Göğsüme bir ağırlık çöktü yine. Sebepsiz diyeceğim ama sebepli... Tam olarak şu sebepten diye adını koyamıyorum. Bir tür iç sıkıntısı, bir şeyler yanlış hissi...
Maaalesef nazara, insanlardan yayılan kötü/haset enerjiye inanıyorum. Belki inandığım için belki de gerçek olduğu için kötü enerjiden etkileniyorum ara ara.
Evrim'in annesi sık sık "Her şeyinizi paylaşmayın, kendinize saklayın. Nazar değer sonra." der. O öyle deyince "Aman canım, ne olacak? Kim ne yapsın bizi!" diyorum ama zaman zaman haklı çıkıyor.
Şu an göğsümü sıkıştıran sıkıntıdan kurtulmak için her şeyi yapabilirim ama yapılacak bir şey yok maalesef. Umarım tez zamanda zararsızca geçer gider.
Tam şu an, tam şurada olup iç sıkıntımı akan suya bırakmak istiyorum ama henüz çok erken. Evrim ve Arya uyuyor. 2-3 saat sabretmem gerek.
...
Kalkıp hazırlık yapayım. Kendimi oyalarsam geçer belki bu iç sıkıntısı...
Dünyanın en ışıklı yolundan, ömrümün en karanlık gecesine yürüdüm. Durmadım, düşünmedim. Ne pişmanlık hissettim, ne huzur buldum. Buz gibi sularda yüzdüm. Korktum, üşüdüm, titredim soğuktan. Ben oldum.
Her gece varıyor sabaha, en karanlık olanlar bile. Kimisi güneşli bir güne, kimisi fırtınaların göbeğine... Bilmiyoruz nasıl bir sabaha uyanacağımızı ama yine de dalıyoruz her gece uykunun derinine. Rüyalar, kabuslar, hayaller, karabasanlar... Bazen uykusuz geceler... Ama işte burdayız yine de! Bitmez denilenler bitiyor, geçmez denilenler geçiyor. Olmaz dediğin oluyor.
Öyle bir dönüyor ki Dünya, yer yerinden oynuyor, taş üstünde taş kalmıyor. Ama değişmiyor ufacık hayatlarımızın ufacık çıkmaz sokakları. Kapı düz duvar oluyor da, akıl düz mantığa eremiyor bazen.
Dünyada anlatılmayan bir hikaye, çalınmayan bir nota yokmuş, ne anlatıldığı değil, nasıl anlatıldığıymış fark yaratan. Defalarca kez oynanmış bu oyun, defalarca kez anlatılmış bu masal. Ama işte yine de herkes en orjinali kendininki sanıyor her defasında. Komik aslında düşününce. Ama nedense içinden bakınca komik gelmiyor insana.
Bazen en karanlık geceler en aydınlık sabahlara varır. Düşünce karanlığa insan hep en çok bildiği şeye sarılır. Bildiğin yollar, bildiğin yerlere çıkar. Define haritasına gerek yok, yol tam bildiğimiz yerde.
Dinlemek istersen:
"nasıl uzağız gerçeğe ve nasıl da biliyoruz bunu içten içe, sahte sevgi arsızlığından her gün daha da derine düşüyoruz, doğru vicdanî boşluğu bulduğumuz andaki naifliğimiz en şeytani gücümüz iler tutar yanımız yok
bin güzelliği bir hatayla siliyoruz, çünkü affetmeyi unuttuk, öleceğimizi unuttuğumuz gibi
uzaktan sızan o ince ışığı soruyorsun ya, al sana define haritası. sevgiyi kazanmak için verdiğimiz emeği, kazandığımız sevgiyi korumak için de verdiğimizde kurtuluruz. başka kurtuluş yok!"
Bazen kendimi uçsuz bucaksız bir hiçlikte savruluyor gibi hissediyorum. Mesela boş bir pazar arabası ile yaz sıcağının dibinde pazara ulaşmaya çalışırken... Mesela pazarda daracık tezgah aralarında durup sohbet eden teyzelerle karşılaştığımda... Mesela 100 yaşında amcalar inatla araba kullandığı, daha doğrusu kullanamadığı için sıkışan trafikten karşıya bile geçemediğimde... Mesela ölmek üzere eve geldiğimde hadi denize gidelim diyen Arya'nın gözlerinde bitmiş yansımamı gördüğümde...
Bu aralar mütemadiyen sorguluyorum hayatı! Ne yapıyorum ben? Ömrümün sonuna dek bunları mı yapacağım? Nasıl kabullenip, nasıl sindireceğim? Neden diğerleri gibi ben de basitçe her şey süper deyip devam edemiyorum? Aklımda deli sorular... Deliliğimi sorgulayan bir akıl...
Şimdilik bir bira açıp, nefes alıp, Arya'yı denize götürmeye odaklanacağım. Tüm soruların üstünü ağır bir kapakla kapatıp basıp geçeceğim şimdilik.