Sonbaharı dağ tepe gezerek ve her fırsatta yüzerek uğurluyorum. Önceki gün eski Kemalpaşa yolunda 10km yürüdüm, Efkar Tepesi'ne çıkıp döndüm, bugün (saat itibariyle dünde kalmış) yüzdüm.
İçimden geçeni o an yapamıyorsam yaşamıyormuşum hissi kaplıyor benliğimi. Hissettiğim mutsuzluğu kelimelerle anlatmak zor. Hani bazen göğsümüzde feci bir ağırlıkla uyanırız, üstümüze karabasan çullanmış da gece tek bir nefes alamamışız gibi. Uyanırız ama içimizi kaplayan o sıkıntıdan kurtulamayız. Göğsümüz sıkışır, içimiz sıkılır, sanki kötü bir şey olacakmış gibi hissederiz. İşte zaman zaman o his sarıyor ruhumu, zihnimi, tüm varlığımı...
Annemi kaybedince ölümün zamansızlığı bir anda tokat gibi çarpmıştı yüzüme. Sonra kanser çaldı birden kapıyı. İlk anda fark etmedim ama kanser gidince anladım ki yalnız gelmemiş, giderken de ardında bir garip hastalık bırakmış bana: "Yaşama açlığı". Ne yapsam yetmiyor, 1 dakikam boş geçse içimi bir sıkıntı kaplıyor. Doymuyorum yaşamaya, kendimi ordan oraya atmaya. Sürekli bir açlık hissi var içimde, "Şimdi ne yesem?" değil de "Şimdi ne yapsam?" diyor sürekli içimde bir ses. Durmak iyi gelmiyor, hareket ettikçe, yoruldukça "Oh yaşıyorum!" diyorum kendi kendime. Delirdim sanmayın, sadece "Yaşıyorum!" 🙂 Tabi anneannemin ve Evrim'in deyişiyle ben hep biraz deliymişim zaten 🙃