Yeni Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yeni Öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Şubat 02, 2022

Muallâ

- Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar kızım Muallâ! Kaç kez söyledim ben sana tut şu çeneni, fikrini kendine sakla diye? Ah Mualla, ah! Tutamadın yine çeneni! Bu kaçıncı? Gidecek köy kalmayacak bu gidişle. Bakalım o zaman ne yapacaksın!

...


Muallâ, oldum olası tutamazdı o kemiksiz dilini, içinden geçen daha zihnin ince kıvrımlarındaki elzem yolculuğunu tamamlayamadan hop dışarıda buluverirdi kendini. Son pişmanlık fayda etmez, Muallâ ne yapsa yerine dikemezdi devirdiği çamları. Bir gün o devirdiği çamların altında kalıp son nefesini verecekti şüphesiz. Ne zaman yolunda gitmeyen bir şey görse kendini tutamaz sere serpe ortaya döküverirdi her şeyi bir çırpıda. Bu kez de öyle olmuştu: 

- Aslında bu kadar üzülmenin bir faydası yok. Bazı insanlar böyledir, hedefine ulaşana dek yazar, çizer, büyük oynar. Hedefe ulaştıktan sonra söner, ufalır, orijinal haline geri döner. Sonra da haliyle hayatına orijinal haliyle devam eder. Sen, ben gibi hayal peşinde koşmaz. Tüm yazma, çizme, büyük oynama becerileri hedefe ulaşana kadardır bazı insanlar için. Onları da oldukları gibi kabul etmek gerekir. 

Daha ağzını kapamadan pişman olmuştu söylediklerine. Artık ne yapsa faydası yoktu ama yine de denedi şansını: 

- Yani, demem o ki; sen de niye öyle, niye böyle diye üzülme de önüne bakıver gari!

- Hah kelin ilacı olsa kendi başına! Madem hayatı olduğu gibi kabullenip devam etmek o kadar kolay sen baksana o zaman önüne! Madem o kadar kolay neden dönüp dönüp bakıyorsun kitapçı Sadi'ye?

Muallâ kapağını almış, tenceresini -pardon - ağzını kapatıp susmuştu. Bu çok görülen bir şey değildi. Kolay kolay susmazdı Muallâ. Ama elinden geldiğince denedi:

- Haklısın. Ta en başından belliydi bizden bir cacık olmayacağı. Zaten olsa olsa çorba olurdu bizden. Ekşi süzme yoğurttan terbiyesi kesik* yayla çorbası!

Bazen - hatta çoğunlukla - ileri doğru atılan bazı adımlar ne yapsak geri alınamaz. Muallâ ile Suzan'ın üzerinde yarenlik ettikleri o ince ip bir çırpıda sallanmış ve ikisi birden yere düşüvermişti işte. Konuşulacak bir şey kalmamıştı. Muallâ çantasını alıp ayaklandı. "Gitme" demedi Suzan, Zaten geç de olmuştu. Muallâ kendini karanlığın içinde buldu kapıdan çıktığı anda.

- Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar kızım Muallâ! Kaç kez söyledim ben sana tut şu çeneni, fikrini kendine sakla diye? Ah Muallâ, ah! Tutamadın yine çeneni! Bu kaçıncı? Gidecek köy kalmayacak bu gidişle. Bakalım o zaman ne yapacaksın!

Hızlı adımlarla evine gitti. Yıllar önce boşanmıştı eşinden. Kitapçı Sadi uğruna. Ama Sadi pek oralı olmamıştı. Önceleri inceden bir böbürlenmiş, egosu şahlanmış, Muallâ'ya ümit vermiş,  sanki her şeyin mümkün olduğu fikrine kapılmasına karşı çıkmamıştı. Ama iş ciddiye binince gözünü kırpmadan paramparça edivermişti Muallâ'nın kuş gibi çırpınan kalbini:

- Sana aşık falan değilim ama seni görmezden de gelemiyorum!

Belki de okuduğu kitaplarda görüp öğrendiği tek bir cümleyle her şeyi anlatmıştı kitapçı Sadi. Tek bir cümleyle çiğneyip tükürmüştü Muallâ'yı. Muallâ, Sadi'nin  yoldan geçerken görmezden gelemediği bir dilenciydi, sevgi dileniyordu. Sadi, Muallâ-sever değil de hayırseverdi sadece. Hayrına bakıyordu Muallâ'nın yüzüne. Bunu bile bile sevdi Muallâ, Sadi'yi, bile bile... Hâlâ seviyordu. Ne zaman kitap dükkanının önünden geçecek olsa sokağa terkedilmiş köpek yavrusu gibi hissediyordu kendini. Acaba onu görecek miydi? Acaba bakacak mıydı Sadi? Acaba o da onu özlüyor muydu? Ama hayır, içten içe biliyordu, Sadi'nin özlediği, Muallâ değildi. O arzulanmayı, sevilmeyi, uğruna hayattan vazgeçilen olmayı özlüyordu. Bunca yıl Muallâ ne zaman yoluna devam etmeye kalksa Sadi çıkıvermişti karşısına: "Keşke her şey farklı olsaydı, ben de böyle olsun istemezdim ama hayat işte" diyordu. Sanki hayat elini kolunu bağlamış da elinde olsa Muallâ ile olurmuş gibi... Oysa yalandı bu sözleri. Sadi sadece sonsuza dek, "giden" olmak istiyordu, arkada bırakılan değil. 

Muallâ'nın günleri azap içinde geçiyordu. Şu dünyada içini dışını bilen, onu tüm kusurları ile seven tek dostuydu Suzan. Duymak istemediği ne varsa bir çırpıda söylemişti Suzan'a. Ne gerek vardı sanki? Ama dost acı söylemez miydi? Muallâ bu çok bilindik sözün zamanla unutulan kısmını zor yoldan öğreniyordu şimdi: Dost, acıyı tatlı söylemeyi bilmeliydi. Ne yazık ki Muallâ acı gerçeği tatlı sözlerle anlatmayı bilmiyordu henüz. 

Günler geçtikçe Suzan da Muallâ'yı arar oldu. Kader arkadaşı, dert ortağıydılar. Çocuklarını beraber büyütmüş, zorlu zamanları beraber atlatmışlardı. Gerçi Suzan her zaman bir adım öndeydi. O kendinden önce  başkalarını düşünür, onlar iyi olunca iyiyim derdi. Muallâ ise tam tersine "Ben iyi değilsem başkasına ne faydam olur? Kendimi iyi edemezken başkasına nasıl iyi gelebilirim ki?" derdi hep. Zaten böyle diye diye sözüm ona kendini seçip boşanmıştı kocasından. Ben o kadar mutsuzum ki ona da mutsuzluktan başka bir şey veremiyorum, bensiz daha mutlu olur, belki ben de onsuz diye düşünmüştü. 

Muallâ'nın eski kocası çok mülayim bir adamdı. Bir kez sesini yükseltip bağırmamıştı Muallâ'ya. Evcimen bir adamdı Naci; evden işe, işten eve... Mahalleliye bakılırsa Muallâ'ya rahat batmış gül gibi yuvasını gözünü kırpmadan yıkıvermişti. Oysa başka türlüsü mümkün değildi. Muallâ'yı bu noktaya Hayat getirmiş; aldığı her nefes, attığı her adım onu kaçınılmaz sona taşımıştı. Geriye dönme ihtimali olsa yine aynı adımları atıp yine aynı noktada bulurdu Muallâ kendini. Bunu anlayalı beri mutsuzluğu azalmış, Hayat'ın getirdiklerine itiraz etmez olmuştu. Şu ölümlü dünyada her şey olacağına varıyor ve biz her an sadece elimizden gelen tek şeyi yapabiliyorsak suçlu aramanın ya da pişmanlık hissetmenin  ne faydası olabilirdi ki? 

Muallâ kafasında düşünceler yürürken ayakları onu Suzan'ın kapısına getirmişti. Kapıyı çalmak, "Hadi ama Suzan, seni üzmek için demedim. Sadece öyle düşündüğüm için öyle dedim. Düşündüğümü söyledim diye küsmezsin sen bana? Acaba ben bilmeden başka bir halt mı yedim?" demek istiyordu. Ama dememeye karar verdi. Çünkü biliyordu kapıyı çalsa, Suzan kapıyı açacak ve Muallâ iyi olsun diye özrünü kabul edip" Aman canım sen de! Ben sana kırılmadım ki, doğru söyledin zaten." diyecekti. Bu sözler Muallâ'ya iyi gelecek ama Suzan'a iyi gelmeyecekti. Suzan yine başkasını kendinin önüne koyup başkasına iyi gelmeye çalışacaktı. İşte bu yüzden belki de ilk kez bencilliğini bir kenara bırakmaya karar verdi Muallâ. Varsın özlesindi Suzan'ı; Suzan bir kereliğine de olsa kendinden önce başkasını düşünmek zorunda kalmasındı. 

... 

*Kesilmiş terbiye: Bazı çorbalara kıvam vermek için yoğurt, un ve yumurta sarısı çırpılarak hazırlanan terbiye çorbanın içine eklenir ama bu işlem için önce bu karışım çorbanın suyu ile yavaş yavaş ılıtılmalı ve çorbaya öyle eklenmelidir. Eğer ılıtılarak yapılmaz da direk sıcak çorbaya dökülürse terbiye kesilir, terbiye çorbayla özdeşleşmez, çorbanın içinde topak topak parçalar olur. 

By Richard Avedon


Fotoğrafı canım Ceren yolladı az önce, tam senin hikayeye uygun diye. Soldaki kaknem Muallâ, sağdaki nahif tatlı kadın da Suzan. Mualla'nın yine gözü takılmış kitapçı Sadi'ye duymuyor pek Suzan'ın anlattıklarını galiba :)))) 

- Kızım sana diyorum Muallâ! Huuu! 


Çarşamba, Ağustos 21, 2019

10.000 Saat Kuralı ve Gece 2'de Biten Bir Öykü Daha

Malcom Gladwell, 2008 yılında çıkan kitabı "Outliers"ta bir işte uzman olmak için o iş üzerinde 10.000 saat çalışmak gerektiğini öne sürmüş. 10.000 saat deyince kulağa çok geliyor ama yanlış hesaplamadıysam günde 8 saatlik çalışma ile tatilleri çıkarırsak bu süre 5 yıla denk düşüyor. Yani mesleki gelişim açısından bakarsak 5 yıl uzman/usta olmak için çok da uzun bir süre değil. İş dışında ilgilendiğimiz bir hobide uzmanlaşmak istersek günde 2-4 saat çalışarak bazı günler de çalışamadığımızı var sayarak 10.000 saatlik çalışma 10-15 yıl gibi oldukça uzun bir zaman dilimine tekabül ediyor maalesef. İş dışındaki bir uğraş için yemeden içmeden, uykudan fedakarlık ederek daha çok zaman harcamak ve süreyi kısaltmak mümkün tabi ki ama ne kadar sürdürülebilir orası tartışmalı. 

Kendime dönüp baktığımda Gladwell'in tezini destekleyen gelişmeler görüyorum. Her gün az da olsa bir şeyler yazdıkça giderek daha kolay yazdığımı fark ediyorum. Eskiden başlayıp sonunu getiremediğim öyküler çoğunluktayken son zamanlarda hikayelerin sonu kendiliğinden geliveriyor sanki. Tıkandığım noktada dönüp başka bir açıdan bakıyorum, anlatıcıyı değiştiriyorum ve çözülüyor düğümler! Yazdıkça kendi üslubumu buluyorum. Mesela yazdığım tüm öykülere baktığımda bir hikayeyi en iyi "1st person narrator" kullanarak (1. kişi ağzından anlatım) anlatabildiğimi fark ettim. Bazı hikayeleri 3. ağızdan anlatsam da kendimi en rahat hissettiğim yol 1. ağızdan anlatım. Tabi bu anlatımı seçmekle bitmiyor iş. Hikayeyi anlatacak karakteri seçmek, o hikayeyi içindeki karakterlerden hangisinin en iyi, en etkili, en ilginç şekilde aktaracağını bulmak da önemli.

Lise yıllarımdan beri yazdığım düşünülürse 10.000 saate ulaşmama çok yoktur diyerek kendimi avutmak istiyorum ama daha gidecek çok yolumun olduğunun farkındayım tabi ki. Ama az önce 1000 kelimelik bir öyküyü daha bitirip YKBY'nin 8. Kısa Öykü Yarışmasına göndermiş olmanın verdiği huzuru ve ufaktan gururu da inkar edemeyeceğim :) Saatin 3 olması ve yazma aşkımın bir türlü bitmemesi ilginç geliyor bana bile :) Şimdi uyumazsan hiç uyuyamayacağım sanırım.

Hâlâ uyanık olan varsa oralarda bir yerlerde,

İyi geceler :)


Misafir

Şu an evde bir misafirimiz var. Adı Latte :) Latte, Sibirya Kurdu kırması yani yarı-Husky bir dişi :)  Evrim eve getirince yıkayıp paklamış;...