İmkansızı beklediğini biliyordu. Nasıldı o söz? "İmkana mecbur, namümküne meftun"du Leyla. Ama işte imkansızın içinde bile bir "imkan", bir ihtimal vardı. O ihtimale tutunuyordu Leyla. Heyecanla kurduğu sofraya oturdu. Hayal gücünü çalıştırdı, çalıştırdı, çalıştırdı. Getirip karşısına oturttu imkansızını. Sonra sordu:
- Neden? Neden gelmedin?
- Gelemedim.
- Hayır! Sen gelmedin!
- Nasıl gelebilirdim ki? Biliyorsun, hayat...
- Bu Hayat, hep bana karşı mı işliyor? Bu kez değil! Bu kez "Hayat" deyip geçemezsin. Gelmedin! Çünkü gelmeyi o kadar çok istemedin. Çünkü gelsen...
- Hayat...
Leyla biliyordu hayatı, insanı nasıl sarıp sarmaladığını, nasıl nefessiz bıraktığını. Ama hayat bile bu kadar acımasız değildi. İki fırtına arasına esler veriyordu, toparlanıp ayağa kalkmak için. İşte o es kaçmıştı bu kez ellerinden. Ama yok! Bu kez hayat değildi tek suçlu. İmkansız yarıyolda bırakmıştı Leyla'yı içindeki imkana aldırmaksızın. Ama zaten hep böyle değil miydi? Biri hep daha önce sever, daha çok sever, daha çok acı çekerdi. Hani demiş ya üstad, "Her şeyden önce ben, seni sevdim, / Biliyorum; inanırım, / Sen de beni sevdin... / Ama her şeyden önce değil." İşte tam da buydu imkansızın imkanları hiç ediş sebebi!
Leyla kızamıyordu bile. Kızsa kime kızacaktı ki zaten? Hayalinde var ettiği aslında gerçek bile olmayan birine nasıl kızılırdı ki? Hep hayallere tutunmuştu, belki de artık gerçeğe dönmenin zamanı gelmiş de geçiyordu. 27 senelik bekleyişine son vermeye karar verdi Leyla.
Sofrayı toplayıp her şeyi mutfağa taşıdı. Salatayı kapaklı bir kaba aktardı, köftelerin durduğu tabağı streç filmle kaplayıp dolaba kaldırdı. Çantasını alıp kapıdan çıkmadan önce son kez şöyle bir göz gezdirdi eve. İmkanlı-imkansız tüm olasılıkları ardında bırakıp çekip gitti Leyla. Hayat'a karışmaya mı yoksa tamamen dışına çıkmaya mı bilinmez.