Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Cuma, Mart 08, 2024

Haftalık ve 8 Mart

Yine bir okul haftasını devirdik. Bu aralar her gün bir şey var ve her anım dolu. 

Geçtiğimiz hafta Perşembe, Kütüphaneler haftası skeci için oyuncu seçmeleri ve okuma provalarına başladık. Cuma günü Arya'nın veli toplantısı vardı. Pazartesi ve bugün öğrencilerle yine skeç çalıştık. Salı günü fizik tedavim başladı. Bu hafta her öğlen okuldan çıkıp fizik tedaviye gittim ve sonra tekrar okula döndüm. 

Çarşamba - Perşembe okul çıkışı İnternet Bağımlılığı ve Çözüm Yolları semineri vardı ve gerçekten çok güzel bir seminerdi. Farkındalık geliştirip sorunun kökenlerini anladık. Çözümler ürettik. Öğrencilerin bağımlılıklarından bahsederken aslında kendi bağımlılıklarımızı da sorguladık. Bağımlılığın altında yatan asıl sebepleri, ihtiyaçları - Sevgi, Özgürlük, Başarı, Merak, Bilgi, Güç, Eğlenme, Onaylanma - irdeledik. Sonra internet ve teknoloji kullanımını azaltacak önlemler üzerinde çalıştık. Yapılabilinecek şeylerden bazıları şöyle:




Eğitim, hem öğrencileri anlayıp destek olmak adına hem de kendimi ve Arya'yı daha iyi anlayıp bağımlı değil, bilinçli bir internet kullanıcısı olmaya çalışmak adına çok faydalıydı benim için. Eğitim bitiminde müsait olan öğretmenlerle birlikte yemeğe gidip lezzetli bir kapanış yaptık :) Kısacası yoğun ama güzel bir hafta oldu.


Eğitimin başında canım zümrem Eda, bizlere çok tatlı bir sürpriz yaptı. 8 Mart Dünya Kadınlar Günümüzü kutlamak için hepimize küçük sürprizlerle dolu minik keseler hazırlamış. Keselerin içinde öğrencilerin bizler için yazdığı notlar da vardı ve okumak o kadar keyifliydi ki :)


Küçük sürprizler, Büyük mutluluklar :) 


Bugünün güzelliği de Senede Bir Gün Kadın Dergisi'nde yayınlanan yazımdı.





Yazımı son keşfim olan bir Mabel Matiz şarkısı ile bitireyim:


Mabel Matiz - Bir Serçe Üzülür

Herkese güzel bir hafta sonu diliyorum :)

Pazartesi, Şubat 05, 2024

Ölümün Sonu

Ölümün Sonu, daha önce bahsettiğim Dünyanın Geçmişi üçlemesinin son kitabı. Bu kitapta olay örgüsü oldukça sade, âdeta bir tarih kitabı gibi yaşananlar anlatılıyor. Okuyucu çoğunlukla bir kurgu değil de henüz gerçekleşmemiş bir geleceğin tarihi akışını okuyor hissine kapılıyor. İnsan toplumunun çaresizlik hissiyle nasıl başa çıktığını okurken gerçekliğinden hiç şüphe etmedim okuduklarımın. Tam da insanların yaptığı gibi "Bir şey olmaz", "Daha çooook zaman var", "Biz daha zekiyiz", "Bir şey olsa bile kesin biz kazanırız" gibi son derece desteksiz ama bir o kadar gamsız yaklaşımlar ile gelmekte olan felaketi inkar edilmesi hiç şaşırtıcı gelmedi bana ama okurken insanlığın bu kadar salak olmasına gıcık olmadan duramadım. 

Kimsenin taşın altına elini koymak istemediği ama birilerini hiç çekinmeden zorla öne sürdüğü birçok olay var kitapta. Sorumluluğu sözüm ona seçilmiş kişiye / kişilere yükleyip işe yaradığında "kahraman" yaramadığında ise "tu kaka" dediği anlarda hah işte tam da böyle hayat dedim. Rızası sorulmadan mecbur bırakıldığı hâlde, yıllarca kendi hayatını feda edip Dünya'yı kurtaran adamı bile görevi biter bitmez tutuklayıp yargılamak için kapıda bekleyenlere şaşırmadım. Verilmesi gereken zor kararları vermesini isterken her şey normal, o kararlar işe yaradığı sürece her şey ok ama işlevini yitirdiği an her şey değişiyor. Nasıl bir nankörlük, nasıl bir iki yüzlülük anlatamam. Ama çok gerçek. Kitapta yapılan analizler, anlatılanlar, çizilen resim o kadar gerçek ki! Bilim kurgudan çıkıp toplum ve insan eleştirisine dönüşüyor kitap âdeta. Zaten insanı düşünmeye iten bu eleştirel yaklaşım, aynı Cesur Yeni Dünya'da da olduğu gibi, iyi bilim kurguların temel özelliklerinden birisi.

Kitabı okurken bir an çok şaşırdım; kitapta karşıma tanıdık bir mevzu çıktı. Ağaç Ev Sohbetinde sorduğum soru bu kitapta da mevzubahis edilmiş. Uzayda sınırlı yakıt ve yiyecek ile sonu belirsiz bir yolculuğa mecbur kalan uzay filosu çaresizlikten birbirlerine ateş açıyor ve sağ kalanlar ölenleri "yiyecek" olarak yanlarına alıp hayatta kalmaya çalışıyor. Bu uzay gemilerinden biri Dünya'ya döndüklerinde mürettebatın hepsi yargılanıyor ve suçlu bulunuyor. Daha sonra yaşanan bir dizi olay sonrasında aynı şeyleri yapmış olan 2. uzay gemisinin mürettebatı ise kahraman ilan ediliyor. Kitap her fırsatta, her sayfada, her satırda insanoğlunun ne kadar da pragmatik ve iki yüzlü olduğunu gösteriyor. İşler kendi lehine olduğunca her şey mübah, rüzgar tersten esince her şey günah! 

Yazar hakkındaki fikrime gelecek olursak; yazar fazlasıyla gerçekçi bence. Günümüzde mevcut durumdan yola çıkarak çok gerçekçi bir gelecek tablosu çizip anlatmış. Bazı noktalardaki üslubunu çok beğenmesem de parmak bastığı noktalar yanlış denilemez. O noktalardan biri, erkeklerin giderek daha kadınsı göründükleri. Yazarın tasvir ettiği gelecekte, erkek ve kadını sadece dış görünüşünden ayırt etmek imkansızlaşmış. Kitapta hibernasyona giren ve gelecekte uyanan karakter önce bu duruma şaşırsa da sonrasında böyle olacağının emarelerinin geçmişte (yani bulunduğumuz yüzyılda) görüldüğünden bahsediyor. Erkek pop sanatçılarının giderek daha pürüzsüz bir yüze, kadınsı hatlara ve kadınsı giyim tarzına geçiş yaptığından bahsediliyor kitapta. Daha sonra bu durumun toplumun geneline yayılması ile gelecekte kadın-erkek farkı anlaşılmaz hâle geliyor. Son yılların popüler erkek K-pop gruplarına, K-dramalarına ve ünlü markaların erkek defilelerine bakılınca durum çok da ütopik değil sanki. Herkesin kendi tercihi tabi ki. Eleştirel yaklaşmıyorum ama popüler erkek imajında geçmişe nazaran çok bariz bir değişim olduğu inkar edilemez.

Kitabı henüz bitirmedim ama yazmak için yine bekleyemedim. Kitabın sonundan bağımsız olarak seri ile ilgili fikrim gayet olumlu. İlk kitap her ne kadar fazla bilimsel ve zorlama gelmiş olsa da ikinci ve üçüncü kitap olay örgüsü ve gerekli açıklamalar ile gidişatı değiştirip durumu kotarıyor. Dünyanın Geçmişi Serisi, ilk kitapta vazgeçmeyip devam edeni pişman etmeyecek bir bilim-kurgu üçlemesi bence.




P.S.: Ağrım biraz azaldı. Son yazdığım güne göre daha iyiyim ama hala kendimi okula dönebilecek hâlde hissetmiyorum. Umarım raporumun bitiş günü olan önümüzdeki pazartesiye kadar daha iyi olurum. Şimdilik yatmaya ve kitap okumaya devam.

Cuma, Temmuz 29, 2022

"Lütfen Bitmesin!"ler vs. "Bitsin"ler ve Birazcık Özeleştiri

Bence dünyada 2 tip kitap var: "Bitsin" diye okunanlar ve "Lütfen bitmesin!" diye okunan kitaplar.


Son okuduğum üç kitaptan ikisi - Hayat Hanım ve Nietzsche Ağladığında - "Lütfen bitmesin!" diyerek okunanlar kategorisindeyken, bugün okuyup bitirdiğim Zweig'ın Satranç kitabı ise kesinlikle "Bitsin" kategorisinde.

Daha önce de Zweig okuyup pek sevmemiştim. Ama "Amok Koşucusu" ve "Satranç"ı okumadan Zweig hakkındaki son kararı vermemem gerektiğini söyleyen arkadaşlarım oldu. 

"Satranç" uzun zamandır rafta okunmayı bekliyordu, hadi bir şans vereyim diyerek çantama atıp Arya ile denize geldim. Kitap bitti, Zweig hakkındaki fikirlerim değişmedi. Benim tarzım değil. Tam bu noktada bir öz eleştiri yapmam gerekiyor. Zweig'ın kurgusu tek bir kişi üzerine yoğunlaşıyor; yan karakterler, yan hikayeler yok denecek kadar zayıf. Benim hikayelerimde de durum böyle maalesef. Yani Zweig'ı beğenmeme sebeplerimden biri onun hikayelerinin de benimkiler gibi tek katmanlı oluşu. 

Biraz daha açıklamam gerekirse; benim için bir romanda daha fazla karakter, daha fazla hikaye olmalı. Baş karakterlerin dışında hikaye yan karakterlerle ve onların hikayeleriyle zenginleştirilmeli. Okurken keşke ben de böyle yazabilsem demeliyim; yazara, hayal gücüne, yaratım becerisine hayran kalmalıyım.

Kendimde gördüğüm en büyük eksiklik çok karakterli ve çok katmanlı kurgular yazamamak ve aynı eksikliği Zweig'da da görünce istemsizce gıcık oluyorum. Kendimi Zweig ile kıyaslamıyorum. Sadece ister istemez Zweig'ın bundan çok daha iyi olması gerektiğini düşünüyorum. Tek bir kişiye, tek bir olaya odaklanmak onun kişisel tercihi olabilir. Ama bence bu tarz kurgular biraz yavan, biraz kısır kalıyor. Ben kendi öykülerimi yan hikayelerle zenginleştirmeyi, yeni katmanlar eklemeyi çok istiyorum ama henüz yapamıyorum ve öykü yazmaya ara verme sebebim de bu. Tek karakterli, tek boyutlu öyküler yazmaktan sıkıldım. Zweig konusundaki acımasızlığım da buradan geliyor sanırım. 

Zwieg için düşündüklerime rağmen Amok Koşucusu'nu da okuyacağım çünkü o kadar sevilesi/beğenilesi ne var acaba diye merak ediyorum. Belki okusam da göremeyeceğim ama en azından denemiş olurum.

Bu aralar okuyacak bir şeyler arıyorsanız Hayat Hanım'dan sonra Nietzsche Ağladığında'yı önerebilirim. Çok sevdiğim bazı kısımları aşağıya bırakıyorum. (Evet, altını çize çize, üstünde düşüne düşüne okudum :)





















"Bizler arzu edilenden ziyade arzu etmeye aşığızdır!"

Ne kadar da vurucu bir cümle değil mi?

Cuma, Temmuz 08, 2022

Okunması gereken kitaplarda bugün: Hayat Hanım

Kitabı henüz bitirmedim ama bitene dek sabredemeyeceğim. O kadar güzel bir kitap ki...


Ahmet Altan'ın 2021 yılında yayınlanan "Hayat Hanım" isimli kitabını okuyorum 2 gündür elimden düşürmeden ve neredeyse nefes almadan. Sonuna geliyorum ama bir yandan da hiç bitmesin istiyorum. Dili o kadar güzel, içinde öyle güzel anlar, öyle güzel bir tat var ki... Böyle anlatmakla olmaz, lütfen alıp okuyun.

Kitabı elime tamamen tesadüf eseri aldım. İstanbul'dan Çandarlı'ya geleceğimiz akşam elektronik okuyucumu annemlerde unuttum. Kargoya verdiler ama adres sistemsel otomatik düzeltmeyle değişmiş ve okuyucum Çandarlı yerine Hopa'ya gitti. Ben de babamın kütüphanesindeki kitaplara göz atayım derken bu kitap ismiyle hemen yakaladı beni :) 

Benim "Hayat ve Hayati Kaptan" (Başlangıç 16.07.2020) hikayemi bilenler neden hemen bu kitabı seçtiğimi de tahmin edecektir :) İyi ki de denk gelmiş ve elime alıp okumaya başlamışım. Uzun zamandır bu kadar keyifle okumamıştım bir kitabı. Neden bu kadar çok sevdim anlatmam zor. Sevdiğim her cümleyi, her paragrafı paylaşamam ama birkaç bölümü paylaşmak istiyorum.







Hayat Hanım'a aşık olmamak mümkün mü? Bence değil. Peki ya Hayat Hanım olmak? Çok zor bence. 


Uzun, upuzun bir liste... 



Aslında paylaşmak istediğim bir iki bölüm daha var ama kitabı okuyacaklara haksızlık olmasın. 

Kitabın anlatımı çok akıcı ve gerçek. Kitabın yan karakterlerinin hikayeleri de etkiliyor insanı, günümüz gerçeklerine yaptığı dokundurmalar da. Kitap sadece aşk meşk ilişkilerini anlatmıyor; birilerinin güç savaşında bir gecede hayatları mahvolan insanları da anlatıyor. Başka ne diyebilirim bilmiyorum ama bu kitabı okumanızı istiyorum. 

Okursanız gelip yazın olur mu? 

*Dipnot: Dönüp kendi hikayemi baştan sona bir kez daha okudum. İyi ki yazmışım! Benim hikayemden bir yan yol çıkarıp farklı bir son için bu kitaptaki Hayat Hanım'ın hikayesi ile devam edilebilir gibi geldi bana. Yani benim Hayat Hanım, 17. bölümden itibaren biraz farklı tercihler yapsaymış gayet Ahmet Altan'ın Hayat Hanım'ı olabilirmiş gibi sanki. 

Çarşamba, Haziran 01, 2022

Sevdiğim Şairlerde Bugün

Gelin bugün biraz Turgut Uyar'ı sevelim, pamuklara saralım, en derinimizde saklayalım. Şiirlerine varana dek biraz sözlerinin sokaklarında gezinip kaybolalım. 





Ve tabi ki en sevdiğim... 


Turgut Uyar da benim gibi Ağustos doğumluymuş ve yine Ağustos ayında yummuş gözlerini hayata. Öldüğünde 58 yaşındaymış. Kendisi erken veda etmiş olsa da dünyaya, ardında bıraktığı şiirler devam ediyor aşıklara bir nebze nefes olmaya.



Salı, Nisan 19, 2022

Şaşkınlık ve Hayal Kırıklığı

Geçtiğimiz haftalarda Arthur C. Clarke'ın Rama serisine başlamıştım ki serinin 2. kitabını bulamayınca uzun zamandır bir köşede beni bekleyen Zülfü Livaneli kitaplarına bakayım bari diyerek Serenad'a başladım ama kelimenin tam anlamıyla şok oldum. Bambaşka bir üslup, daha derin bir hikaye, daha incelikli işlenmiş karakterler bekliyordum. Şu an elimde çok amatörce yazılmış, tutarlılık problemleri olan, edebi olarak çok zayıf, anca sahilde okumalık çerez bir kitap var.



Hikaye üniversitede çalışan bir kadının ağzından anlatılıyor ama o kadar amatörce anlatılıyor ki sanki deneyimli bir yazar değil de yoldan geçen biri yazmış gibi. Gerçekten üniversite rektörlüğünde çalışan bir kadın yazsaymış bir ihtimal daha iyi olabilirmiş diye geçiriyorum içimden okudukça. Henüz başlarındayım kitabın ama ilerisi için de pek umut göremiyorum. Bakalım. Okudukça yazıyı güncelleyeceğim.

Kitabın üslubundan sonra beni rahatsız eden ikinci şey mantık hataları / tutarsızlıklar. Örnek vermem gerekirse, Maya'nın babaannesi ile ilgili bir sır varmış; bir takım istihbaratçılar(?) Maya'yı ajanlığa ikna etmek için bu durumu kullanıp hafiften şantaj yapmaya kalkıyorlar. Bu arada Maya Hanım'ın abisi harp okulunu bitirmiş ve istihbarat subaylığı yapmış. Hâlâ da orduda görevli ve yükselmeye devam ediyor. Madem ortada babaanneleri ile ilgili şantaj için kullanılabilecek şüpheli bir durum var o zaman abi için de problem olmaz mıydı bu durum? Olmamış. Bu, kitaptaki tutarsızlıklardan sadece birisi. İlerledikçe işler iyice sarpa sarıyor. Öyle saçma şeyler oluyor ki... Maya'nın çevresindekilere ilişkileri de gerçeklikten uzak, fazlasıyla yapay. Oğluyla, abisiyle, sevgilisiyle(?) olan diyalogları o kadar sakil ve manasız ki...

Eleştirilerim konusunda yalnız mıyım acaba diye nette şöyle bir dolandım ve yalnız olmadığımı gördüm. Beni rahatsız eden şeylere başka okuyucular da parmak basmış. Aşağıya ekşisözlükten bir alıntı ve farklı yorum daha bırakayım:

"... Kitap, bir roman yazayım da şu üstü kapalı kalmış konulara değinip insanları bilgilendireyim amacıyla yazılmış. Şu konuya da değineyim, şu düşünürün şu teorisini de buraya koyayım, eğitici olayım, düşündürürken öğreteyim vs. Bütün bunlarda sorun yok aslında, sorun Livaneli'nin Maya'nın ağzından anlatırken Maya'nın gerçekliğine beni inandıramamış olması. Adını koyamıyorum ama bir olmamışlık var Maya karakterinde, Livaneli'nin konu için oldukça fazla araştırma yaptığı çok belli. Belki de bu araştırmaların arasında Maya'nin karakterini oturtmak için düşünmeye çok vakti olamamış. Sonuçta Maya'ya gerekli önem verilmemiş. E bütün hadiseyi de Maya anlattığı için bende roman değil de bir öğreti hissiyatı uyandırdı... "

https://eksisozluk.com/entry/31173750

Katıldığım diğer bir yorum:

"... Erkek yazarların kadın karakterin ağzından hikaye yazmaması gerek, Murathan Mungan hariç (yüksek topuklarda anlatılan kadın, benden daha kadındı, hiç tartışmam). Kürşat Başar'ın Başucumda Müzik'inde de var aynı sorun, bunda da. Bir kadının takılacağı, deşeceği, sorgulayacağı ve dikkat edeceği şeyler farklıdır, bir erkekle prensip olarak aynı şeylere takılsa da takılma süresi, üzerinde durma süresi farklıdır. İnandırıcılıktan uzaklaştıran da bu zaten... "

https://eksisozluk.com/entry/37362674

Kitabın üslubu, üzerinde çok durulmadan, bir erkek tarafından çalakalem yazılmış bir kadın karakterin ağzından anlatılması sebebiyle oldukça yavan kalmış maalesef. Yukarıdaki üç farklı yorum okurken hissettiklerimi yansıtıyor diyebilirim. Kitap hayli uzun ve ben bir ümit bir yerlerde bir kırılma olur ve toparlanır diye sonuna dek okudum. Toparlanmadı. 

Kısacası daha önce hiç Zülfi Livaneli kitabı okumadıysanız bu kitapla başlamayın. Belki daha iyi kitapları vardır. 

Çarşamba, Şubat 02, 2022

Muallâ

- Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar kızım Muallâ! Kaç kez söyledim ben sana tut şu çeneni, fikrini kendine sakla diye? Ah Mualla, ah! Tutamadın yine çeneni! Bu kaçıncı? Gidecek köy kalmayacak bu gidişle. Bakalım o zaman ne yapacaksın!

...


Muallâ, oldum olası tutamazdı o kemiksiz dilini, içinden geçen daha zihnin ince kıvrımlarındaki elzem yolculuğunu tamamlayamadan hop dışarıda buluverirdi kendini. Son pişmanlık fayda etmez, Muallâ ne yapsa yerine dikemezdi devirdiği çamları. Bir gün o devirdiği çamların altında kalıp son nefesini verecekti şüphesiz. Ne zaman yolunda gitmeyen bir şey görse kendini tutamaz sere serpe ortaya döküverirdi her şeyi bir çırpıda. Bu kez de öyle olmuştu: 

- Aslında bu kadar üzülmenin bir faydası yok. Bazı insanlar böyledir, hedefine ulaşana dek yazar, çizer, büyük oynar. Hedefe ulaştıktan sonra söner, ufalır, orijinal haline geri döner. Sonra da haliyle hayatına orijinal haliyle devam eder. Sen, ben gibi hayal peşinde koşmaz. Tüm yazma, çizme, büyük oynama becerileri hedefe ulaşana kadardır bazı insanlar için. Onları da oldukları gibi kabul etmek gerekir. 

Daha ağzını kapamadan pişman olmuştu söylediklerine. Artık ne yapsa faydası yoktu ama yine de denedi şansını: 

- Yani, demem o ki; sen de niye öyle, niye böyle diye üzülme de önüne bakıver gari!

- Hah kelin ilacı olsa kendi başına! Madem hayatı olduğu gibi kabullenip devam etmek o kadar kolay sen baksana o zaman önüne! Madem o kadar kolay neden dönüp dönüp bakıyorsun kitapçı Sadi'ye?

Muallâ kapağını almış, tenceresini -pardon - ağzını kapatıp susmuştu. Bu çok görülen bir şey değildi. Kolay kolay susmazdı Muallâ. Ama elinden geldiğince denedi:

- Haklısın. Ta en başından belliydi bizden bir cacık olmayacağı. Zaten olsa olsa çorba olurdu bizden. Ekşi süzme yoğurttan terbiyesi kesik* yayla çorbası!

Bazen - hatta çoğunlukla - ileri doğru atılan bazı adımlar ne yapsak geri alınamaz. Muallâ ile Suzan'ın üzerinde yarenlik ettikleri o ince ip bir çırpıda sallanmış ve ikisi birden yere düşüvermişti işte. Konuşulacak bir şey kalmamıştı. Muallâ çantasını alıp ayaklandı. "Gitme" demedi Suzan, Zaten geç de olmuştu. Muallâ kendini karanlığın içinde buldu kapıdan çıktığı anda.

- Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar kızım Muallâ! Kaç kez söyledim ben sana tut şu çeneni, fikrini kendine sakla diye? Ah Muallâ, ah! Tutamadın yine çeneni! Bu kaçıncı? Gidecek köy kalmayacak bu gidişle. Bakalım o zaman ne yapacaksın!

Hızlı adımlarla evine gitti. Yıllar önce boşanmıştı eşinden. Kitapçı Sadi uğruna. Ama Sadi pek oralı olmamıştı. Önceleri inceden bir böbürlenmiş, egosu şahlanmış, Muallâ'ya ümit vermiş,  sanki her şeyin mümkün olduğu fikrine kapılmasına karşı çıkmamıştı. Ama iş ciddiye binince gözünü kırpmadan paramparça edivermişti Muallâ'nın kuş gibi çırpınan kalbini:

- Sana aşık falan değilim ama seni görmezden de gelemiyorum!

Belki de okuduğu kitaplarda görüp öğrendiği tek bir cümleyle her şeyi anlatmıştı kitapçı Sadi. Tek bir cümleyle çiğneyip tükürmüştü Muallâ'yı. Muallâ, Sadi'nin  yoldan geçerken görmezden gelemediği bir dilenciydi, sevgi dileniyordu. Sadi, Muallâ-sever değil de hayırseverdi sadece. Hayrına bakıyordu Muallâ'nın yüzüne. Bunu bile bile sevdi Muallâ, Sadi'yi, bile bile... Hâlâ seviyordu. Ne zaman kitap dükkanının önünden geçecek olsa sokağa terkedilmiş köpek yavrusu gibi hissediyordu kendini. Acaba onu görecek miydi? Acaba bakacak mıydı Sadi? Acaba o da onu özlüyor muydu? Ama hayır, içten içe biliyordu, Sadi'nin özlediği, Muallâ değildi. O arzulanmayı, sevilmeyi, uğruna hayattan vazgeçilen olmayı özlüyordu. Bunca yıl Muallâ ne zaman yoluna devam etmeye kalksa Sadi çıkıvermişti karşısına: "Keşke her şey farklı olsaydı, ben de böyle olsun istemezdim ama hayat işte" diyordu. Sanki hayat elini kolunu bağlamış da elinde olsa Muallâ ile olurmuş gibi... Oysa yalandı bu sözleri. Sadi sadece sonsuza dek, "giden" olmak istiyordu, arkada bırakılan değil. 

Muallâ'nın günleri azap içinde geçiyordu. Şu dünyada içini dışını bilen, onu tüm kusurları ile seven tek dostuydu Suzan. Duymak istemediği ne varsa bir çırpıda söylemişti Suzan'a. Ne gerek vardı sanki? Ama dost acı söylemez miydi? Muallâ bu çok bilindik sözün zamanla unutulan kısmını zor yoldan öğreniyordu şimdi: Dost, acıyı tatlı söylemeyi bilmeliydi. Ne yazık ki Muallâ acı gerçeği tatlı sözlerle anlatmayı bilmiyordu henüz. 

Günler geçtikçe Suzan da Muallâ'yı arar oldu. Kader arkadaşı, dert ortağıydılar. Çocuklarını beraber büyütmüş, zorlu zamanları beraber atlatmışlardı. Gerçi Suzan her zaman bir adım öndeydi. O kendinden önce  başkalarını düşünür, onlar iyi olunca iyiyim derdi. Muallâ ise tam tersine "Ben iyi değilsem başkasına ne faydam olur? Kendimi iyi edemezken başkasına nasıl iyi gelebilirim ki?" derdi hep. Zaten böyle diye diye sözüm ona kendini seçip boşanmıştı kocasından. Ben o kadar mutsuzum ki ona da mutsuzluktan başka bir şey veremiyorum, bensiz daha mutlu olur, belki ben de onsuz diye düşünmüştü. 

Muallâ'nın eski kocası çok mülayim bir adamdı. Bir kez sesini yükseltip bağırmamıştı Muallâ'ya. Evcimen bir adamdı Naci; evden işe, işten eve... Mahalleliye bakılırsa Muallâ'ya rahat batmış gül gibi yuvasını gözünü kırpmadan yıkıvermişti. Oysa başka türlüsü mümkün değildi. Muallâ'yı bu noktaya Hayat getirmiş; aldığı her nefes, attığı her adım onu kaçınılmaz sona taşımıştı. Geriye dönme ihtimali olsa yine aynı adımları atıp yine aynı noktada bulurdu Muallâ kendini. Bunu anlayalı beri mutsuzluğu azalmış, Hayat'ın getirdiklerine itiraz etmez olmuştu. Şu ölümlü dünyada her şey olacağına varıyor ve biz her an sadece elimizden gelen tek şeyi yapabiliyorsak suçlu aramanın ya da pişmanlık hissetmenin  ne faydası olabilirdi ki? 

Muallâ kafasında düşünceler yürürken ayakları onu Suzan'ın kapısına getirmişti. Kapıyı çalmak, "Hadi ama Suzan, seni üzmek için demedim. Sadece öyle düşündüğüm için öyle dedim. Düşündüğümü söyledim diye küsmezsin sen bana? Acaba ben bilmeden başka bir halt mı yedim?" demek istiyordu. Ama dememeye karar verdi. Çünkü biliyordu kapıyı çalsa, Suzan kapıyı açacak ve Muallâ iyi olsun diye özrünü kabul edip" Aman canım sen de! Ben sana kırılmadım ki, doğru söyledin zaten." diyecekti. Bu sözler Muallâ'ya iyi gelecek ama Suzan'a iyi gelmeyecekti. Suzan yine başkasını kendinin önüne koyup başkasına iyi gelmeye çalışacaktı. İşte bu yüzden belki de ilk kez bencilliğini bir kenara bırakmaya karar verdi Muallâ. Varsın özlesindi Suzan'ı; Suzan bir kereliğine de olsa kendinden önce başkasını düşünmek zorunda kalmasındı. 

... 

*Kesilmiş terbiye: Bazı çorbalara kıvam vermek için yoğurt, un ve yumurta sarısı çırpılarak hazırlanan terbiye çorbanın içine eklenir ama bu işlem için önce bu karışım çorbanın suyu ile yavaş yavaş ılıtılmalı ve çorbaya öyle eklenmelidir. Eğer ılıtılarak yapılmaz da direk sıcak çorbaya dökülürse terbiye kesilir, terbiye çorbayla özdeşleşmez, çorbanın içinde topak topak parçalar olur. 

By Richard Avedon


Fotoğrafı canım Ceren yolladı az önce, tam senin hikayeye uygun diye. Soldaki kaknem Muallâ, sağdaki nahif tatlı kadın da Suzan. Mualla'nın yine gözü takılmış kitapçı Sadi'ye duymuyor pek Suzan'ın anlattıklarını galiba :)))) 

- Kızım sana diyorum Muallâ! Huuu! 


Pazar, Ocak 09, 2022

Başka Dünyalar, Başka Hayatlar

Kitaplar diyorum dostum, başka dünyaya açılan kapılarımız! 

Kendimi bildim bileli seviyorum okumayı. Aklımda kalmış ilk kitaplarım Ayşegül ve Cin Ali serisi tabii ki :) Sonra İpek Ongun'un Bir Genç Kızın Gizli Defteri serisi, Mavi Saçlı Kız... Yine ortaokul yıllarımda sayfanın sonunda "şunu seçiyorsunuz sayfa 42'den devam edin, bunu seçiyorsanız 37.sayfaya gidin" yazan ve insanı maceradan maceraya sürükleyen bir sürü bilim kurgu kitabı... Keşke isimlerini hatırlayabilsem ya da bir şekilde bulabilsem o kitapları*. Lise yıllarımda Agatha Christie ve Dünya Klasikleri... Üniversitede Amerikan ve İngiliz edebiyatı eserleri... Okul dışı zamanda giderek daha çok tercih ettiğim fantastik kurgu, bilim kurgu ve distopyalar... Her biri başka bir dünya, başka hayatlar! 

Öğrenciyken neredeyse her güne bir kitap, bilmedin iki güne bir kitap okuyordum ama okul bittikten sonra sayı epeyce düştü maalesef. 2021 yılı için hedefim 24 kitaptı, 21 kitap bitirdim ama aynı anda okuduğum son 3 kitap bitmeden yıl bitti. Okul, iş, çocuk... Bu kadarı da hiç yoktan iyi deyip kendi omzumu pat patlıyorum. Umarım 2022'de 24'ü tamamlarım. 24'ün üstüne çıkarsam kendime madalya bile takabilirim :))) 

*İnternette küçük bir araştırma yaptım ve kendi maceranı kendin seç kitapları olarak tanıtılan Macera Tüneli serisi ile ilgili şu yazıya denk geldim. Ben kendi okuduğum kitapları tam olarak hatırlamıyorum ama buna benzer başka bir seriymiş gibi geliyor sanki. Araştırmaya devam edince bu seriye benzer başka bir seri buldum ve Arya için hemen satın aldım. Linkini buraya bırakayım:

Macera Tüneli - R. A. Montgomery







Cuma, Aralık 10, 2021

Kesin Kararım: Rus Edebiyatı Sevmiyorum!

Yok arkadaş! Yok sevemiyorum. 

Az sonra yazacaklarım için yüksek edebiyat çevrelerince linç edilmem kesin diyebiliriz ama içimden geçeni söylemeden duramayacağım.

Yıllar sonra tekrar Suç ve Ceza okuyorum ve çooooooooooook sıkıldım. Resmen içim daraldı. Raskalnikov'a "Bi' git artık ya! Git ötede öl de kurtulalım!" demek istiyorum. 687 sayfalık kitabın 130. sayfasındayım ve içim şişti. Ben okurken zerre keyif almayıp üstüne de sıkılıyorsam kitap tüm dünyada baş yapıt sayılsın, ne fayda? Kitabın edebi değerini tartışacak değilim tabi ki. Ben sadece bana verdiği hissiyatı anlatmaya çalışıyorum. Oblomov'u okurken de çok benzer şeyler hissetmiş ve çok sıkılmıştım.

Rus edebiyatının genel konusu sefalete düşen ve bu sefaletin içinde boğulan, küçüldükçe küçülen insanlar. Sefaletin dibini gören ama düştükleri zor durumun içinden çıkmak için bir şey yapmak yerine sadece mızmızlanarak daha da dibe vuranlar. Ya kalk bir silkelen, bir kendine gel be arkadaşım! O nasıl bir iradesizlik, nasıl bir basiretsizlik? Sefalete düşmek ayıp değil ama sefaleti bahane edip dibe vurmak,  arsızlaşmak bambaşka bir boyut bence. Kitabı okurken hissettiğim iç sıkıntısı anlatılamaz. Ya tamam vurmuşsun dibe de her şeyi o kadar detaylı detaylı düşünmek, irdelemek, farkında olmak ve hâlâ aptal aptal aynı şeyleri yapmaya devam etmek ve battıkça batmak... Yok! Ben böylesine bir çöküşü okumak istemiyorum. Oblomov'u okurken bunu az çok anlamış ama yine de Suç ve Ceza'yı bir kez daha okuyayım demiştim ama artık eminim: Ben Rus edebiyatı sevmiyorum. Suç ve Ceza'yı başladığım için bitireceğim sanırım ama bir daha elime Rus edebiyatından bir kitap alacağımı sanmıyorum.




Hepimizin bildiği o meşhur İtalyan tatlısı, Tiramisu'nun Türkçe anlamı "Al, götür beni" demekmiş ki yerken cidden insanı alıp götüren lezzetlerden biridir iyi yapılmış gerçek bir Tiramisu. İşte kitaplar da öyle olmalı bence. Alıp götürmeli beni, uçurmalı, mutlu etmeli, hayallere sürüklemeli, başka dünyalara açılan bir kapı olmalı ve mümkünse benimkinden kötü ve buram buram umutsuzluk kokan bir dünyaya değil de sefalet içinde bile umut ve sıcaklık barındıran bir dünyaya açılmalı o kapı. Tüm hikayeler mutlu sonla bitsin, her adımda Polyannacılık oynayalım demek istemiyorum ama içimiz de kararmasın lütfen her satırda, her sayfada. En azından şu sıralar tam da böyle düşünüyorum. Ama ileride ne olur bilemem, Hayat bu!


Misafir

Şu an evde bir misafirimiz var. Adı Latte :) Latte, Sibirya Kurdu kırması yani yarı-Husky bir dişi :)  Evrim eve getirince yıkayıp paklamış;...