Ne kadar kaçınmaya çalışırsak çalışalım biliriz aslında acı gerçeği. Susturmaya çalışsak da içimizde bi' ses bıkıp usanmadan ve yılmadan söyler neyin doğru neyin yanlış olduğunu. O sesi duymamak için kuru gürültülere boğarız kendimizi. Sessizlik olur da içimizdeki sesi duyarız diye korkarız yalnızlıktan, kendimizle başbaşa kalmaktan. Ya da içindeki sesin söylediklerini o kadar yüksek sesle duyar ki dışarıdan da anlaşılacak diye çekinir kimseyle samimiyet kuramaz insan bazen. Ya onlar da görürse, ya onlar da duyarsa o sesin söylediklerini...
Yalnız kalmayı gerçekten seven insanlar barışıktır içindeki sesle ve gerçeklerle. Korkacak bir şeyi yoktur.
"Benim içimde öyle bir ses yok" diyen çıkar mı bilemiyorum. Sesin kaynağı konusunda değişik fikirler var. Kimisi vicdan, kimisi akıl, kimisi mantık, kimi ruh diyor o sese. Ben de ruh diyenlerdenim. Tüm insanlığın içinde tek bir ruhun parçaları var bence. Her birimiz o kolektif ruha bağlıyız; duymayı, dinlemeyi ve uymayı becerebilsek kimse yanlış yapmayacak yeryüzünde. Hepsi bir tercih meselesi: O sesi duymak ya da duymamak, işte tüm mesele bu!
...
Zor zamanlarımda yorumlarıyla yanımda olan tüm blog arkadaşlarıma teşekkür etmek istiyorum. Ama iki kişi var ki yüzümü güldüren, onlarsız çok daha zor olur Hayat. Biri canım Ceren'im❤️, diğeri yetenekli Momentos'um ❤️ Ceren, en zor anımda yetişip illa ki mesajlarıyla güldürüyor beni ve dünya aydınlanıyor; Momentos'un podcastleri de her daim yanımda. Sabahları aile kahvaltılarımızı şenlendiriyor; yalnızken bir kapı aralıyor ve çıkarıyor beni zihnimin dehlizlerinden.
Dün tüm gün Radyo Momentos dinledim. Spotify'dan Radyo Momentos açıp "Tüm bölümler - Çalınmayanlar - En eski" seçeneklerini takip edince ilk günden bu yana arada gözden kaçan tüm yayınlar peşpeşe çalınıyor. Aşağıda paylaştığım G/astronomi isimli hikaye böyle çıktı karşıma ve inanılmaz iyi geldi bana. Momentos'un sesinden dinlemek için:
Ölmek nedir?
Son bir kez nefes almak ve son nefesle beraber terketmek bedeni.
Ruh ne zaman terkeder bedeni?
Nefes alacak yer bulamayınca.
Alan açmak lazım ruha, nefes alacağı kapılar, pencereler lazım yaşaması için :)
İşte okumak, yazmak, çizmek, müziği son ses açıp gaza basmak ya da en sevdiğin filmi açıp tekrar izlemek, ağlamak, gülmek...
Bugünlük birkaç şarkı bırakıyorum ruhlarımızı beslemek için :)
P.S: Gitmiyorum. Gidemem. Tam burdayım. Ben yazmadan duramam, yazmadan nefes alamam. Yazamadığım zamanlar da bile "Yazamıyorum" diye isyanımı yazıya döker, alırım nefesimi :D
Sonbaharı çok sevdim. Yapraklar kızılın, sarının, kahvenin her tonunu tüm güzelliğiyle serdi önüme. Şimdi mevsim kış. Ağaçlar döktü son yapraklarını da.
Ama her kışın sonu bahar elbet :) Yemyeşil yapraklar, rengarenk çiçekler var az ilerde :) Açan ilk çiçekle güzelleşecek yeniden Dünya :)
Epeydir yaklaşmadığım derinlere gitme vakti gelmiş. Ağaç Ev Sohbetleri'nin 12.si için yazdığım şu yazı sonrası bir şeyler anlatma isteği oluştu içimde. O yazıdan başlarsanız düşünce akışımı takip etmek daha kolay olur :)
Ruhtan bahsedince ister istemez din ve ibadet konuları da geliyor aklıma. Aslında özünde bağlantılı değil ama ben ruhumla ve nefsimle din sayesinde tanıştım. Ama yıllar içinde din kavramından uzaklaştıkça ondan soyutlandı ruh ve nefs benim için. Din kavramından uzaklaşmamda en büyük etkense sorguladığım konulara aldığım cevaplar oldu. Misal ibadet mevzusu hep soru işaretleri ile dolu. Özellikle de toplu ibadetler. Benimle Allah (adını sen seç) arasında olan bir şey niye herkesin gözü önünde olsun ki?
Namaz kıldığım dönemde en çok yatsı namazını sevmiştim. İş güç bitmiş, günün koşuşturmacası geride kalmış, el ayak ortamdan biraz da olsa çekilmiş... Sadece ben ve O. İlk önceleri eğilip kalkmanın manası ne ki diye düşünürken cevabı bulunca eğilip kalkma mevzusuna takılmaktan vazgeçtim ama en çok namazın sonunda oturup dua ettiğim kısmı sevmeye devam ettim hep. Çünkü o an, zihnim açılmış, dünya yok olmuş, bedenim orada, ruhum uzayda gibi hissediyordum. Sadece ben ve sonsuz bir uzay boşluğu var; ben soruyorum, O cevaplıyor. Ne baş örtüsü, ne kıyafet, ne ibadet...Asıl olan gönül bağı, gönül gözü, şefkat ve istek.
Ortaokul yıllarımdan sonra yıllarca kılmadım namaz. Sonra üniversitenin ilk yılında teravih namazına gittim ama özlediğim o huzuru ve iletişimi yakalayamadım. Çünkü çok kalabalıktı. O kalabalıkta ne ben uzaya çıkabildim ne de kulağıma gelen bir ses duyabildim. Sonrası ise bambaşka bir hikaye ama bir daha dönemedim namaza. Bununla da kalmadı terk ettiğim alışkanlıklarım. Yavaş yavaş mantıksız bulduğum tüm zorlamalardan sıyrıldım.
Yıllardır karşılaştığım inançlı insanların namaz kılma, oruç tutma, kurban kesme, hacca gitme gibi ibadetleri yapma sebebini öğrenmeye çalıştım. Üzülerek yazıyorum ama bir çoğu temelde sadece İslamiyetin farzı olduğu için yapıyor tüm bu ibadetleri. Peki hiç mi yok o anları yaratıcı ile birebir iletişim fırsatı olarak gören? Var elbet ama biliyorum ki çoğu kişi robot gibi eğilip kalkıyor, anlamını bile bilmediği duaları ezberden okuyup üzerine düşen görevi(?) yerine getirip bitiriyor. Namaz gibi diğer ibadetler de böyle. Gönülden yapanı, bağ kuranı ayrı tutuyorum tabi ki. İbadetin amacını anlayıp ona uygun yapan ayrı, sırf "diğer tarafta cayır cayır yanacak yapmayanlar" diye korkuyla hareket eden ayrı. Niye yaptığını durup bir kez bile düşünmeden yıllarını geçirenler... Sorgulamadan uygulayarak yaratıcıyı memnun etmek! Ya arkadaşlar deli misiniz? O kadar güçlü, her şeye muktedir bir yaratıcı var inanıp savunduğunuz ve senin neden yaptığını bilmeden yaptığın bir takım hareketlerle mutlu mu olacak? Buna ihtiyacı olabilir mi ya cidden? Bir dur, bir düşün! Ben neyim, kimim, ne yapıyorum, neden yapıyorum? Kendinle çelişme bari!
Yıllar önce bir arkadaşımla tartışmıştık bu konuyu. Ailesinin zoruyla kapanan ve ibadet eden kişi ne kadar doğru yapıyor, bunun Allah nezdindeki yeri nedir diye. Israrla sebep ne olursa olsun namaz kılanla kılmayanın bir olmayacağını, kılanın her koşulda üstün olacağını savunmuştu arkadaşım. Yani iki insan her şeyde eşit ama biri zorla namaz kılıyor, ibadet ediyor; diğeri sadece bildiği doğrularla yaşıyor. Namaz kılan üstün diyenler çok çıkacaktır eminim. Çünkü diğeri Allah'ın sözünden çıkıyor! Bense yaratıcının bu kadar köşeli bir bakış açısı olacağına inanamıyorum.
Olay namaz kılıp kılmamak, imanın şartlarını, İslam'ın fazlarını yerine getirip getirmemek de değil aslında. Asıl olay tüm bunları yaparken ya da yapmazken içinde olduğumuz bilinç hali - state of mind* - Neden yaptığını bilmek, yaptığının amaca hizmet etmesi. Yaptığın bir eylem seni daha iyi biri yapmıyorsa ne anlamı var ki? Sana ya da ihtiyacı olana bir faydası yoksa kime faydası var? Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Yaratıcı'ya mı faydası olacak? Komik değil mi biraz? Bu sözlerim kesinlikle bilinçli kişiler için değil. Yanlış anlaşılma olmasın. Yaptığı tüm ibadetlerin kendisine ve çevresine olan faydasını somut şekilde anlatabilene lafım yok. O zaten konuyu düşünmüş, sorgulamış, cevapları biliyor. Ama onlara da şunu söylemek istiyorum. Herkesin yolu başka, kiminin kitapta yazılı yöntemlerle elde ettiğini kimi çok başka yöntemlerle elde edebilir ve benim inandığım yaratıcı için yöntemler değil varılan sonuçlar önemli. Yani Hristiyan, Müslüman, Yahudi, Deist, Hindu, Budist, Taocu olmak değil mesele! Asıl olan "iyi olabilmek", "doğru olabilmek", "doğru kalabilmek"! İster meditasyonla, ister namazla, ister oruçla, ister müzikle, ister resimle, ister okuyarak, ister yazarak nefsi terbiye edip ruha ulaşabilmek asıl mesele.
Nefs ile yeni bir cenge tutuştuğum şu günlerde Ruh'un kendini bana bu sohbet konusu sayesinde hatırlatması da çok manidar aslında benim için :) Azıcık derin mevzular dedim ama aslında baya dipsiz kuyu buralar. Yazsam günlerce yazarım. Yıllar önce Ruh'um ve Nefs'im arasında kalıp verdiğim mücadeleden başka bir yazıda bahsedeyim. Şimdilik bu kadarla (sanki az yazmış gibi!) yetineyim :)
*state of mind: "halet-i ruhiye / ruh hali" diye çevrilir Türkçe'ye. Güzel, bazen yerine göre iş görür ama aslında zihinden bahseder bu kavram "ruh hali" değil "zihin hali"dir aslı
Ağaç evde bu hafta ruhlarımızı yatırıyoruz masaya...
Hazır masaya yatırmışken dinlemeye ikna eden biri çıksa nasıl güzel olur :)
Haftanın sorusuna gelirsek:
"İnsanların ruhlarının rengi ve bir formu olduğunu düşünüyor musunuz? Örneğin, gün ışığı gibi veya pembe kiraz çiçeği gibi. Öyleyse sizin ruhunuz nasıl forma, renge sahip olurdu?"
Öncelikle ruh konusuna gelmeden başka bir konuya açıklık getirmem gerekiyor. Ben uzun yıllardır ilahi dinlere inanmıyorum. Müslüman bir ailede büyüdüm. Yazları Kur'an kursuna gittim. Ortaokulda 5 vakit namaz kıldım, sonraki yıllarda da orucumu eksiksiz tuttum. Üniversitenin ilk yılında 30 ramazan teravih namazına gittim. Her gece yatmadan duamı okudum. Her sabah kahvaltı yaparken Kur'an okuyan anneannemi dinledim. Ama işte sonra bir şey oldu ve bitti.
Dinlere inanmıyorum ama tek bir yaratıcıya inanıyorum ve ruhumuzun da o tek yaratıcıdan bir parça olduğuna eminim. Burada bir parantez açıp söylemeliyim benim gibi varlığına inananların, O'nun, kitaplarda yazan o kısıtlı, koşullu düşüncelere sığmayacak kadar büyük olduğunu görememesini anlayamıyorum pek. Ama tabi ki herkesin inancına saygı duyuyorum. Umarım herkes de benim inancıma saygı duyar bir gün. Evet dediğim gibi bence ruhlarımız ilahi yaratıcıdan bir parça. İçimizde taşıyoruz onun bir parçasını. O ise tüm kainata yayılmış halde, boşlukta, her yerde. Bir bedeni, bir formu yok. Kolektif bir bilinç gibi. Her birimize erişimi var, bize ve bizden çok daha fazlasına. Başarabilirsek bizim de ona erişimimiz var. Hani içinden çıkamadığınız bir sorunun çözümü birden beliriverir ya gözünüzün önünde, yıllarca anlamadığınız bir şeyi bir anda anlayıveririz ya, kendi kendimize sorarız bazı soruları, buluruz cevapları... İçimden bir ses şöyle diyor deriz ya... İşte o ses ruh bence. Şimdi içinizden akıl, mantık vs. gibi şeyler söyleyenler çıkabilir. Tamam senin yaratıcının ya da inancının adı da "Akıl" ya da "Mantık" o zaman işte. Adı çok önemli değil. Önemli olan ihtiyaç duyduğun cevabı verecek şeyin tam içinde, her daim yanında olması. Susup dinlersen ve cevaba gerçekten hazırsan tam orada bekliyor tüm cevaplar seni. Ortaokuldaydım. Sınava çok çalışmıştım. Ama uyuyakalmış, son sayfalara hiç bakamamıştım. Soruların neredeyse yarısı o son sayfalardan çıktı. Hiç bilmiyordum. Durdum, içime döndüm ve "Çok çalıştım, biliyorsun. Şu sınavdan düşük alsam nerede hakkın, nerede adaletin diye şüpheye düşeceğim. Beni şu şüpheye düşmekten koru" dedim sessizce. Az sonra soruları tekrar okudum ve hiç bilmediğim cevapları yazdım. Belki okurken inanmayacak, derste dinlemişsindir, aklına gelmiştir diyeceksiniz. Dinlememiştim çünkü o zamanlar düzenli olarak doktora gidiyordum ve bir çok dersi kaçırıyordum. Bu olay tek değil. Başka başka olaylar da var burada uzun uzun anlatsam olmayacak...Yıllar içinde korkunç bir şeyin olma olasılığı karşısında sakinleşip olup olmayacağını sorduğumda hep doğru cevabı aldım. Bazısında oldu, bazısında olmadı. Kaç kez kıl payı kurtardım çok zor durumlarda tam son anda duyduğum o ses sayesinde. Kaç kez doğru yolu buldum. Tek sorun ben her zaman hazır değilim ruhumun sesini duymaya. Yanlış yaptığımı bile bile konuşamam hiç bir şey olmamış gibi ruhumla. Çıktığım yoldan geri dönmeye razı değilken susup dinleyemem. Ben çırpınıp kendimi savundukça susar, "Sen söylediklerine inanıyorsan, bana laf düşmez der" tüm sessizliği ile. Bilirim ki haklı. İşte bu yüzden zaman zaman kaparım kulağımı ruha. Hiç konuşmam kendimle, yaşarım sadece. Başımı yastığa koyunca gelir oturur usulca baş ucuma bilirim. Bekler ona dönmemi, kulağımı açmamı, soruyu sorup cevabı duymamı. İşte o anlarda bir formu var ruhumun. Şeffaf, içi dışı bir; şefkatli bir kalbi var. Öyle rengi falan yok. Dinlemeyi kabul etsem, anlatacak. Bırakmıyor, terk etmiyor. Sessizce bekliyor baş ucumda. "Hadi uyu, biraz büyü, hazır olduğunda burdayım." diyor. Çocukluğuma dönüyorum. Ruhum baş ucumda bekliyor, ben güvenle uykuya dalıyorum.