Çocukluğuma dönüp bakınca güzel hatıralar bulmak, mutlu anıları buruk bir gülümseme ile hatırlamak isterdim ama...
Güzel anılarım yok mu hiç? Var ama o kadar kısa, o kadar az ki... Küçüklüğümden beri minumum mizahla ilerleyen bir dram filminde gibiyim. Annem bana hamileyken hastalanmış, ben doğduktan kısa süre sonra da ölene dek peşini bırakmayacak olan hastalığının teşhisi konmuş. Şizofreni. Hayatımızın her köşesine bulaşan, peşimizi hiç bırakmayan, o yıllarda pek de bilinmeyen, çaresi olan ama bizim anlayamadığımız, bilemediğimiz, çare olamadığımız bir illet. Önceleri annemi zavallı hasta bir kuş gibi tir tir titreten, sonraları her yaz büyük ataklar halinde gelip ne var ne yoksa yakan yıkan, hepimizi tepe taklak edip ezen bir kâbus. En acısı da yıllar sonra öğrendim ki öyle olmak zorunda değilmiş hiçbir şey. Doğru doktorla, doğru ilaçla, düzenli, stresten uzak bir hayatla her şey bambaşka olabilirmiş.
Ne zaman durup geriye baksam gözümde hep aynı sahne. 5-6 yaşlarındayım. Anneme sarılıp kıvırcık saçlarını okşuyorum "Annecim bir şey yok ki, korkma, birazdan sabah olacak." diyorum. Onun bana söylemesi gerekenleri ben ona söylüyorum geceler boyu. Yıllar geçiyor ama durum değişmiyor. Zaman aleyhimize çalışıyor sanki. Annem titreyen bir kuştan saldırgan bir kaplana dönüşüyor yıllar geçtikçe. Ben büyüyorum ama sabrım benimle büyümek yerine giderek tükeniyor. Hırçınlaşıyorum. Yaralandıkça ben de yaralıyorum.
Abla oluyorum 12 yaşımda. Bu kez durum çok ciddi. 9 aydır ilaçlarını almıyor annem hamilelik yüzünden. Eline geçen ne varsa fırlatıp atıyor, babamı eve bile sokmuyor. Babam "Yeter artık! Bitti! İstemiyorum ne Tülay'ı ne de çocukları!" diyor anneanneme. Kardeşim 14 günlük. Kimbilir kaçıncı kez anneannemin evine geliyoruz, bu ilk ayrılıkları değil ama sonuncusu oluyor. Annem yol boyu kafasındaki hayaletlerle kavga ediyor, hiç susmuyor. İlaçlar fayda etmiyor, annemi hastaneye yatırıyoruz. Kardeşimin şansızlığı 14 günlükken babasız kalıyor, 1 aylık olmadan annesiz. Gece 3-4 uyumuyor, uyumuyoruz. 3-4 yıl her yaz böyle geçiyor hemen hemen. Kardeşim yaşı geldiği halde konuşamıyor. Konuşamadığı için çok hırçın, çok yaramaz. Doktor fiziksel değil, psikolojik diyor. Adam içimizi dışımızı biliyor. Kardeşim konuştuğu gün dünyalar bizim oluyor.
Hiç mi güzel şeyler olmuyor o yıllarda? Arada olur gibi oluyor ama sonu yine kavga gürültü... Allah'tan okul var, Şehnaz var. Her fırsatta kaçıyorum evden. Şehnazlara gidiyorum. Onların evi çok sakin, çok aydınlık, kapıdan girince içime bir ferahlık geliyor ki sorma. Şehnaz'ın odasında hayallere dalıyoruz, kopuyoruz dünyadan. Saatler akmasın istiyorum ama inadına hızla akıyor. Eve dönmek çok ağır geliyor her seferinde. Yaz tatilleri var sonra. Şehnazlar Çeşme'de ev kiralıyor, onlara gidiyorum evden zorla, defalarca kez yalvar yakar izin alarak. Nefes alıyorum.
Lise yıllarımız... Şehnaz'la farklı okulları kazanıyoruz ama kopmuyoruz çok şükür. Hayat yeterince zor değilmiş gibi bir de ergenlik vuruyor. Ben de zıvanadan çıkıyorum, ben büyüdüm artık kafasıyla atarlanıyorum her şeye, herkese. Sonunda kayaya çarpıyorum, dayımla kavgaya tutuşuyorum. Sofradan, hatta evden kovuluyorum. Ananem gıkını bile çıkarmıyor çünkü biricik oğlu onun en kıymetlisi. Şehnazlar'a gidiyorum. Hatta gece orda kalıyorum sanırım. Bir şekilde eve dönüyorum ama artık evimmiş gibi gelmiyor orası. İlk fırsatta mümkün olan en uzağa gideceğim biliyorum.
Bu arada babam "Sana bir sürprizim var" diyor. "Sana arkadaş getirdim, çok sevineceksin!". Evlenmiş! Sürpriz! Kızla aramda sadece 6 yaş var. Babamla aralarında 30 yaş! Şok geçiriyorum. Neler geçmedi ki, bu da geçiyor.
Lise yıllarım çok zorlu geçiyor. İlk 2 sene iyi de son 2 sene okuldaki arkadaşlarımı kaybediyorum. Dışlanıyorum. Hatalıyım. Yalan söyleyip yakalanıyorum arkadaşlarıma. Affetmiyorlar. Yapayalnız kalıyorum okulda bir anda. Başka arkadaşlarım oluyor ama pişmanlığım çok ağır geliyor. Dayanıyorum çünkü Şehnaz var, Soner var, Esra var.
Lise bitiyor. Hayatımın en güzel yazlarından biri. Ama tabi dram yine eksik olmuyor. Yine bocalıyorum, yine hatalar yapıyorum. Çünkü bir parça sevgi kırıntısı peşinde, ufacık bir bakışta, bir gülüşte umutlanıyorum. Eve dönüyorum. Sınav sonuçları açıklanıyor. Başarıyorum. Evden en uzağa gitme hayalime ulaşıyorum. 8 tercihten 3.süne, İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümüne yerleşiyorum. Evde ölümcül bir sessizlik. Ev halkı İzmir'de okuyacağımı, evden gidip geleceğimi sanırken ben kalkmış İstanbul'a gidiyorum. Kimse tebrik etmiyor, hatta yüzüme bile bakmıyorlar. Olsun. Ben hayalime kavuşuyorum ya gerisi çok da önemli değil.
O zamanlar göremiyorum ama şimdi tokat gibi çarpıyor yüzüme. Evden kaçıyorum ama annemi en büyük kabusuyla, çocuklarından uzak kalma korkusuyla baş başa bırakıyorum. O güne dek az da olsa paylaştığım, annemin ve kardeşimin sorumluluğunu tümüyle anneannemin omuzlarına yıkıyorum. Kardeşim zaten yarı yarıya annesiz-babasızdı, bir de ablasız bırakıyorum onu. O zaman tabi ki tüm bunlar aklıma bile gelmiyor evden kurtulacağım, özgür olacağım coşkusuyla.
İstanbul'a geliyorum. O kadar büyük ki... Kimsem yok. Ağlıyorum. Çok ağlıyorum. Eve dönmek istiyorum. Anneannem resti çekiyor: "Eve dönersen gelen ilk görücüye veririm. Kendin ettin, kendin buldun. Çek şimdi cezanı! Okulunu bitirmeden gelirsen evlenir, evinin hanımı olursun." diyor. Dönemiyorum. Sonra yine Şehnaz yetişiyor imdadıma. "Oktay da İstanbul'da. O da sıkılıyor. Buluşsanıza!" diyor. Söylerken farkında değil belki ama hayatımı kurtarıyor. Oktay'la buluşup Şehnaz'dan bahsediyoruz. İkimiz de Şehnaz'ı özlüyoruz. Sonra Derya giriyor resme, sonra Pınar. Oda arkadaşlarım var Gülcan, Birsen, Zeynep. Hayat çekilir hale geliyor yeniden yavaş yavaş.
Evi düşünmemeye çalışıyorum çünkü düşününce boğazımda bir yumru oluyor. En çok da kardeşimi özlüyorum. Daha 6 yaşında. Tatillerde eve gittiğimde birlikte uyuyoruz, sımsıkı sarılıyor gece boynuma. Okula dönmek için otobüse bindiğimde hıçkırarak ağlıyor arkamdan. Kalbimin bir parçası orda kalıyor ama diğer parçası kanatlanıp uçuyor özgürlüğe.
Sonra Evrim giriyor hayatıma. Tanıştığımız gecenin sabahında anneanneme anlatıyorum. "Anneanne, evleneceğim adamla tanıştım ben dün gece!" Anneannem "Tabi kızım, tabi öyledir." diye yarı alaycı bir tavırla geçiştiriyor beni. Ama ben vazgeçmiyorum. "Ya ciddiyim anneanne!" diye anlatıyorum da anlatıyorum Evrim'i. Bu mutluluk da çok sürmüyor tabi ki. Hayat nefes almayı hep çok görüyor bize.
Derya'nın doğum günü için Taksim'e gidiyoruz. Annemle telefonda konuşuyorum. Aradan 10 dk geçmiyor, teyzem arıyor. "Rüya, annen fenalaştı. Hastaneye kaldırdık. Gel." Anlıyorum. Anlıyorum ama kabullenemiyorum. Annem daha 41 yaşında ve az önce konuştuk telefonda. 10 saatlik yol beni annemin ölümünü kabullenmeye hazırlamıyor. Her saniye yok canım, olamaz diyerek gidiyorum. Neden mi 10 saat? Çünkü uçağa binmek aklıma gelmiyor, otobüsle gidiyorum. Dayım karşılıyor beni. Eli, yüzü, gözleri kıpkırmızı. Kendini tutmaya çalışıyor, en azından eve gidene dek ama ne mümkün! Çakmak çakmak, yeşil yeşil gözlerinden pıtır pıtır yaşlar dökülüyor.
Annemi o soğuk mermer taşta görüyorum ertesi gün. Uyuyor sanki. Sarılıyorum buz gibi bedenine. Uyan anne diyorum. Sonrası yok. Sonrası safi pişmanlık. Bırakıp gittiğim için pişmanlık, o kadar yalvardığı günlerde çıkıp birlikte bir fincan sahlep içmediğim için pişmanlık, sevdiğim adamı ona anlatmadığım, hiç anlatamayacağım için pişmanlık, o hasta haliyle kendi evine taşınsın biz de anneannemin evinde rahat edelim diye zorladığım için pişmanlık, evine gidip de bu gece benimle kalın dediği halde kalmadığımız için pişmanlık... Hastalığını anlamaya çalışmadığım için, çare olamadığım için, hastalıkla boğuşarak geçirdiği 21 senede ona nefes alacak alan veremediğim için pişmanlık... Öylesine bir pişmanlık ki yakıp yıkıyor, eziyor içimi. Ama ne fayda? Son pişmanlık fayda etmiyor!
Kardeşim 8 yaşında. Kimse anlatmak istemiyor olanları. "Rüya sen ablasısın, sen anlat" diyorlar. 20 yaşındayım. Nasıl anlatılır ki 8 yaşında bir çocuğa annesinin öldüğü? Bilmiyorum. Bir şeyler geveliyorum. Kardeşim, "Abla neden?" diyor. "Annem neden bizi bırakıp gitti? Biz n'apcaz şimdi? Beni okula kim götürecek?" İsteyerek gitmediğini, elinde olsa asla bizi bırakıp gitmeyeceğini anlatıyorum. Kardeşim bir an duruyor. Hiç beklemediğim şeyler söylüyor. "Şimdi bizim daha çok çalışmamız lazım değil mi abla? Anneleri bırakıp gitti, çocuklar kötü oldu demesinler diye çok çalışmamız lazım değil mi?" diyor. "Doğru söylüyorsun ablam. Aynen öyle." diyorum zorlukla yutkunarak. Hayat 8 yaşındaki kardeşimi acımasızca bir anda büyütüyor. Tam o anda, tam orada.
Ölüm geçiyor ama acısı dinmiyor. Çok geçmeden anneanneme inme iniyor. Allah'tan kardeşim evde hemen teyzemi arıyor, ambulans geliyor. Sol tarafında kalıyor felç anneannemin. "Keşke ölsem de kurtulsam" diyor bir an ama hemen arkasından "Ölemem. Kağan var, onu büyütmem lazım. Rüya kendini kurtarana kadar dayanmam lazım." diyor. Dayanıyor da gücü yettikçe. Kardeşimin 14. yaş gününden 2 gün önce kardeşimi sayıklayarak kapatıyor gözlerini hayata. Aynı günün sabahı ayağımı kırdığım, alçılı ayakla koltuk değneklerine mahkum olduğum için cenazesine bile gidemiyorum. Zaten Allah biliyor ya gidecek, bir sürü insanı görecek, evdeki gereksiz kalabalıkla uğraşacak gücüm de yok. Neredeyse şükrediyorum ayağımı kırdığıma. Allah'tan kardeşim de babamla, haberi olmuyor tüm bu olanlardan. Ama anlatmak yine bana düşüyor.
Babamla kardeşim İstanbul'a geliyor. Ayağım kırık olduğu için Evrimler'de kalıyorum. Kardeşim ve babam da oraya geliyor beni görmeye. Kardeşim'e "Ablam gel sana bir şey söylemem lazım." diyorum. Başlıyor ağlamaya, "Abla, söyleme! N'olur söyleme!" diyor. Biliyor, anlıyor. Zaten başka ne olabilir ki. Ne kaldı ki hayatta anneannemizden başka! Artık o da yok işte! Sarılıp ağlıyoruz saatlerce. O gün orada çok ilginç bir şey daha oluyor. Evrim'in babası "Hadi Rüya, sen bize bir kahve yapıver kızım." diyor. Ayağım alçıda, tekerlikli ofis sandalyesi ile hareket ediyorum evin içinde. Kahveleri Evrim'in annesi pişirip bana veriyor. Ben o tekerlekli sandalye ile içeri taşıyorum tepsiyi. Sonra o bilindik sözlere geliyor sıra:
"Biz bu yaz gelip Rüya'yı sizden, anneannesinden isteyecektik. Ama kader. Şimdi hazır biraradayken Allah'ın emri, peygamberin kavliyle kızınız Rüya'yı oğlumuz Evrim'e istiyoruz".
Babam hoşnutsuz. "Böyle de olmadı ama n'apalım madem. Yapacak bir şey yok. Zaten onlar çoktan anlaşmışlar" diyor. Kahveler içiliyor. Bu konuda böylece kapanmış oluyor. Kırık ayakla damat evinde isteniyorum. Dünya tarihinde bir ilk yaşanıyor belki de diye dalga geçiyorum içimden. Hiç böyle hayal etmemiştim ama zaten kim böyle bir şeyi hayal edebilir ki?
Bundan sonrası nispeten daha aydınlık günler. Kağan önce teyzemle, sonra babamla yaşıyor bir süre. Evrim'le evleniyoruz, Arya doğuyor. Kağan da bizimle yaşamaya başlıyor. Evrim askerdeyken ona yazdığım hayallerim gerçek oluyor. Sonrası zaten yakın zaman. Yıllar sakin geçiyor öncekilere nispeten. Sonra geçen sene kanser çalıyor kapımı birden. Ama şükür çok kalmıyor. Apar topar girilen bir ameliyatla bye bye diyerek gönderiyoruz kanseri. Geri gelmediğinden emin olmak için 2 ayda bir doktor kontrolüne gitmek gerekiyor. Ama olsun her işte bir hayır vardır. Hayatıma yeni insanlar giriyor, hala iyi insanların olduğunu bilmek iyi geliyor. Sonra Ankara bilmediğim bir şehir ismi olmaktan çıkıyor artık, yavaş yavaş sevdiğim bir şehir oluyor.
Yani demem o ki hayat sarsıyor, itip kakıyor ama yıkılmaya da izin vermiyor. Arkada düşünmemiz gereken birileri oldukça devam etmek için gereken gücü damarlarımızdaki kanda buluyoruz belki de bir şekilde.
Geriye dönüp bakınca mutlu anılar bulamıyorum pek ama yine de her şeyin içinden sıyrılıp çıkıp gelmiş olduğuma seviniyorum.Yolda düştüğümde elimden tutanlar olduğu için, onları hatırlayarak gülümsüyorum yine de.
Edit: Hatırladığım 3-5 güzel anım da başka bir yazının konusu olsun. Mesela anneannemin muhteşem yemekleri, sobanın üzerinde kızarmış ekmekle yaptığımız kahvaltılar, büyük dayımın terasında koşturup oyunlar oynadığımız akşamlar, gecenin karanlığına kadar sokakta oyun oynayarak geçirdiğim okul öncesi yıllar...