve bloggerlar :)

...

Gelelim 66. haftanın konusuna:  "Ev, arsa, koltuk, dolap vs. malın-mülkün sahibi miyiz yoksa kölesi mi?" Konuyu Adadeniz önermiş ve çok da güzel anlatmış mevzuyu.

Bence kesinlikle kölesi oluyoruz malın, mülkün, evin, arabanın, paranın... Yaşamak, hayatını idame ettirmek için çalışıyor güya ama iş öyle bir hale geliyor ki çalışmaktan, biriktirmekten, ev-araba almaya çalışırken kredi ödemekten yaşayamaz hale geliyor insan. 

Bizim şu anda bir evimiz ve arabamız var. Biraz da birikmişimiz var yani tuzu kuru sayılabiliriz birçok kişiye göre. Ama yine de oturunca "Ev alın, iş kurun, yatırım yapın, paranızı harcamayın, kenara koyun, kenardakini arttırın" minvalinde sözler dönüyor ortamda. Neden? Niye? Ne için? Neyin garantisi var ki şu hayatta? İsteklerimizi yapmak yerine para biriktirerek ya da ikinci bir ev vesaire alarak ne kazanacağız? Evin duvarları ile ya da bankada yatan paranın sıfırları ile mi mutlu olacağız? Hayır. Ben olmuyorum öyle mutlu. Ben istediğimi istediğim anda yapınca mutlu oluyorum. Canımın çektiğini o anda yiyince, istediğim bir yere o anda gidince... Dağ tepe tırmanıp doğaya karışınca, koşunda, yüzünce, sahilde kamp sandalyelerimizi açıp kahvemizi içip müzik dinleyince... Her gün bıkmadan usanmadan gün batımlarını izleyince... Bunlarla mutlu olmak çok daha kolay!

Ev alıp gençlik yıllarını kredi ödemekle geçiren yaşlanınca da aldığı evden bir adım öteye gidemeyen insanlara dönüşmek istemiyorum. Zaten evimiz olduğu için böyle düşündüğüm söylenebilir. Evimiz olmasaydı da 1000 TL kira ödemek yerine (evet kiramız çok değil:) her ay 3000-5000 TL kredi ödemeyi göze alamazdım sanırım çünkü onu öderken nefes bile alamazsın. Ben nefes almak istiyorum!

Evle arabayla da bitmiyor. Ev alınca içinin eşyası var bir de! Bir yatak, bir koltukla bitmiyor. Salon takımı, yemek masası, konsol, tv ünitesi... Dolaplar, süsler, halılar... Yok hiçbiri mutlu etmiyor insanı. Kabul, ilk alındıklarında bir heyecan, bir heves ama sonra sıradan günlük hayatın içinde üzerinde pek de düşünülmeyen parçalar haline geliyor her şey eninde sonunda. Gün sonunda bizi mutlu eden şeylerse deneyimlerimiz, hislerimiz, paylaştıklarımız. İşte bu yüzden mal-mülk, eşya sahibi olalım derken tüm bunların kölesi olmayalım. Yaşamın ne demek olduğunu ve bizi alında nelerin mutlu ettiğini bulalım ve enerjimizi onlara ulaşmak için harcayalım.

Minimalist yaşama geçmek isteyip nereden başlayacağını bilmeyenler için bir Instagram sayfası bırakayım şuracığa: Turkishminimalizm


*You're a nobody till somebody loves you
You're nobody till somebody cares
You may be king, you may possess the world and its gold
But gold won't bring you happiness when you're growin' old

Biri seni sevene dek hiç kimsesin
Biri seni umursayana dek hiç kimse
Kral olabilirsin, dünyaya ve tüm altınına sahip olabilirsin
Ama altın yaşlandığında sana mutluluk getirmeyecek


*Şarkıya ufak bir dipnot düşmek istiyorum. "İllaki biri seni sevsin, sevmezse hiç kimsesin" fikrine katılmıyorum tabi ki ama mutluluğun parayla pulla, malla mülkle olmadığı da aşikar. Yani biri seni sevsin değil de sen birini, bir şeyleri sev ve ömrünü sevdiğin şeylerle, sevdiğin kişiyle geçir; paranın kölesi değil, mutluluğun avcısı ol :)




Çarşamba, Kasım 18, 2020

Pizzadan Hayat

Defne pizza hamurunu hazırlarken Mert de boş durmamış önceden kendi eliyle hazırladığı sucukları dilimlemeye başlamıştı. Defne pizzasına bol mısır koymayı, Mert ise mısırsız pizzayı seviyordu ama neyse ki geri kalan her şeyin aksine bu durum birlikte pizza yapıp yemelerine engel değildi. Fırın ısınırken Defne'nin açtığı pizza hamurlarına Mert sos sürüp sucukları dizdi, Defne kendi pizzasına bol bol mısır koydu. En üste rendelenmiş kaşarı da serpip pizzaları fırına yollayınca hızlıca masayı hazırladılar. Biri beyaz diğeri kırmız şarap seviyordu ama bugün ortada buluşmuş, 2 şişe rose şarap almışlardı. 

O kadar farklılardı ki birbirlerinden... Nasıl olmuştu da arkadaş olmuşlardı, ne zaman, nasıl başlamıştı, ilk adımı kim atmıştı? Hatırlamıyorlardı. 1 yılı geçmişti arkadaşlıkları. Defne, her an Mert'in ona gıcık olacağını ve arkadaşlıklarının biteceğini düşünüyordu. Hatta birkaç kez gıcık da olmuştu gerçekten Mert Defne'ye. Ama diğer insanlara karşı olan "Bir kez gıcık oldum mu bitiyor her şey. Ne yapsa nafile..." tavrı Defne'ye gelince işlemiyordu. Mert 1-2 günlük sessizlikten sonra Defne'nin soru soran bakışlarına yakalanıyor; niye gıcık olduğunu anlatıp rahatlayınca da Defne'ye gıcık olmaya devam etmiyordu nedense. Defne, Mert'e şaşırdığı kadar kendine de şaşırıyordu. Durup düşününce Mert'le arkadaş olmalarının hiçbir mantıklı yanı yoktu ama arkadaştılar işte. 

Pizzalar fırında pişerken Mert'in telefonu çaldı. Gitmesi gerekiyordu. İşte buna ikisi de hiç şaşırmamıştı. Hayat böyleydi, ağız tadıyla bir pizza bile yedirtmiyordu bazen. Defne bir an düşündü, belki de sırf bu yüzden arkadaş olmuşlardı. Hayata meydan okumak için! Hayat izin vermese de onlar her defasında denemeye devam ediyor, pizzayı yiyemeyecekleri ihtimalinin yüksekliğine inat ya yiyebilirsek diye elleriyle sucuk hazırlıyor, hamur mayalayıp bir mısırlı, bir mısırsız pizza yapıyorlardı. Bazen biri sevmese de diğeriyle çay içiyor, bazen de iki arada bir derede orta şekerli bir Türk kahvesi sayesinde kesişiyordu yolları.

Mert hemen gitmesi gerektiğini bildiği halde mutfaktan çıkmak, fırından uzaklaşmak, günlerdir hayaliyle yaşadıkları pizzaları öylece bırakıp gitmek istemiyordu. Defne Mert'i gıcık etme fırsatını hiç kaçırmazdı:

"Korkma boşa gitmez, üstüne mısır ekleyip senin pizzanı da yerim ben." dedi tüm muzipliği ile.

"Asıl ondan korkuyorum ya! Canım sucukları mısırla boğdun, yarısını ziyan ettin. Bari diğer yarısı ziyan olmasaydı sucukların."

"Hadi be ordan! Mısırsız pizza mı olur hiç!"

"Of keşke sana uyup pizza yapmak yerine sucuklu yumurta yapıp yeseydik şu sucukları. Şimdiye çoktan indirmiştik mideye."

"Ya değil mi? Hep iki arada bir derede, hep ayak üstü!

"Hala pizzadan mı bahsediyoruz?"

"Hayır! Artık hayattan bahsediyoruz!"

"Ne yapabilirim? Hayat işte!"

"Gitmeyebilirsin."

"Gitmesem sen kalabilir misin? Yoksa az sonra da senin telefonun mu çalar?

Defne cevap vermeye fırsat bulamadan fırının alarmı çalmaya başladı. Defne konuşmaktan vazgeçip fırına yöneldi. Pizzaları fırından çıkarıp tezgahtaki tahtaların üzerine koydu. Hiç acele etmeden dilimleyip tabağına aldı. Sonra şarabı açıp kadehini doldurdu. Tüm bunları yaparken kırmızı kazağının yakası kaydı ve pürüzsüz, yazdan kalma bronz tenini açıkta bırakarak sol omzundan aşağı düştü. Mert'in telefonu bir kez daha çaldı.


*Hikayem için istediğim görseli nette bulamayınca Evrim'den çizmesini istedim. 
Öykü bitmeden resim bitti. 


...

Bu noktadan sonra 2 farklı son yazdım. Siz istediğiniz sonu seçebilirsiniz :)

...

Alternatif 1:

Mert derin bir nefes alıp telefonunu açtı: "Çok trafik var, gelemiyorum. Beni beklemeyin." dedi ve sonra da telefonunu sessize alıp masaya bıraktı. Defne olduğu yerden milim kıpırdamadan dolaptan bir tabak daha çıkardı; mısırsız pizzadan bir dilim kesti; bir kadeh şarap daha doldurdu. Mert, Defne'ye usulca yaklaşıp beline sarıldı ve az önce açılan pürüzsüz omzuna bir öpücük kondurdu. İkisi de hayatın bu meydan okumaya nasıl bir karşılık vereceğini merak ediyordu ama şimdi pizza zamanıydı.

.... 

Alternatif 2:

Mert küfrederek telefonunu açtı ve "Geliyorum, trafiğe takıldım. Biraz daha bekleyin." diyerek hızlıca evden çıkıp gitti. Mert'in gitmesinden 25 dakika sonra Defne'nin telefonu çaldı. Mert'le birlikte çalıştıkları hastaneden arıyorlardı. Mert'in kaza geçirdiğini, acilen ameliyata alındığını ve ameliyathanede Defne'ye ihtiyaç olduğunu söylüyordu telefondaki ses. Defne oturduğu yerden kalkarken önünde duran boş şarap şişelerine takılıp yere düştü. Gözleri kapanırken hissettiği son şey başından akan sıcaklık oldu.

- SON -




Cumartesi, Kasım 14, 2020

Birdenbire

Her şey birdenbire oldu.

Birdenbire vurdu gün ışığı yere;

Gökyüzü birdenbire oldu;

Mavi birdenbire.

Her şey birdenbire oldu;

Birdenbire tütmeye başladı duman topraktan;

Filiz birdenbire oldu, tomurcuk birdenbire.

Yemiş birdenbire oldu.


Birdenbire,

Birdenbire;

Her şey birdenbire oldu.

Kız birdenbire, oğlan birdenbire;

Yollar, kırlar, kediler, insanlar...

Aşk birdenbire oldu,

Sevinç birdenbire.

Orhan Veli Kanık             


Bugün Orhan Veli'nin ölümünün 70. yıldönümü. Lisede edebiyat öğretmenimiz sayesinde Orhan Veli ile tanışmış, çok sevmiş hatta onun adına bir şiir gecesi düzenlemiştik sınıfça. Nasıl heyecanlıydık hepimiz! Hepimiz tüm şiirlerini ezberlemiştik neredeyse. Arkadaşlarımın okuyacağı şiirleri de kendi şiirim kadar iyi biliyordum son provamızı yaparken. O kadar çok sevdiğim şiiri var ki Orhan Veli'nin...




Kuyruklu Şiir

Uyuşamayız, yollarımız ayrı;

Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;

Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;

Benimki aslan ağzında;

Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.

Ama seninki de kolay değil, kardeşim;

Kolay değil hani,

Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.

...



...



Güzel Havalar

Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.

...


Bugün şarkıların sözleri de Orhan Veli Kanık'tan...





HÜRRİYETE DOĞRU 

Gün doğmadan, 
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola. 
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında, 
İçinde bir iş görmenin saadeti, 
Gideceksin 
Gideceksin ırıpların çalkantısında. 
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı; 
Sevineceksin. 
Ağları silkeledikce 
Deniz gelecek eline pul pul; 
Ruhları sustuğu vakit martıların, 
Kayalıklardaki mezarlarında, 
Birden 
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda. 
Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin; 
Bayramlar seyranlar mı dersin, 
Şenlikler cümbüşler mi? 
Gelin alayları, teller, duvaklar,  
Donanmalar mı? 
Heeey 
Ne duruyorsun be, at kendini denize: 
Geride bekleyenin varmış, aldırma; 
Görmüyor musun, Her yanda hürriyet; 
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; 
Git gidebildiğin yere...  

...


En sevilen Orhan Veli şiirleri için şuraya göz atabilirsiniz :) Yukarıdaki şiirli görsel de aynı siteden alınmıştır.




Salı, Kasım 10, 2020

Hayat ve Hayati Kaptan - 12. Bölüm

Hayat ve Rıfat vapur seferi boyunca geçmişten, okul yıllarından, acı tatlı anılarından bahsettiler. Zaman nasıl geçti ikisi de anlamadı. Hayat'ın gülen gözleri Rıfat'ın içini ısıtmış, Rıfat'ın koşulsuz sevgisi ve arkadaşlığı Hayat'a çok iyi gelmişti. Vapurdan indiklerinde Rıfat, Hayat'a iş yerine kadar eşlik etti ve ayrılmadan önce öğle yemeği için söz almayı da ihmal etmedi. Hayat iş yerine girer girmez her şeyi dışarıda bırakıp işlerine odaklandı. Uzun zamandır bitiremediği işlerini toparladı, ajandasını kontrol edip her şeyi yeniden planladı. Kafasını kaldırıp sessizce onu izleyen Rıfat'la göz göze gelmeseydi öğle olduğunu asla fark edemezdi. Rıfat'ın gelişine rağmen öğle olduğuna inanamayan zihnine yenik düşüp bir kolundaki, bir duvardaki saate bakıp durdu. Rıfat, Hayat'ın bu haline tüm içtenliğiyle güldü.

Hayat'ın iş yerine çok uzak olmayan bir restorana gittiler. Siparişlerinin gelmesini beklerken Rıfat, Hayat'ın işiyle ilgili sorular sormaya başlamış, cevapları kafasında bir yere not ediyormuşçasına dikkatle dinliyordu. Sonunda:

- Hayat, hiç yurt dışında çalışmayı düşündün mü? Benim çok yakın arkadaşlarım 5 yıl önce bir yayınevi açtılar ve senin gibi tecrübeli bir redaktöre çok ihtiyaçları var. Hatta şu anda baş editörlerinden biri emekli olmak istediği için yeni bir editör arayışındalar.

Hayat, ne diyeceğini bilemiyordu. O ana dek yurt dışında çalışmayı hiç düşünmemişti. Rıfat, Hayat'ın kararsızlığını yanlış anlayarak,

-Yanlış anlama lütfen' Durumun sana karşı olan hislerimle bir alakası yok. Yani seni benimle gelmen için ikna etmeye çalışmak için söylemiyorum tüm bunları. Senin işine ne kadar tutkuyla bağlı olduğunu bildiğim için söylüyorum. Ben arkadaşlarıma senden bahsetmiştim. Eğer düşünürsen en kısa sürede görüşmenizi sağlayabilirim. 

- Daha önce yurt dışında çalışmayı hiç düşünmedim Rıfat. Bu benim için yeni bir fikir. 

- Aslında ilk aşamada uzaktan da çalışabilirsin. Hemen bir karar vermen için seni zorlamak istemem ama en azından arkadaşlarımla görüşmen konusunda ısrarcı olabilirim sanırım.

- Tamam ama lütfen bu konu şimdilik aramızda kalsın, ortada henüz hiçbir şey yokken annemlerin haberinin olmasını istemiyorum Rıfat. Bu konuda anlaştığımızı varsayabilirim değil mi? Onları kandırıp beni ikna etmek için ittifak kurma planları yapmış olduğunu tahmin edebiliyorum.

- Keşke beni bu kadar iyi tanımasaydın, Hayat!

Rıfat ve Hayat'ın neşeli sohbetleri yemek boyunca sürdü. Hayat uzun zamandır kendini hiç bu kadar iyi hissetmemişti. Rıfat, bu kez Hayat'la bir şansı olabileceğine giderek daha çok inanıyordu. İş çıkışı yine buluşup birlikte bindiler vapura. İskeleye yaklaştıkça göğsünde bir ağırlık hissetmeye başlamıştı Hayat. Rıfat ondaki bu değişimi fark etmiş ama ne olduğunu anlayamamıştı. Hayat'ın gözleri istemsizce Kaptan Köşkü'ne doğru kaydı. İçeriyi göremese de Hayati Kaptan'ın orda olduğunu biliyordu. 

Hayati Kaptan için gün geçmek bilmemişti. Rıfat ve Hayat'ın vapurdan inip beraber uzaklaşmalarını izlemiş, o andan sonraki her saniyeyi saymış; yıllar gibi uzun gelen saatlerin geçip gitmesini ve bir an önce akşam olmasını beklemişti. Hayat'ı tekrar görünce azalacağını düşündüğü kalp ağrısı, Rıfat'ı yine Hayat'ın yanında görünce ikiye, üçe, yüze, bine... katlandı.



*Şarkı: Ben Sana Vurgunum - Nükhet Duru

 

İkigai

İkigai, şu anda okuduğum kitabın adı. Kitabın alt başlığı "her güne mana ve neşe katmak".  Kısaca açıklamak için  Wikipedia 'y...