Düşmek çok acı, uçmak çok güzel!
Hayat kısa,
Kuşlar uçuyor!
Cemal Süreya
DBE'ye selam olsun! Dostlar olmasa nefes alamaz insan. İyi ki varlar!
Pazartesi, Aralık 30, 2019
Pazar, Aralık 29, 2019
Neden Yazıyoruz?
Genelleme yapmak doğru mu bilmiyorum ama herkesin yazma ihtiyacının arkasında benzer bir dürtü olduğunu düşünüyorum. En derinde kendimizi değerli hissetmek istiyoruz. Yazmak bir nevi "Söyleyecek sözüm, anlatacak hikayem var." hissinin dışa vurumu bence. "Kimse okumasa da ben yazayım" ya da "Gerçekten birileri okusun diye yazmıyorum" diyenler de çıkacak biliyorum ama işte kabul edelim ki birileri okuyup beğenince iyi geliyor bir çoğumuza. Anlatmak, anlaşılmak, yaraları sarmak, iyileşmek ve belki bir ihtimal kendimiz gibi olan başka birilerini de iyileştirmek istiyoruz.
Yalnız olmadığımızı bilmek istiyoruz. Birileri çıkıp "Ben de geçtim o yollardan, dayan, bitecek!" desin ya da "Bak ben de aynı yoldan geçiyorum." desin, elimizi tutsun istiyoruz bence içten içe. Anlattığımız hikayelerin sahiplerini arıyoruz kimi zaman, kimi zaman geçmişte kalmış tanıdık bir yüzün peşine düşüyoruz yeniden.
Geçmişi özleyip yazıyoruz, hayallere kapılıp yazıyoruz. Bazen umudumuzu, bazen umutsuzluğumuzu paylaşmak için yazıyoruz. Sebepler görünür de değişiyor ama temelde hayatla başa çıkmak için, "Ben burdayım!" demek için yazıyoruz. Faniliğimiz ağır geliyor, gitmeden dünyada bir iz bırakmak için, yaşamamızın bir anlamı var demek için yazıyoruz.
Madem yazmaktan bahsettik, ben yazmazsam siz yazın. Arada bir iki satır olsa da yazmalı insan.
Sabah kulağımda bu türkü ile uyandım. Yazıya uysa da uymasa da bugün ruhumun gıdası bu türkü.
Cumartesi, Aralık 28, 2019
Bir Katil, Bir Maktül
Kalp ve mantığı bir odaya koyup gitmişler; dönüşte bir katil, bir maktül bulmuşlar.
Pazartesi, Aralık 23, 2019
Sonsuzlukta Aşk*
Çok yorulmuştu yaşlı kadın. Tüm evi silmiş süpürmüş, çeri çöpü toplayıp atmıştı. Bir oh çekip rahat bir nefes alacaktı ki kapı çaldı. Kimseyi beklemiyordu. Gidip açtı kapıyı; kimsecikler yoktu kapıda. Tüm sokak kış uykusuna yatmışçasına sessiz ve sakindi. Kapıyı kapatıp yorgun, yavaş ama kararlı adımlarla içeri girdi.
İki göz oda, bir mutfak, bir banyo, küçük bir sofa** ve karo bile döşenmemiş çıplak beton küçük bir holden ibaretti tek katlı ev. Beton holden geçip sofaya çıktı; mutfaktan bir bardak su alıp yatak odasına yöneldi. Yatağının ucuna bıraktı su bardağını; ömürlük kitabını aldı eline. Parmakları ezbere biliyordu sayfaları. En sevdiği kısmı açıp okumaya başlamıştı ki kapı tekrar çaldı. Kitabı bırakıp ayaklandı. Başı döndü birden. Hızlı kalkmış olmalıydı. Duvara tutunarak önce sofayı geçti sonra holü; kapıyı açtı. Yine aynı sessizlikle karşılaştı boşlukta. Kimse yoktu.
Çıkmaz bir sokaktaydı kadının evi. Sokağın başında bir bakkal vardı; sonunda da Ünzile'nin Emine. Tüm çocukları tanıyordu sokaktaki, hiçbiri böyle bir şey yapmazdı. Emindi. Yabancı çocuk olsa zaten sokağın başından içeri giremezdi. Bakkal Rıza şeceresini*** çıkarmadan, soyunu sopunu öğrenmeden salmazdı sokağın içine kimseyi. "Hayırdır inşallah" diyerek içeri girdi kadın yine. Öylesine yorgundu ki bu kez odasına gitmeye yetmedi mecali. Oturma odasındaki divana bıraktı bedenini. Az sonra derin bir uykuya daldı. Derin uykunun peşine derin rüyalar takılır. Kadın, yıllar öncesindeydi artık. Yeniden gençti. Başında kavak yelleri, gözlerinde gençlik ateşi... İzmir fuarındaydı. Her yer ışıl ışıl, üzerinde zümrüt yeşili, farbalalı bir elbise, kumral dalgalı saçları omuzlarına dökülmüş. Rüyanın en can alıcı kısmı gelmek üzereydi. İşte! Orada! Pamuk helva tezgahının önünde. İlk göz ağrısı, ilk ve son kalp sızısı. Ömrünün kağıt kesiği.
Yengesi ve dayısı ile gelmişti fuara. Onlar komşularıyla gezerken, genç kız küçük kuzenlerine göz kulak oluyordu. Çocuklar pamuk helva tezgahını görünce eteklerini çekiştirmeye başlamıştı. Kendini bir anda O'nun tam yanında buluverdi. İlk kez bu kadar yakındı yabancı bir erkeğe. Gözleri bir anlığına birbirine değmiş, içleri titremiş, dünya durmuş, tüm sesler susmuştu. Ondan sonrası çorap söküğü gibi gelmişti. Dayısı ile yengesi komşularıyla yanlarına gelmiş, komşuları delikanlının tanışı çıkmıştı. Talihin böylesi! Çok geçmeden komşular aracı olmuş; kız isteme, söz kesme derken, gençler evlenivermişti. Terziydi delikanlı, kızımız da biliyordu dikiş nakış. Birlikte çalıştılar senelerce yan yana, göz göze, diz dize.
"Dünyada bulunmaz böyle mutluluk!" diyordu onları gören bilen. "Bizim muhabbet kuşları geçiyor" diyordu komşuları her akşam el ele eve giderlerken. Birbirlerine bakarken ışık saçıyordu gözleri, bedenleri, ruhları. Dünyayı aydınlatıyordu içlerinden taşan sevgileri. Yıllar geçtikçe bir ufak gölge düştü ışıklarına. Evleri şenlenmedi çocuk sesleriyle ama yas evine de dönmedi hiç bir zaman. Aşklarına baktılar bir çocuk gibi, günden güne besleyip büyüttüler özenle. Ama her güzel şey bir gün bitermiş. Çok sürmedi bu güzel rüya. İş dönüşü sarhoşun biri çarptı arabasıyla adama. Çarptı ve kaçtı. Kimse görmedi, kimse duymadı. Adam oracıkta can verip öldü; kadın, olanları öğrenince.
Canına kıymak istedi kadın önce ama yapamadı. Günahtı. Öyle öğrenmiş, öyle bilmişti. Takdir-i İlahi böyleyse kabul etmekten başka ne gelirdi elden? Ecel kapıyı çalana dek yaşadı kadın. O gün geldi Ecel kapıya; iki kez çaldı kapıyı ama vakit tamam değildi. Ne zaman ki kadın daldı derin uykuya ve gitti aşkın vuku bulduğu o mucizevi ana; işte o anda gelip açık camdan giriverdi içeri ecel. Aşıkların göz göze geldiği o anda verdi kadın son nefesini. Tam o anda başladı hiç bitmeyecek bir rüya. Aşıklar kavuştu sonsuzlukta! Yeniden aydınlattı aşkları tüm dünyayı! "Dünyada bulunmaz böyle mutluluk!" diyor sonsuzlukta onları görenler.
Bu şarkı Youtube'ta "otomatik oynat"tan çıktı hikayeyi yazarken. Hikayeyi bambaşka bir yere götürdü. İlk kez dinledim şarkıyı. Kader mi diyelim, tesadüf mü bilmem ama bu hikaye böyle bittiyse sebebi bu şarkı :)
*Sonsuz Aşk'a inanmıyorum ama sonsuzlukta yaşanan bir aşk döngüsü olabilir belki. Ya da sadece şu yukarıdaki şarkının pozitif etkisi ile uykusuzluğun yan etkileri birleşmiş de olabilir tabi :)
**Sofalar: Sofa, odalar arası ortak bir mekandır. Türk evinin en karakteristik ögelerinden biridir. Bütün oda kapıları sofaya açılır. Sofanın kenarda, arada ve ortada yer almasına göre değişik plan tipleri ortaya çıkmıştır. Hikayede bahsi geçen ev orta sofalı bir evdir.
**Sofalar: Sofa, odalar arası ortak bir mekandır. Türk evinin en karakteristik ögelerinden biridir. Bütün oda kapıları sofaya açılır. Sofanın kenarda, arada ve ortada yer almasına göre değişik plan tipleri ortaya çıkmıştır. Hikayede bahsi geçen ev orta sofalı bir evdir.
Orta Sofalı Plan Tipleri: Bu tip, diğerlerine nazaran daha geç uygulanmaya başlanmıştır. 18. ve 19. yüzyıllarda İstanbul’da saray, kasır, köşk gibi orta sofa çok değişik ve ilginç biçimler almış, böylece ev tasarımına zenginlik kazandırmıştır. Sofanın ortaya alınması ile ev planları daha çok kare veya kareye yakın dikdörtgenler haline dönüşmüştür. Binanın dört köşesine dört oda yerleştirilmiş, oda aralarına da merdiven, eyvan, hale, kiler, mutfak gibi servis mekanları getirilmiştir. Sofa önceleri dört köşe iken, zamanla köşeler pahlandırılmış, sekizgen, çokgen, oval veya eliptik şekiller oluşmuştur. Sofanın muhafazalı olması evin iyi ısıtılabilmesine imkan sağlamış, bu da soğuk bölgeler için tercih sebebi olmuştur. (http://www.turkosfer.com/geleneksel-turk-evi/)
***Soyağacı. (Oldum olası "secere" olarak bildiğim kelimenin aslı "şecere"ymiş. )
Pazar, Aralık 22, 2019
100'den 0'a 1 saniye
Belki daha önce anlatmışımdır size. Ben kimseye güvenmem durduk yere. Benim için güven kazanılması gereken bir şeydir saygı gibi. Bahsettiğim güven aklınıza ilk gelenden daha öte. Ben insanların iyi olma olasılığına güvenmem. İnsan deyince tüylerim diken diken olur. Evet, evet kişi kendinden bilir işi. Doğru. Zaten ben pek "Bana güven" demeyi de sevmem.
Yıllar içinde sıfır güvenle başlayıp zaman içinde yüze çıkan dostlarım oldu. Yüzden sıfıra 1 saniyede düşenler de azımsanacak gibi değil. Ama hiç birinde çok şaşırmadım. Kimseye bel bağlamamak gerektiğini çok küçük yaşta öğrendim. Şimdi tüm bunları niye yazıyorum peki?
Dün bir arkadaşıma bir kararımı anlattım. "Haklısın, bu konuda seni desteklemek için elimden geleni yapacağım." dedi. Bu süreçte yapmaması gerekenleri özellikle belirttim. Sonra üstünden 1 gün bile geçmeden kararımdan dönmem için beni kışkırtmaya başladı. Ama açık açık da değil. Yüzüne vursam, "Ne alakası var canım? Sen yanlış anlamışsın!" denilecek cinsten bir kışkırtma. Niye yaptı? Kendi için. Aldığım karar onu da etkilediği için. Zor olduğu için. Kızgın mıyım? Hayır. Şaşırdım mı hayır? Aslında sevindim bile. Çünkü bu davranışla aldığım kararın doğruluğunu bir kez daha anladım. 100 değildi ama yavaş yavaş da olsa 70'i geçmişti, sıfıra inmesi 1 saniyeden az sürdü.
Tüm bunların yanında istisnalar yok mu? Var. İki elin - belki de bir - parmak sayısını geçmez. Ama iyi ki varlar da insanlıktan umudumu tamamen kesmiyorum.
Cumartesi, Aralık 21, 2019
Dönüş Yolu
Dönüş yolu boyunca dizindeki acıyı sonuna kadar hissetti adam. Dizinin içini canlandırdı zihninde. Her bir dokuyu, her bir hücreyi. Menüsküs demişti doktor. Koşmak yok, halı saha maçları yok, diğer sporlar da yok hatta yürüyüş bile yasak. "Öl" demişti sanki doktor. Zihni bir an donar gibi olmuştu, o kısacık anda dizinin acısı dinmişti. Ama bitmişti o kısacık an, geçip gitmişti. Acı geçip gitmedi; geri geldi.
Doktorun muayenesinden çıkıp arabasına ne ara gitmişti bilinmez ama şimdi yılların kazandırdığı refleksleri ile bedeni arabayı sürerken, benliği dizinde dokuların, damarların, etin, kemiğin içinde geziniyordu. Tam olarak neredeydi bu Allah'ın belası menüsküs acaba? Zihni bir bulsa iyileştirecekti sanki oracıkta tüm hasarı. Ama ne mümkün bulamıyordu işte. Ah keşke biraz anatomi bilgisi olsaydı! O zaman belki ulaşırdı zihni şu acının tam köküne. Ne yazık ki tıp okumak yerine mühendislik okumayı tercih etmişti.
Mühendislik okuyup mutlu olan çoktu ama O değildi. Şansını hep başka yerlerde denedi. Olmadı. sonunda kendini Baş Mühendis olarak buldu kaçmak için çırpındığı onca seneye rağmen. Ne zaman yola düşse önüne setler çeken Hayat, şimdi de nefes almak için açtığı ufacık pencereyi kapatmaya çalışıyordu. Bu ilk uyarı değildi. Hayat onu daha önce de köşeye sıkıştırmış sonra da kaçmak için attığı her adımın önüne set çekmişti.
2 bira içip arabayla gezmeye çıktığı akşam polis durdurmuş, ehliyetini kaptırma korkusu ile alt üst olup şans eseri geçmişti kontrolden. Kaçma girişimlerine ara vermişti bir süre ama yine dayanamayıp yolda bulmuştu kendini. Bu kez de çok yakın bir aile dostu yolda yakalayıp binivermişti arabasına "Beni de eve bırakır mısın geçerken? diyerek. Nereye gittiğini sormamıştı bile. Bir başka kaçma denemesinde şirketin müdürüne yakalanmış, kaçamadığı gibi ekstra bir iş yüklenmişti omuzlarına.
Kaçmaya çalıştıkça daha da sıkıştığını görünce kaçmak yerine spor yapmaya başlamıştı. "Spor yaptıkça ciğerlerim açılır, nefes alırım, hem kafam da dağılır sporla uğraşırken." demişti. Ama işte yine yolunu tıkamıştı Hayat. Koşmayı bile çok görüyordu. Oysa ne çok sevmişti koşmayı. Sabahın sessizliğinde, muhteşem gün batımlarında, gecenin karanlığında... Koştukça açılmış, açıldıkça koşmuştu. Kendini hiç bu kadar özgür hissetmemişti. Bunu fark ettiği an korkmuştu. Hayat anlamasın diye saklamaya çalıştı hislerini. Bıraktı koşmayı.
Şirketteki çalışanlar her hafta halı saha maçı yapıyordu. "Bu hafta ben de geleyim" dedi. Şaşırdı çalışanlar ama geri de çevirmediler. Sahada koşuyordu, maç pek umurunda değildi başlarda. İlk golünü ayağına gelen topa dümdüz öylesine vurarak attı. O hafta maçı kazandılar. İçinde yine aynı heyecanı, özgürlük hissini duydu. Yine korktu. Hayat yanına koymazdı bunu. Bu kez vazgeçemedi, her hafta gitti halı saha maçlarına. Bir hafta düşüp omzunu sakatladı. Aldırmadı. Diğer hafta ayağına bastı bebek mezarı gibi kocaman kramponları olan bir iş arkadaşı. Durmadı.
Hafta sonları doğa yürüyüşü yapan arkadaşları vardı. Onlara dedi bu kez de "Bu hafta ben de geleyim" diye. Yürüyüşün 20 km süreceğini bilse demezdi belki de. Ağrıyan omzu, acıyan ayağı ve Hayat hissettiği bir parça özgürlüğü elinden almasın diye korkuyla çarpan kalbi ile yürüdü 20 km'yi. Yürüyüşü tamamladığında her şeyi yapabilecek gibi hissediyordu kendini. Hayat'a kafa tutabilirdi. Öylesine özgürdü ki... Öylesine coşkulu... Saklayamadı Hayat'tan.
Yürüyüşten döndüğü gece hissetti ilk kez dizindeki acıyı. "Eee çok zorladın kendini! Bu yaştan sonra senin neyine dağ tepe 20 km yürümek?" demişti kardeşi. Bu yaştan sonra mı? Sahi kaç yaşındaydı ki? En son 27-28 diye hatırlıyordu. Şöyle kabaca hesapladı 45, hayır 46 olmuştu! Ama nasıl akıp geçmişti şu Hayat? Köşe kapmaca mıydı yoksa kedinin fareyle oynadığı acımasız bir oyun muydu tüm Hayat?
Tüm bunları 1 saatlik dönüş yolunda düşündü. Dizinin içinde, etin, kemiğin arasında kaybolan, damarlarındaki kanın her bir damlasında boğulan zihni yüzeye çıkmak için yön değiştirmiş; maziye dalmış; her şeyi en başından ele almıştı. O an karar verdi. 10 gün boyunca yatacak, doktorun verdiği ilaçları kullanacak ve 10 günün sonunda Hayat'a inat koşacaktı. Varsın atın ölümü arpadan olsundu!
Doktorun muayenesinden çıkıp arabasına ne ara gitmişti bilinmez ama şimdi yılların kazandırdığı refleksleri ile bedeni arabayı sürerken, benliği dizinde dokuların, damarların, etin, kemiğin içinde geziniyordu. Tam olarak neredeydi bu Allah'ın belası menüsküs acaba? Zihni bir bulsa iyileştirecekti sanki oracıkta tüm hasarı. Ama ne mümkün bulamıyordu işte. Ah keşke biraz anatomi bilgisi olsaydı! O zaman belki ulaşırdı zihni şu acının tam köküne. Ne yazık ki tıp okumak yerine mühendislik okumayı tercih etmişti.
Mühendislik okuyup mutlu olan çoktu ama O değildi. Şansını hep başka yerlerde denedi. Olmadı. sonunda kendini Baş Mühendis olarak buldu kaçmak için çırpındığı onca seneye rağmen. Ne zaman yola düşse önüne setler çeken Hayat, şimdi de nefes almak için açtığı ufacık pencereyi kapatmaya çalışıyordu. Bu ilk uyarı değildi. Hayat onu daha önce de köşeye sıkıştırmış sonra da kaçmak için attığı her adımın önüne set çekmişti.
2 bira içip arabayla gezmeye çıktığı akşam polis durdurmuş, ehliyetini kaptırma korkusu ile alt üst olup şans eseri geçmişti kontrolden. Kaçma girişimlerine ara vermişti bir süre ama yine dayanamayıp yolda bulmuştu kendini. Bu kez de çok yakın bir aile dostu yolda yakalayıp binivermişti arabasına "Beni de eve bırakır mısın geçerken? diyerek. Nereye gittiğini sormamıştı bile. Bir başka kaçma denemesinde şirketin müdürüne yakalanmış, kaçamadığı gibi ekstra bir iş yüklenmişti omuzlarına.
Kaçmaya çalıştıkça daha da sıkıştığını görünce kaçmak yerine spor yapmaya başlamıştı. "Spor yaptıkça ciğerlerim açılır, nefes alırım, hem kafam da dağılır sporla uğraşırken." demişti. Ama işte yine yolunu tıkamıştı Hayat. Koşmayı bile çok görüyordu. Oysa ne çok sevmişti koşmayı. Sabahın sessizliğinde, muhteşem gün batımlarında, gecenin karanlığında... Koştukça açılmış, açıldıkça koşmuştu. Kendini hiç bu kadar özgür hissetmemişti. Bunu fark ettiği an korkmuştu. Hayat anlamasın diye saklamaya çalıştı hislerini. Bıraktı koşmayı.
Şirketteki çalışanlar her hafta halı saha maçı yapıyordu. "Bu hafta ben de geleyim" dedi. Şaşırdı çalışanlar ama geri de çevirmediler. Sahada koşuyordu, maç pek umurunda değildi başlarda. İlk golünü ayağına gelen topa dümdüz öylesine vurarak attı. O hafta maçı kazandılar. İçinde yine aynı heyecanı, özgürlük hissini duydu. Yine korktu. Hayat yanına koymazdı bunu. Bu kez vazgeçemedi, her hafta gitti halı saha maçlarına. Bir hafta düşüp omzunu sakatladı. Aldırmadı. Diğer hafta ayağına bastı bebek mezarı gibi kocaman kramponları olan bir iş arkadaşı. Durmadı.
Hafta sonları doğa yürüyüşü yapan arkadaşları vardı. Onlara dedi bu kez de "Bu hafta ben de geleyim" diye. Yürüyüşün 20 km süreceğini bilse demezdi belki de. Ağrıyan omzu, acıyan ayağı ve Hayat hissettiği bir parça özgürlüğü elinden almasın diye korkuyla çarpan kalbi ile yürüdü 20 km'yi. Yürüyüşü tamamladığında her şeyi yapabilecek gibi hissediyordu kendini. Hayat'a kafa tutabilirdi. Öylesine özgürdü ki... Öylesine coşkulu... Saklayamadı Hayat'tan.
Yürüyüşten döndüğü gece hissetti ilk kez dizindeki acıyı. "Eee çok zorladın kendini! Bu yaştan sonra senin neyine dağ tepe 20 km yürümek?" demişti kardeşi. Bu yaştan sonra mı? Sahi kaç yaşındaydı ki? En son 27-28 diye hatırlıyordu. Şöyle kabaca hesapladı 45, hayır 46 olmuştu! Ama nasıl akıp geçmişti şu Hayat? Köşe kapmaca mıydı yoksa kedinin fareyle oynadığı acımasız bir oyun muydu tüm Hayat?
Tüm bunları 1 saatlik dönüş yolunda düşündü. Dizinin içinde, etin, kemiğin arasında kaybolan, damarlarındaki kanın her bir damlasında boğulan zihni yüzeye çıkmak için yön değiştirmiş; maziye dalmış; her şeyi en başından ele almıştı. O an karar verdi. 10 gün boyunca yatacak, doktorun verdiği ilaçları kullanacak ve 10 günün sonunda Hayat'a inat koşacaktı. Varsın atın ölümü arpadan olsundu!
Perşembe, Aralık 19, 2019
Kara Orman (Vol. 2)
Bir yanım bahar bahçe, yeni açan tomurcuklar... Bir yanım kim bilir kaç kez gölgesine sığındığım koca gövdeli köklü çınarlar... Tam ortasında ben, bir garip Kara Orman. Bir yanım yeni açan tomurcuklara öykünür, bir yanım köklü çınarın gölgesine, sakinliğine, heybetine muhtaç.
Çarşamba, Aralık 18, 2019
Çalıntı Sayılabilecek Bir Hikaye*
*Günlerdir kapımı çalmıyor ilham ama yazmak istiyorum. Daha önce de yaptığım gibi DBE'nin ilhamına ortak çıkıp komşuda pişer bize de düşer diyeceğim bir kez daha. Aşağıdaki öykü DBE'nin son hikayesini okuyunca kağıt kalemi alıp küçücük bir deftere karaladıklarımdan ibaret. Çaydan kahveden girip kelebeklerden öküzlere vardım; sonunda bir uçurtma olup uçmakta buldum çareyi :)
Kadın kahve seviyordu. Şekersiz, sütlü. Hoş, yıllar önce şekerli içerdi ama başka bir zaman diliminde, başka bir aşktı ona şekeri bıraktıran. Adam "çay sever"lerdendi. "Kahveyle işim olmaz" demiyordu da işte gönlü çaydan yanaydı. Kadın bu kadar kırılgan, bu kadar eleştiri düşmanı olmasa "Aman canım, ne buluyorsun şu kahvede?" diyecekti belki de. Ama çaydan yana olan naif gönlü el vermiyordu kadını üzmeye. Konu her açıldığında "Canım kahvenin de kokusu güzel gerçekten." diyordu.
"Sana aşık falan değilim ama seni görmezden de gelemiyorum" demişti adam bir defasında. Uzun bir ayrılıktan sonra ilk kez görüşüyorlardı. Giderken kadın acıtmıştı adamın canını; dönüşte adam iade-i ziyaret yapmıştı elinde bir paket kalp acısı ile. Düşününce hak vermişti kadın adama. Bu kalp acısı ne ilki ne de sonuncusu olacaktı.
Biliyordu kadın. Bunun sonu yoktu. Her aşkın sonu vardı, her aşk bitiyordu ama bazı aşkların bitmek için fırsatı olmuyordu. Kelebeklerin birer birer hiçliğe gidişini beraber izlemeyince insan baharın bittiğine inanamıyordu. Hani çok sevdiğiniz bir akrabanızı kaybedersiniz de öldüğüne inanamaz, onu hep son gördüğünüz halindeki gibi kanlı canlı hatırlarsınız ya... Öyleydi bazı aşkların ölümü de. Sanki ölmemiş, son nefesini vermemiş, hala kalbi çarpıyormuş gibi... Ama biliyordu kadın her aşk biterdi eninde sonunda. Bu yüzden yutuyordu acıyı en tatlı şarapmışçasına. Yeter ki şu kelebekler gidene dek beraber kalsınlardı. Sonrası nispeten kolaydı, izleyecek kelebek olmayınca herkes dönüp kendi yoluna gidebilecekti. Ama o kelebekler böylesine güzelken, dansları hala devam ederken arkalarını dönüp gitmeleri mümkün görünmüyordu.
Sabahları göğsüne oturan bir öküzle uyanıyordu kadın. Sonra yavaş yavaş kendini avutuyor; öküzü kandırıp gönderiyordu dış dünyada kalp ağrısından sorumlu öküzlerin bekleştiğini düşündüğü hayali bir platoya. Kadın geceyi seviyordu, adam uykuyu. Kadına gündüz uyanık olmak ağır geliyordu, adama uykusuz geceler. Farklı zaman dilimlerine aittiler adeta. Kadının hayatı başlarken adam uykuya dalıyor, adam yaşarken kadın ölüyordu. Bazı akşamlar adamın göğsüne oturuyordu aynı öküz. Aynı öküz olduğuna emin olmuşlardı çünkü hiç ikisine aynı anda gelmiyordu. Bir de ağrısı, acısı, ağırlığı aynıydı. Demek ki her aşka bir öküz tayin ediliyor, o öküz aşıkların göğüsleri arasında mekik dokuyordu. Ne biçim aşktı bu? Bir kelebekler uçuşuyor, bir öküz oturuyordu göğüs kafeslerine. Dengelerinin bozulması normaldi bu koşullar altında. Zaten aşk ne zaman akıl kârıydı ki şimdi öyle olsundu?
Önce sonbahar bitti. Biterken epeyce bozdu hava. Yağmur, çamur, fırtına indi gökten yere. Kışı sevmeyi öğrendi kadın caanım sonbahar kadar olmasa da. Sonbahar bitince bu aşk da biter diye beklemişti oysa. Ama belli ki hayat mevsimleri sil baştan öğretmeye karar vermişti kadına. İlkbaharla başlayan bu serüven kış bitmeden bitmeyecekti belli ki. Zorla güzellik olmuyordu. Aklının iplerini saldı kadın, "Sen kendininkilere hakim ol" dedi adama. "Ben biraz havalanıp dönerim belki bir uçurtma misali."
Bazen seni seviyorum diyemez insan, onun yerine;
• Dikkat et kendine, der
• Fazla yorma kendini, der
• Hava soğuk, sıkı giyin, der
• Hız yapma dikkatli git, der
• Gidince beni ara, der
• Geç yatma erken kalkacaksın, der, der, der durur...
- Can Yücel -
Pazartesi, Aralık 16, 2019
Bakalım nereye çıkacak bu yolun sonu...
Dilimin altında bir kitle var.
2 kez acile gittim. İki doktor da KBB uzmanına git, parça alınıp patolojiye gönderilsin dedi. Hopa'da KBB uzmanı yok. Yarın Artvin'e gideceğim...
Artık hiç şaşırmıyorum hayatın önüme koyduklarına.
2 kez acile gittim. İki doktor da KBB uzmanına git, parça alınıp patolojiye gönderilsin dedi. Hopa'da KBB uzmanı yok. Yarın Artvin'e gideceğim...
Artık hiç şaşırmıyorum hayatın önüme koyduklarına.
Update: Tükürük bezi kistiymiş. Doktor zararsız dedi. Uyuşturup aldı hemen :) bu da böyle saçma ve gereksiz bir endişe olarak geçip gitti çok şükür :)
Pazar, Aralık 15, 2019
Blogger Mimi
Eğitim Pınarı'nın şu yazıma bıraktığı yorum sonucunda okuduğum mim yazısı bende de yazma isteği uyandırdı. Mimi İnci başlatmış. Sorular güzel, bakalım cevaplar nasıl :)
1- Blog dünyasına nasıl adım attın? Hadi anlat bize.
Üniversite yıllarımda ankira.com (yanlış hatırlamıyorsam tabi) diye bir edebiyat sitesi/forumu vardı. Öykülerimi orda yayınlıyordum. Nicknamemim "Lilith"ti. Lilith'in ağzından yazıp anlatıyordum isyankar gençlik hezeyanlarımı. Epey de takip edenim vardı. Hatta yazmayınca üzülen, hadi yazsana diye baskı yapan fanlarım vardı :)))) Gençlik işte :D Ama bir süre sonra ankira.com kapandı. Ben de öykülerim kaybolup gitmesin diye çare ararken blogger'ı keşfettim. Sonra da öykülerimi buraya yazmaya başladım. 2009 senesinden beri de devam ediyorum blog yazmaya. Bu blogdan sonra bir tane yemek blogu, bir tane anne-bebek blogu açtım. Bir tane de yakın arkadaşlarımla birlikte sağlıklı beslenme ve spor sitesi açtık ki çok da iyi giderken hayat bizi bambaşka dertlerle bambaşka yerlere sürükledi ama site hâlâ duruyor.
2- Bloğunu kısaca tanıt desem neler söylemek istersin ?
Yazıyorum işte aklıma eseni, hayatı, öyküleri, hezeyanları, hayalleri, kalp kırıklıklarımı, kendimi arayışlarımı, yola çıkıp çıkıp geri dönüşlerimi... İnsanlık hallerimi yazıyorum işte :)
3- Yazarken olmazsa olmazların nelerdir?
Tabi ki müzik! Zaten müziksiz bir hayat düşünemiyorum :) Başka? İçecek bir şeyler de fena olmaz yani :D Kışın sıcak, yazın soğuk :)
4- Ne sıklıkta yayın giriyorsun?
Değişiyor. Ne zaman ilham gelirse ya da hayat ne zaman üstüme fazla gelirse o zaman yazıyorum. Bazen bu ikisi çakışıyor; ilham gelse de hayattan nefes alıp yazamıyorum. Bazen de boş vaktim çok oluyor, bu kez de ilham yüzüme bakmıyor :)))) Ama her gün en az bir kez girip kontrol ediyorum blogumu, yeni yorum varsa cevaplıyorum. İzlediğim bloglarda yeni yazı varsa onları okuyorum, yorum bırakıyorum.
5-Değiştirebilme imkanın olsaydı Blogger'da neyi değiştirirdin?
Ya kayıtlara gitmek için "Tasarım" sekmesini tıklamak gerekiyor. Ondan sonra çıkıyor "Kayıtlar" ki bu çok saçma ekle oraya bir "Kayıtlar" sekmesi kardeşim! Bir de "Ön izleme" yaparken çıkan hatalar var. Yani ufak tefek teknik aksaklıkları düzeltmek isterdim Blogger'da.
6- Yazıların içinde en fayda sağlayan yazın ya da yazıların nelerdir?
Bu da zor soruymuş ya :D Dur bir bakayım :)
Bu blogta değil de anne-çocuk blogumda yazdığım şu yazı 71.697 kez görüntülenerek yeni doğum yapmış, göğüs acısından, yaralardan bebeğini emziremeyen bir çok anneye çare oldu.
Bu blog içinse şu yazım mülakata gidecek olan arkadaşlar için ufak tefek öneriler içeriyor. Maalesef iş hâlâ kılık kıyafet ile başlayıp konuşma tarzınızla bitiyor. İlk izlenim çok önemli. Naçizane önerim görüşmeyi hafife almayın :) İlla kot pantolon giyecekseniz de bir tarzınız, bir tavrınız olsun ;)
Bir de fitizbiz.com'daki yazıların hepsi çok faydalı bence ki aktif olarak yazdığımız dönemde siteyi bizden satın almak isteyen talipler bile çıkmıştı. Benim yazılarımın linkini de bırakayım şuraya :)
7- Senin sevdiğin blog türleri hangileri?
İçinden geçenleri yazan, kendi öykülerini, gündelik hayatlarını paylaşan bloggerları daha yakın hissediyorum kendime. Üzülerek yazıyorum ki kitap incelemesi yapılan blogları okunmaktan bilinçli olarak kaçınıyorum. Çünkü kitabı merak edip almak zorunda kalıyorum ki evde henüz okuyamadığım onlarca kitabım var; yenisini alsam da o kitaplara sıra gelmiyor. Çok merak edip aldığım kitapları da genelde beğenmiyorum çünkü sevdiğim yazarlar, türler ve üslup belli, dışına çıkınca sarmıyor beni kitap. Burada bir parentez açıp düzenli okuduğum bir kitap inceleme blogundan bahsetmeyi borç biliyorum çünkü bu blog diğer inceleme bloglarından farklı. Blogun adresi "kitaplardananlayanadam"' Ukalalık değil cidden anlıyor yazar kitaplardan :) O blogu sırf zevkine okuyorum. Dizi ve film incelemeleri paylaşan bloggerları ara ara okuyorum ve ilgimi çekenleri not alıp izlemeye çalışıyorum. Zaten takip ettiğim bloglar sağda görünüyor. Onlar dışında da sık sık uğradığım bloglar mevcut tabi ki :)
8- Blogunla ilgili içine sinmeyen ya da değiştirmek istediğin bir şeyler var mı?
Olunca değiştiriyorum hemen. Bazı yazılarım taslakta bekliyor. Bitirip yayınlamak istiyorum ama bakalım :) Bir de bazı yazılarımı bazı kişiler okur da kırılır üzülür diye yayınlayamıyorum. Bu durum beni gıcık ediyor.
9- Blogunla ilgili hedefin nedir ?
Valla öyle bir hedefim yok :D Blogu ilk açtığımda öykülerim kaybolmasın, derli toplu bir arada dursun diyerek açmıştım. Sonra ağlama duvarı olarak kullanmaya da başladım. Hâlâ aynı minvalde devam ediyorum :))) Estikçe yazıyorum işte :) Blog yazmak iyidir, blogger olmak can, nefes benim için. Bir de blogger sayesinde kazandığım dostlarım var ki hiçbir şey karşılamaz değerlerini :)
*Fonda yine 80ler-90lar çalıyordu yazarken :)
1- Blog dünyasına nasıl adım attın? Hadi anlat bize.
Üniversite yıllarımda ankira.com (yanlış hatırlamıyorsam tabi) diye bir edebiyat sitesi/forumu vardı. Öykülerimi orda yayınlıyordum. Nicknamemim "Lilith"ti. Lilith'in ağzından yazıp anlatıyordum isyankar gençlik hezeyanlarımı. Epey de takip edenim vardı. Hatta yazmayınca üzülen, hadi yazsana diye baskı yapan fanlarım vardı :)))) Gençlik işte :D Ama bir süre sonra ankira.com kapandı. Ben de öykülerim kaybolup gitmesin diye çare ararken blogger'ı keşfettim. Sonra da öykülerimi buraya yazmaya başladım. 2009 senesinden beri de devam ediyorum blog yazmaya. Bu blogdan sonra bir tane yemek blogu, bir tane anne-bebek blogu açtım. Bir tane de yakın arkadaşlarımla birlikte sağlıklı beslenme ve spor sitesi açtık ki çok da iyi giderken hayat bizi bambaşka dertlerle bambaşka yerlere sürükledi ama site hâlâ duruyor.
2- Bloğunu kısaca tanıt desem neler söylemek istersin ?
Yazıyorum işte aklıma eseni, hayatı, öyküleri, hezeyanları, hayalleri, kalp kırıklıklarımı, kendimi arayışlarımı, yola çıkıp çıkıp geri dönüşlerimi... İnsanlık hallerimi yazıyorum işte :)
3- Yazarken olmazsa olmazların nelerdir?
Tabi ki müzik! Zaten müziksiz bir hayat düşünemiyorum :) Başka? İçecek bir şeyler de fena olmaz yani :D Kışın sıcak, yazın soğuk :)
4- Ne sıklıkta yayın giriyorsun?
Değişiyor. Ne zaman ilham gelirse ya da hayat ne zaman üstüme fazla gelirse o zaman yazıyorum. Bazen bu ikisi çakışıyor; ilham gelse de hayattan nefes alıp yazamıyorum. Bazen de boş vaktim çok oluyor, bu kez de ilham yüzüme bakmıyor :)))) Ama her gün en az bir kez girip kontrol ediyorum blogumu, yeni yorum varsa cevaplıyorum. İzlediğim bloglarda yeni yazı varsa onları okuyorum, yorum bırakıyorum.
5-Değiştirebilme imkanın olsaydı Blogger'da neyi değiştirirdin?
Ya kayıtlara gitmek için "Tasarım" sekmesini tıklamak gerekiyor. Ondan sonra çıkıyor "Kayıtlar" ki bu çok saçma ekle oraya bir "Kayıtlar" sekmesi kardeşim! Bir de "Ön izleme" yaparken çıkan hatalar var. Yani ufak tefek teknik aksaklıkları düzeltmek isterdim Blogger'da.
6- Yazıların içinde en fayda sağlayan yazın ya da yazıların nelerdir?
Bu da zor soruymuş ya :D Dur bir bakayım :)
Bu blogta değil de anne-çocuk blogumda yazdığım şu yazı 71.697 kez görüntülenerek yeni doğum yapmış, göğüs acısından, yaralardan bebeğini emziremeyen bir çok anneye çare oldu.
Bu blog içinse şu yazım mülakata gidecek olan arkadaşlar için ufak tefek öneriler içeriyor. Maalesef iş hâlâ kılık kıyafet ile başlayıp konuşma tarzınızla bitiyor. İlk izlenim çok önemli. Naçizane önerim görüşmeyi hafife almayın :) İlla kot pantolon giyecekseniz de bir tarzınız, bir tavrınız olsun ;)
Bir de fitizbiz.com'daki yazıların hepsi çok faydalı bence ki aktif olarak yazdığımız dönemde siteyi bizden satın almak isteyen talipler bile çıkmıştı. Benim yazılarımın linkini de bırakayım şuraya :)
7- Senin sevdiğin blog türleri hangileri?
İçinden geçenleri yazan, kendi öykülerini, gündelik hayatlarını paylaşan bloggerları daha yakın hissediyorum kendime. Üzülerek yazıyorum ki kitap incelemesi yapılan blogları okunmaktan bilinçli olarak kaçınıyorum. Çünkü kitabı merak edip almak zorunda kalıyorum ki evde henüz okuyamadığım onlarca kitabım var; yenisini alsam da o kitaplara sıra gelmiyor. Çok merak edip aldığım kitapları da genelde beğenmiyorum çünkü sevdiğim yazarlar, türler ve üslup belli, dışına çıkınca sarmıyor beni kitap. Burada bir parentez açıp düzenli okuduğum bir kitap inceleme blogundan bahsetmeyi borç biliyorum çünkü bu blog diğer inceleme bloglarından farklı. Blogun adresi "kitaplardananlayanadam"' Ukalalık değil cidden anlıyor yazar kitaplardan :) O blogu sırf zevkine okuyorum. Dizi ve film incelemeleri paylaşan bloggerları ara ara okuyorum ve ilgimi çekenleri not alıp izlemeye çalışıyorum. Zaten takip ettiğim bloglar sağda görünüyor. Onlar dışında da sık sık uğradığım bloglar mevcut tabi ki :)
8- Blogunla ilgili içine sinmeyen ya da değiştirmek istediğin bir şeyler var mı?
Olunca değiştiriyorum hemen. Bazı yazılarım taslakta bekliyor. Bitirip yayınlamak istiyorum ama bakalım :) Bir de bazı yazılarımı bazı kişiler okur da kırılır üzülür diye yayınlayamıyorum. Bu durum beni gıcık ediyor.
9- Blogunla ilgili hedefin nedir ?
Valla öyle bir hedefim yok :D Blogu ilk açtığımda öykülerim kaybolmasın, derli toplu bir arada dursun diyerek açmıştım. Sonra ağlama duvarı olarak kullanmaya da başladım. Hâlâ aynı minvalde devam ediyorum :))) Estikçe yazıyorum işte :) Blog yazmak iyidir, blogger olmak can, nefes benim için. Bir de blogger sayesinde kazandığım dostlarım var ki hiçbir şey karşılamaz değerlerini :)
*Fonda yine 80ler-90lar çalıyordu yazarken :)
Cumartesi, Aralık 14, 2019
Ah benim dağ gibi durup dal gibi kırılan kalbim...
"Çok güçlüsün. Ben olsam onca şeye dayanamazdım."
O kadar çok duydum ki bu cümleleri...
Değilim!
Dayanmamak gibi bir seçeneğim yok ki! Dağ gibi görünür bazen kalbim de dal gibi kırılıverir işte. Bu gece olduğu gibi. Ne zaman çok canım acısa ama halim olmasa anlatmaya "İyiyim" der geçerim. Ama o sızı geçmez. Gecenin 5'inde kramp olur önce ayak parmaklarımı büker sonra tüm bacağıma yayılır. Bastırdığım, susturduğum kalbimin ağrısı çığlık olur ayağımdan, bacağımdan, elimden, kolumdan firar eder eninde sonunda. Ama elbet geçer. Hangi kramp geçmez ki :)
O dal nasıl sessizce kırıldıysa öyle kaynar yine bu gövdeye. Dağ gibi sağlam durur yine elbet :)
*Siz şarkıyı ister Sezen'den ister Suavi'den dinleyin ama benim favorim Suavi versiyonu. Ağlamaklı, melankolik değil de daha coşkulu, daha umutlu! Ben de öyleyim!
*Siz şarkıyı ister Sezen'den ister Suavi'den dinleyin ama benim favorim Suavi versiyonu. Ağlamaklı, melankolik değil de daha coşkulu, daha umutlu! Ben de öyleyim!
**Görsel Instagram'da ozdemir.asaf sayfasından alınmıştır.
Cuma, Aralık 13, 2019
Ağaç Ev Sohbetleri #15
Bu haftanın Ağaç Ev Sohbet konusu Deep'ten geliyor.
"Yolda olmayı mı seversiniz, varmayı mı? Süreç mi seversiniz sonuç mu?"
Soru tam benlik. Bu konu bizde hep gündeme gelir. Evrim geniş, rahat, tam süreç insanı; ben tam tersine rahatsız, aceleci, tam bir sonuç insanıyım. "Eee? Sadede gel, sonunda ne olacak yani?" en çok kullandığım cümledir belki de. Film/dizi izlerken gereksiz sahneleri atlarım mesela. Kitap okurken betimleme olan satırları es geçerim; roman yazamam; kısa hikaye insanıyım. Bir şey yapılacaksa hemen yapılsın isterim, oyalanmayı hiç sevmem. Yapılacak işler birden fazlaysa hepsi aynı anda yapılsın, bir an önce hepsinden kurtulayım diye düşünürüm ama başaramam tabi ki çoğu zaman.
Ama söz konusu olan gerçek anlamda yolculuksa hiç bitmesin isterim. Varış noktası da önemli değil pek. Sürsün, gitsin yol ama lütfen virajı olmasın, dümdüz güzel bir yol olsun :)) Yolda olmaya aşığım ben, camdan bakmaya, kitap okumaya, müzik dinlemeye, hayallere dalmaya, dünyadan kopmaya... Varınca gideceğim yere hafiften üzülürüm bile. Ama tüm bunlar yalnız çıktığım yolculuklar için geçerli. Yoksa çoluk çocuk aile yolculuğundan nefret ederim. Mümkün olsa anında ışınlanmayı tercih ederim.
Kısacası yol var, yol var; yolculuk var, yolculuk var. Tekil ya da çoğul olma durumuma göre değişir tercihim. Ama söz konusu olaylar ve eylemler ise kesinlikle sonuçla ilgilenirim; süreç çoğu zaman gözümde büyür, içimi sıkar.
Keşke mümkün olsa da şu an alıp başımı bitmeyen bir yola çıkabilsem...
Bu ara hep 80ler 90lar dinliyorum :)
Yan dersen yanarım...
Ah bu ben...
"Yolda olmayı mı seversiniz, varmayı mı? Süreç mi seversiniz sonuç mu?"
Soru tam benlik. Bu konu bizde hep gündeme gelir. Evrim geniş, rahat, tam süreç insanı; ben tam tersine rahatsız, aceleci, tam bir sonuç insanıyım. "Eee? Sadede gel, sonunda ne olacak yani?" en çok kullandığım cümledir belki de. Film/dizi izlerken gereksiz sahneleri atlarım mesela. Kitap okurken betimleme olan satırları es geçerim; roman yazamam; kısa hikaye insanıyım. Bir şey yapılacaksa hemen yapılsın isterim, oyalanmayı hiç sevmem. Yapılacak işler birden fazlaysa hepsi aynı anda yapılsın, bir an önce hepsinden kurtulayım diye düşünürüm ama başaramam tabi ki çoğu zaman.
Ama söz konusu olan gerçek anlamda yolculuksa hiç bitmesin isterim. Varış noktası da önemli değil pek. Sürsün, gitsin yol ama lütfen virajı olmasın, dümdüz güzel bir yol olsun :)) Yolda olmaya aşığım ben, camdan bakmaya, kitap okumaya, müzik dinlemeye, hayallere dalmaya, dünyadan kopmaya... Varınca gideceğim yere hafiften üzülürüm bile. Ama tüm bunlar yalnız çıktığım yolculuklar için geçerli. Yoksa çoluk çocuk aile yolculuğundan nefret ederim. Mümkün olsa anında ışınlanmayı tercih ederim.
Kısacası yol var, yol var; yolculuk var, yolculuk var. Tekil ya da çoğul olma durumuma göre değişir tercihim. Ama söz konusu olaylar ve eylemler ise kesinlikle sonuçla ilgilenirim; süreç çoğu zaman gözümde büyür, içimi sıkar.
Keşke mümkün olsa da şu an alıp başımı bitmeyen bir yola çıkabilsem...
Bu ara hep 80ler 90lar dinliyorum :)
Yan dersen yanarım...
Ah bu ben...
Cumartesi, Aralık 07, 2019
Tatminsizlik*
Süper güçlerim olsa...
Uçsam...
Offf uçmak nedir ya? Bari görünmez olsaydım.
Görünmez olsam...
O kadar giyinip süslendim görmüyorsun. İnsanlar da görmüyor, yanımdan öyle geçip gidiyor.
Telekinezi yeteneğim olsa...
Of her şeyi oturduğum yerden yapıyorum iyice kilo aldım ya...
Telepati**...
Ayyy her şeyi duyuyorum, konuşulacak bir şey kalmadı. Çok sıkıcıııııı!!!
Super strenght...
EVRİİİİİİİM arabanın kapısı yine elimde kaldı ya offffff!
Zihin kontrolü...
Ay insanlar ne salak ya! Ne desem yapıyorlar...
Alev topu olsam...
Of bu ne sıcak! İçim kurudu.
*İlham kaynağı yine Evrim tabi ki :))))
Ben hep böyleymişim :D Her şeye oflayıp pufluyormuşum :)))))
**Evrim'le 13 seneyi devirdik. Artık birbirimizin aklını okuyoruz. Ben de sürekli şikayet ediyorum, "Ağzımı açmadan aklımdan geçen cümleyi sen söylüyorsun zaten!" diye. Hayatın heyecanı kalmadı diyorum ve Evrim acayip gıcık oluyor. Haklı adam. Bir süredir hayat altın bir kafesmiş de ben o kafese hiç yakışmayan kel, topal, karga sesli, kazara bülbül sanılmış bir yaratıkmışım gibi davranıyorum. Ama aslında kafes falan yok ortada.
Sorun kafes ya da hayat değil aslında. Başlıktaki gibi sorun tatminsizlik, ne istediğini bilememek, şikayet etmek ama değişmemek, değiştirmemek. Yani aslında sorun hayat değil de bakış açım galiba.
Bu arada süper gücüm olsa kesinlikle görünmezlik ya da zihin okuma olsun isterdim :D
Uçsam...
Offf uçmak nedir ya? Bari görünmez olsaydım.
Görünmez olsam...
O kadar giyinip süslendim görmüyorsun. İnsanlar da görmüyor, yanımdan öyle geçip gidiyor.
Telekinezi yeteneğim olsa...
Of her şeyi oturduğum yerden yapıyorum iyice kilo aldım ya...
Telepati**...
Ayyy her şeyi duyuyorum, konuşulacak bir şey kalmadı. Çok sıkıcıııııı!!!
Super strenght...
EVRİİİİİİİM arabanın kapısı yine elimde kaldı ya offffff!
Zihin kontrolü...
Ay insanlar ne salak ya! Ne desem yapıyorlar...
Alev topu olsam...
Of bu ne sıcak! İçim kurudu.
*İlham kaynağı yine Evrim tabi ki :))))
Ben hep böyleymişim :D Her şeye oflayıp pufluyormuşum :)))))
**Evrim'le 13 seneyi devirdik. Artık birbirimizin aklını okuyoruz. Ben de sürekli şikayet ediyorum, "Ağzımı açmadan aklımdan geçen cümleyi sen söylüyorsun zaten!" diye. Hayatın heyecanı kalmadı diyorum ve Evrim acayip gıcık oluyor. Haklı adam. Bir süredir hayat altın bir kafesmiş de ben o kafese hiç yakışmayan kel, topal, karga sesli, kazara bülbül sanılmış bir yaratıkmışım gibi davranıyorum. Ama aslında kafes falan yok ortada.
Sorun kafes ya da hayat değil aslında. Başlıktaki gibi sorun tatminsizlik, ne istediğini bilememek, şikayet etmek ama değişmemek, değiştirmemek. Yani aslında sorun hayat değil de bakış açım galiba.
Bu arada süper gücüm olsa kesinlikle görünmezlik ya da zihin okuma olsun isterdim :D
Cumartesi, Kasım 30, 2019
Gidenin Hikayesi* (Vol. 1)
Bazı kapıları açmamak lazım. Kapatmak çok zor. Açık kalsa daha da zor. Açtıysan, o kapıdan çıkıp gitmek yapılacak en doğru şey.
Ceyda kapıyı açtığı anı tamtamına biliyordu. Geriye dönüp kapıyı kapatamadığı için açtığı kapıdan çıkıp gitmeyi seçti sonunda. Şimdi önünde yepyeni bir hayat uzanıyordu. Yeniden nefes almayı öğrenecek; bu kez hayata balıklama dalacaktı. Sakınmayacaktı kendini, saklamayacaktı. Gelene hoşgeldin, gidene eyvallah diyecek; kimse için kendini eksiltmeyecekti. Bir kez kaybetmişti kendini; bu kez kazanacaktı.
Ceyda şanslıydı prangalarla bağlı olduğunu sanan bir çok kişiye göre. Henüz gençti. Evli değildi, çocuğu yoktu. Yıllardır süren bir ilişkisi vardı. Ama o ilişkinin diğer öznesi kendisi farkında olmasa da çoktan gitmişti Ceyda'dan. İçten içe giderken dışını unutmuştu Kerem. Elinde kalan boş bir bedenle yaşıyor gibiydi Ceyda. O boş bedeni besliyor, giydiriyor, oradan oraya sürüklüyordu bir süredir. Sonunda yoruldu. Şimdi gitme sırası ondaydı ama o bedenini ardında bırakmayacak aksine neyi var neyi yoksa alıp topyekün girişecekti hayatla yeni bir savaşa.
Kerem'e durumu anlattığında pek de ummadığı bir tepki ile karşılaştı. Kerem'in ruhu uzun zaman önce terk ettiği bedenine bir anda geri gelip aylardır ortada olmayan kendisi değilmiş gibi Ceyda'yı durduk yere her şeyi mahvetmekle suçladı. Ama Ceyda geri adım atmadı.
"Sen gittin aslında çoktan.
Yoksun!
Bedeninin burda olması burda olduğun anlamına gelmiyor. Sen her gün gidiyorsun. Sonra bir şey oluyor, tekrar bedeninde uyanıyorsun. Ah zihninle bedeninin bağını bir koparabilsen... İkiye bölebilsen kendini... Sana ihtiyacı olanlar için burada kalsan, senin ihtiyacın olanlar için gitsen.
Gittin sen çoktan ama işte inkar ediyorsun. Dönerim sanıyorsun, döndüm diyorsun. Oysa döndüğün tek şey çoktaaaaaan çıkıp gittiğin bir beden. Gidemem sanıyorsun, çoktan gittiğinin farkına bile varamıyorsun. Olmayan prangalar görüyorsun. Gidersen tüm dengeler sarsılır, dünya alt üst olur sanıyorsun. Dünyanın yapı taşı sensin sanıyorsun. Ama işte dedim ya "öyle sanıyorsun"! Oysa ne prangalar var bileklerinde ne de dünya tepetaklak olacak sen gidince. Senden önce kaç kişi gitti, yıkılmadı dünya. Herkes olduğu yerde hâlâ!
Gidemiyorsun. Gidemeyeceksin. Her gün terk edip bedenini, her gün geri geleceksin. Yorulup tükenecek; sonunda zihnini öldürecek, bedeninle yaşamaya devam edeceksin. Çoktan gittiğin, dönemediğin, kendine bile itiraf edemediğin sana artık tamamen yabancı bir diyarda nefes almayı öğreneceksin yeniden.
Kim ne derse desin değişmeyecek! Çünkü bir köy halkı toplansa bir "sen" etmeyecek!
İşte bu yüzden ben gidiyorum. Seni gidemeyişinle bırakıp ben gidiyorum." dedi Ceyda.
Giden taraf olmayı seçtiği için evden ayrılması gerektiğini biliyordu. Hiç vakit kaybetmedi. Yeni hayatında ihtiyaç duyacağını düşündüğü şeyleri aldı sadece yanına. Fazlasına gerek yoktu. Gidebileceği, sığınabileceği dostları vardı elbet ama tek kelime anlatmak, tek cümle kurmak istemiyordu ne içinde açılan kapı hakkında ne de şimdi çıkıp son kez kapattığı kapı hakkında.
Yıllar önce uzaktan bakıp çok sevdiği, sonra bir cesaret içine girdiği o küçük güzel otele gitti. Şehrin en turistik yerinde, en pahalı otellerin arasındaydı bu küçük butik otel. Ceyda sahiplerini tanıyordu. Birbirinden tatlı, huysuz, deli dolu 3 kadının oteliydi burası. Fiyatları da öyle diğer oteller gibi dudak uçuklatan cinsten değildi. Sahibeleri öğrencilik yıllarında otelin karşısındaki yüksek bir duvara oturup buraya bakarak hayallere dalarmış; sonunda oteli satın alarak hayallerini gerçekleştirmişler. Şimdi bu büyüleyici oteli işleterek elde ettikleri gelir ile başka kızların hayallerine destek oluyorlardı. Bu üç kadın okul bitince birbirinden ayrılmış; çok güzel hayatlar yaşamış; evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, dünyayı dolaşmış, kendini arayıp bulmuş ve sonunda tekrar buluşup hayatlarının son ama belki de en verimli yıllarını bu otelde geçirmeye karar vermişlerdi. Tüm özel günlerde üçünün de ailesi çoluk çocuk otele gelir, kocaman sofralar kurulur, yenilir içilir, hayattan alınan keyif katlanarak büyürdü. Ceyda biliyordu çünkü defalarca kez parçası olabilmişti o mutlu anların.
İlk kez 5 yıl önce gelmişti Ceyda buraya. Yine kendini yollara, sevdiği sokaklara, ışıklı, müzikli hayatlara vurduğu bir anda ayakları onu otelin karşısındaki yüksek duvarın dibine kadar getirmişti.
*Çoooook uzun zamandır taslaklarda bekliyordu bu hikaye. Çünkü eksikti bir şeyler. Koyu ve italik yazılmış kısım az önce geldi ve yazıp yayınladım.
Ceyda kapıyı açtığı anı tamtamına biliyordu. Geriye dönüp kapıyı kapatamadığı için açtığı kapıdan çıkıp gitmeyi seçti sonunda. Şimdi önünde yepyeni bir hayat uzanıyordu. Yeniden nefes almayı öğrenecek; bu kez hayata balıklama dalacaktı. Sakınmayacaktı kendini, saklamayacaktı. Gelene hoşgeldin, gidene eyvallah diyecek; kimse için kendini eksiltmeyecekti. Bir kez kaybetmişti kendini; bu kez kazanacaktı.
Ceyda şanslıydı prangalarla bağlı olduğunu sanan bir çok kişiye göre. Henüz gençti. Evli değildi, çocuğu yoktu. Yıllardır süren bir ilişkisi vardı. Ama o ilişkinin diğer öznesi kendisi farkında olmasa da çoktan gitmişti Ceyda'dan. İçten içe giderken dışını unutmuştu Kerem. Elinde kalan boş bir bedenle yaşıyor gibiydi Ceyda. O boş bedeni besliyor, giydiriyor, oradan oraya sürüklüyordu bir süredir. Sonunda yoruldu. Şimdi gitme sırası ondaydı ama o bedenini ardında bırakmayacak aksine neyi var neyi yoksa alıp topyekün girişecekti hayatla yeni bir savaşa.
Kerem'e durumu anlattığında pek de ummadığı bir tepki ile karşılaştı. Kerem'in ruhu uzun zaman önce terk ettiği bedenine bir anda geri gelip aylardır ortada olmayan kendisi değilmiş gibi Ceyda'yı durduk yere her şeyi mahvetmekle suçladı. Ama Ceyda geri adım atmadı.
"Sen gittin aslında çoktan.
Yoksun!
Bedeninin burda olması burda olduğun anlamına gelmiyor. Sen her gün gidiyorsun. Sonra bir şey oluyor, tekrar bedeninde uyanıyorsun. Ah zihninle bedeninin bağını bir koparabilsen... İkiye bölebilsen kendini... Sana ihtiyacı olanlar için burada kalsan, senin ihtiyacın olanlar için gitsen.
Gittin sen çoktan ama işte inkar ediyorsun. Dönerim sanıyorsun, döndüm diyorsun. Oysa döndüğün tek şey çoktaaaaaan çıkıp gittiğin bir beden. Gidemem sanıyorsun, çoktan gittiğinin farkına bile varamıyorsun. Olmayan prangalar görüyorsun. Gidersen tüm dengeler sarsılır, dünya alt üst olur sanıyorsun. Dünyanın yapı taşı sensin sanıyorsun. Ama işte dedim ya "öyle sanıyorsun"! Oysa ne prangalar var bileklerinde ne de dünya tepetaklak olacak sen gidince. Senden önce kaç kişi gitti, yıkılmadı dünya. Herkes olduğu yerde hâlâ!
Gidemiyorsun. Gidemeyeceksin. Her gün terk edip bedenini, her gün geri geleceksin. Yorulup tükenecek; sonunda zihnini öldürecek, bedeninle yaşamaya devam edeceksin. Çoktan gittiğin, dönemediğin, kendine bile itiraf edemediğin sana artık tamamen yabancı bir diyarda nefes almayı öğreneceksin yeniden.
Kim ne derse desin değişmeyecek! Çünkü bir köy halkı toplansa bir "sen" etmeyecek!
İşte bu yüzden ben gidiyorum. Seni gidemeyişinle bırakıp ben gidiyorum." dedi Ceyda.
Giden taraf olmayı seçtiği için evden ayrılması gerektiğini biliyordu. Hiç vakit kaybetmedi. Yeni hayatında ihtiyaç duyacağını düşündüğü şeyleri aldı sadece yanına. Fazlasına gerek yoktu. Gidebileceği, sığınabileceği dostları vardı elbet ama tek kelime anlatmak, tek cümle kurmak istemiyordu ne içinde açılan kapı hakkında ne de şimdi çıkıp son kez kapattığı kapı hakkında.
Yıllar önce uzaktan bakıp çok sevdiği, sonra bir cesaret içine girdiği o küçük güzel otele gitti. Şehrin en turistik yerinde, en pahalı otellerin arasındaydı bu küçük butik otel. Ceyda sahiplerini tanıyordu. Birbirinden tatlı, huysuz, deli dolu 3 kadının oteliydi burası. Fiyatları da öyle diğer oteller gibi dudak uçuklatan cinsten değildi. Sahibeleri öğrencilik yıllarında otelin karşısındaki yüksek bir duvara oturup buraya bakarak hayallere dalarmış; sonunda oteli satın alarak hayallerini gerçekleştirmişler. Şimdi bu büyüleyici oteli işleterek elde ettikleri gelir ile başka kızların hayallerine destek oluyorlardı. Bu üç kadın okul bitince birbirinden ayrılmış; çok güzel hayatlar yaşamış; evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, dünyayı dolaşmış, kendini arayıp bulmuş ve sonunda tekrar buluşup hayatlarının son ama belki de en verimli yıllarını bu otelde geçirmeye karar vermişlerdi. Tüm özel günlerde üçünün de ailesi çoluk çocuk otele gelir, kocaman sofralar kurulur, yenilir içilir, hayattan alınan keyif katlanarak büyürdü. Ceyda biliyordu çünkü defalarca kez parçası olabilmişti o mutlu anların.
İlk kez 5 yıl önce gelmişti Ceyda buraya. Yine kendini yollara, sevdiği sokaklara, ışıklı, müzikli hayatlara vurduğu bir anda ayakları onu otelin karşısındaki yüksek duvarın dibine kadar getirmişti.
*Çoooook uzun zamandır taslaklarda bekliyordu bu hikaye. Çünkü eksikti bir şeyler. Koyu ve italik yazılmış kısım az önce geldi ve yazıp yayınladım.
Cuma, Kasım 29, 2019
Zaman
Beklerken saniyeler akmaz, dursun isteyince saatler durmaz!
Tüm gün bekleyip tam şimdi dediğim anlar öyle çabuk bitiyor ki...
Zaman benimle dalga geçiyor!
Tüm gün bekleyip tam şimdi dediğim anlar öyle çabuk bitiyor ki...
Zaman benimle dalga geçiyor!
Pazar, Kasım 24, 2019
Bir Fırıncıdan Kahraman Olur mu Acaba?
Blog dünyasına sağlam adımlarla giriş yapan Zoraki Blogger'ın son son yazısı Kahraman Adam o kadar güzel, o kadar duru ve etkileyici ki bana ilham oldu ve çok sevdiğim Osman Dedemin hikayesini anlatmak istedim. Dedemin hayatını düşünürken ailemdeki diğer ilginç hayatlar da bir bir hücum etti zihnime. Bakalım, belki bir seriye dönüşür bu yazı.
Osman Dedem, Aydın'da küçük bir köyde doğmuş, annesini küçük yaşta kaybetmiş. Babası tekrar evlenip çoluk çocuğa karışmış ama dedem o ailenin içine karışamamış. Üvey annesi hep dışlamış, ezmiş, ötelemiş dedemi. Sonunda dedem evden ayrılmış ve uzaktan akrabası olan yaşlı bir nenenin yanına Manisa'ya gitmiş. Nene kocasını genç yaşta kaybetmiş, çoluğu çocuğu da yokmuş. Yıllarca yalnız yaşamış ama artık elden ayaktan düşmek üzereymiş. Dedemi yanına almış; "Benimle yer, benimle içersin, çalışır paranı kazanırsın. Bana bakarsan ben ölünce ha bu evim sana kalır" demiş. Huysuz bir kadınmış ama kol kanat germiş dedeme. Büyükannemle (aslında annemin teyzesi ki bu durumda başlı başına bir hikaye) evlendirmiş. Ne saygıda ne sevgide hiç kusur etmemişler neneye ikisi de. Nene evini de hakkını da helal ederek yummuş hayata gözlerini.
Dedem fırıncılık yapmış yıllarca. Evden işe, işten eve. Başını kaldırmazmış hiç yürürken. Ah bir kaldırsa... Göçmenlik var soyunda, ten pembe beyaz, saçlar kumral, gözler yemyeşil, çakmak çakmak! Ama gözü büyükannemden başkasını görmemiş. Büyükannemler 5 kardeş, büyükannem 2. çocuk; babaları anneannem (annemin öz annesi) bebekken ölmüş, anneleri büyütmüş hepsini tek başına. Dedemle büyükannem evlenince dedem onlara da sahip çıkmış. Hatta anneannem onların çocuğu gibi büyümüş neredeyse. Sonra kendi çocukları da olmuş; Mustafa koymuşlar adını. Çok hareketli, akıllı bir çocukmuş. Ama birden çok hastalanmış, çaresi bulunamamış. Küçük yaşta vefat etmiş. Dedemle büyükannem yıkılmışlar. Büyükannem yataklara düşmüş, hastalanmış. Dedem onu doktordan doktora taşımış ama nafile. En son bir dağın tepesinde şifacı bir kadına taşımış sırtında. Orda kalmışlar bir süre. Kadın büyükannemi iyileştirmiş ama ruhu yaralı kalmış büyükannemin. Tüm bunlar olurken gencecik yaştalarmış ikisi de. Bu hastalık sürecinde ayrılan yatakları bir daha hiç birleştirmemiş büyükannem; dedem bir gün olsun ağzını açıp tek kelime etmemiş. "Makbulem iyi olsun da..." demiş hep. Öyle çok severdi ki büyükannemi!
Bağırlarına taş değil anneannemi basmışlar önce. Onu büyütüp evlendirmişler. Sonra hayat bambaşka bir anne-babalık fırsatı koymuş önlerine. Anneannem çalışmak için Almanya'ya giderken annemi bırakmış onlara. Bu ayrılık annemde onarılamaz yaralar açmış ama büyükannem ve dedemin yaralarını sarmış az da olsa.
Devam edeceğim. Dedemin kendi evladına yapamadığı babalığı, anneme ve dayıma nasıl yaptığını; benim içinse nasıl tatlı, nasıl tonton bir dede olduğunu; her gece sofrada büyükannemi nasıl gıcık ettiğini ama bunun kendi aralarında tatlı bir oyun olduğunu nasıl fark ettiğimi anlatacağım daha :)
Osman Dedem, Aydın'da küçük bir köyde doğmuş, annesini küçük yaşta kaybetmiş. Babası tekrar evlenip çoluk çocuğa karışmış ama dedem o ailenin içine karışamamış. Üvey annesi hep dışlamış, ezmiş, ötelemiş dedemi. Sonunda dedem evden ayrılmış ve uzaktan akrabası olan yaşlı bir nenenin yanına Manisa'ya gitmiş. Nene kocasını genç yaşta kaybetmiş, çoluğu çocuğu da yokmuş. Yıllarca yalnız yaşamış ama artık elden ayaktan düşmek üzereymiş. Dedemi yanına almış; "Benimle yer, benimle içersin, çalışır paranı kazanırsın. Bana bakarsan ben ölünce ha bu evim sana kalır" demiş. Huysuz bir kadınmış ama kol kanat germiş dedeme. Büyükannemle (aslında annemin teyzesi ki bu durumda başlı başına bir hikaye) evlendirmiş. Ne saygıda ne sevgide hiç kusur etmemişler neneye ikisi de. Nene evini de hakkını da helal ederek yummuş hayata gözlerini.
Dedem fırıncılık yapmış yıllarca. Evden işe, işten eve. Başını kaldırmazmış hiç yürürken. Ah bir kaldırsa... Göçmenlik var soyunda, ten pembe beyaz, saçlar kumral, gözler yemyeşil, çakmak çakmak! Ama gözü büyükannemden başkasını görmemiş. Büyükannemler 5 kardeş, büyükannem 2. çocuk; babaları anneannem (annemin öz annesi) bebekken ölmüş, anneleri büyütmüş hepsini tek başına. Dedemle büyükannem evlenince dedem onlara da sahip çıkmış. Hatta anneannem onların çocuğu gibi büyümüş neredeyse. Sonra kendi çocukları da olmuş; Mustafa koymuşlar adını. Çok hareketli, akıllı bir çocukmuş. Ama birden çok hastalanmış, çaresi bulunamamış. Küçük yaşta vefat etmiş. Dedemle büyükannem yıkılmışlar. Büyükannem yataklara düşmüş, hastalanmış. Dedem onu doktordan doktora taşımış ama nafile. En son bir dağın tepesinde şifacı bir kadına taşımış sırtında. Orda kalmışlar bir süre. Kadın büyükannemi iyileştirmiş ama ruhu yaralı kalmış büyükannemin. Tüm bunlar olurken gencecik yaştalarmış ikisi de. Bu hastalık sürecinde ayrılan yatakları bir daha hiç birleştirmemiş büyükannem; dedem bir gün olsun ağzını açıp tek kelime etmemiş. "Makbulem iyi olsun da..." demiş hep. Öyle çok severdi ki büyükannemi!
Bağırlarına taş değil anneannemi basmışlar önce. Onu büyütüp evlendirmişler. Sonra hayat bambaşka bir anne-babalık fırsatı koymuş önlerine. Anneannem çalışmak için Almanya'ya giderken annemi bırakmış onlara. Bu ayrılık annemde onarılamaz yaralar açmış ama büyükannem ve dedemin yaralarını sarmış az da olsa.
...
Devam edeceğim. Dedemin kendi evladına yapamadığı babalığı, anneme ve dayıma nasıl yaptığını; benim içinse nasıl tatlı, nasıl tonton bir dede olduğunu; her gece sofrada büyükannemi nasıl gıcık ettiğini ama bunun kendi aralarında tatlı bir oyun olduğunu nasıl fark ettiğimi anlatacağım daha :)
Cumartesi, Kasım 23, 2019
Hayat Mucizelerle Dolu!
Yemek yapıyordum mutfakta az önce. Bir yandan da çooook uzakta ama çoooook yakınımda bir dostumla konuşuyordum. "Uzun zaman sonra ilk kez bugün iyiyim. Daha iyi olacağım. Bir yola çıktım, kendime baktım. Şimdi bulduklarımla geri dönme vakti." dedim. Aradan birkaç dakika geçti, geçmedi şu şarkı çalmaya başladı.
İlk kez dinliyorum, hiç bilmediğim bir şarkı. Sözleri nasıl güzel! Göründüğünün aksine hüzünlü değil, umut dolu geldi bana. Biraz daha ben oldum, kalbimdeki renkleri büyüttüm ben bu sonbahar :)
İlk kez dinliyorum, hiç bilmediğim bir şarkı. Sözleri nasıl güzel! Göründüğünün aksine hüzünlü değil, umut dolu geldi bana. Biraz daha ben oldum, kalbimdeki renkleri büyüttüm ben bu sonbahar :)
Bugün güneş doğmayacak, bugün sen çok öleceksin
Biraz düşlerine eğil, orda bir şey bulacaksın
Bugün unut mavileri, çiçeğe su verme unut
Biraz daha sen olursun, kalbindeki rengi büyüt
Her aşk kendini yaşar, çaldığın kapı kapanır sonunda
İçinde bir sen bulursun, büyümüş anlamış yorgun
Ah aman aman küçüğüm, bu yol sana gidiyor
Senin küçük baharında unuttuğun bir şeyler var
Gelir geçer sokaklardan, sokaklara girer çıkar
Mavi penceresinde gün, telaşlı rengârenk kuşlar
Kanatlarında bir alev, düşlerine konar kalkar.
Yollar hep bize gidiyor! Aslında hep kendimizi arıyoruz. Şimdi açtım kulağımı dinliyorum. İyiyim. daha iyi olacağım biliyorum. Tek yapmam gereken kulağımı açık tutmak, sırtımı dönmemek, tekrar duyduğum o sesin beni iyileştirmesine izin vermek. Daha önce cevabını alamadığım sorulara da cevap bulurum belki bu kez :) Her şey sırayla, adım adım :)
Salı, Kasım 19, 2019
Azıcık Derin Mevzular
Epeydir yaklaşmadığım derinlere gitme vakti gelmiş. Ağaç Ev Sohbetleri'nin 12.si için yazdığım şu yazı sonrası bir şeyler anlatma isteği oluştu içimde. O yazıdan başlarsanız düşünce akışımı takip etmek daha kolay olur :)
Ruhtan bahsedince ister istemez din ve ibadet konuları da geliyor aklıma. Aslında özünde bağlantılı değil ama ben ruhumla ve nefsimle din sayesinde tanıştım. Ama yıllar içinde din kavramından uzaklaştıkça ondan soyutlandı ruh ve nefs benim için. Din kavramından uzaklaşmamda en büyük etkense sorguladığım konulara aldığım cevaplar oldu. Misal ibadet mevzusu hep soru işaretleri ile dolu. Özellikle de toplu ibadetler. Benimle Allah (adını sen seç) arasında olan bir şey niye herkesin gözü önünde olsun ki?
Namaz kıldığım dönemde en çok yatsı namazını sevmiştim. İş güç bitmiş, günün koşuşturmacası geride kalmış, el ayak ortamdan biraz da olsa çekilmiş... Sadece ben ve O. İlk önceleri eğilip kalkmanın manası ne ki diye düşünürken cevabı bulunca eğilip kalkma mevzusuna takılmaktan vazgeçtim ama en çok namazın sonunda oturup dua ettiğim kısmı sevmeye devam ettim hep. Çünkü o an, zihnim açılmış, dünya yok olmuş, bedenim orada, ruhum uzayda gibi hissediyordum. Sadece ben ve sonsuz bir uzay boşluğu var; ben soruyorum, O cevaplıyor. Ne baş örtüsü, ne kıyafet, ne ibadet...Asıl olan gönül bağı, gönül gözü, şefkat ve istek.
Ortaokul yıllarımdan sonra yıllarca kılmadım namaz. Sonra üniversitenin ilk yılında teravih namazına gittim ama özlediğim o huzuru ve iletişimi yakalayamadım. Çünkü çok kalabalıktı. O kalabalıkta ne ben uzaya çıkabildim ne de kulağıma gelen bir ses duyabildim. Sonrası ise bambaşka bir hikaye ama bir daha dönemedim namaza. Bununla da kalmadı terk ettiğim alışkanlıklarım. Yavaş yavaş mantıksız bulduğum tüm zorlamalardan sıyrıldım.
Yıllardır karşılaştığım inançlı insanların namaz kılma, oruç tutma, kurban kesme, hacca gitme gibi ibadetleri yapma sebebini öğrenmeye çalıştım. Üzülerek yazıyorum ama bir çoğu temelde sadece İslamiyetin farzı olduğu için yapıyor tüm bu ibadetleri. Peki hiç mi yok o anları yaratıcı ile birebir iletişim fırsatı olarak gören? Var elbet ama biliyorum ki çoğu kişi robot gibi eğilip kalkıyor, anlamını bile bilmediği duaları ezberden okuyup üzerine düşen görevi(?) yerine getirip bitiriyor. Namaz gibi diğer ibadetler de böyle. Gönülden yapanı, bağ kuranı ayrı tutuyorum tabi ki. İbadetin amacını anlayıp ona uygun yapan ayrı, sırf "diğer tarafta cayır cayır yanacak yapmayanlar" diye korkuyla hareket eden ayrı. Niye yaptığını durup bir kez bile düşünmeden yıllarını geçirenler... Sorgulamadan uygulayarak yaratıcıyı memnun etmek! Ya arkadaşlar deli misiniz? O kadar güçlü, her şeye muktedir bir yaratıcı var inanıp savunduğunuz ve senin neden yaptığını bilmeden yaptığın bir takım hareketlerle mutlu mu olacak? Buna ihtiyacı olabilir mi ya cidden? Bir dur, bir düşün! Ben neyim, kimim, ne yapıyorum, neden yapıyorum? Kendinle çelişme bari!
Yıllar önce bir arkadaşımla tartışmıştık bu konuyu. Ailesinin zoruyla kapanan ve ibadet eden kişi ne kadar doğru yapıyor, bunun Allah nezdindeki yeri nedir diye. Israrla sebep ne olursa olsun namaz kılanla kılmayanın bir olmayacağını, kılanın her koşulda üstün olacağını savunmuştu arkadaşım. Yani iki insan her şeyde eşit ama biri zorla namaz kılıyor, ibadet ediyor; diğeri sadece bildiği doğrularla yaşıyor. Namaz kılan üstün diyenler çok çıkacaktır eminim. Çünkü diğeri Allah'ın sözünden çıkıyor! Bense yaratıcının bu kadar köşeli bir bakış açısı olacağına inanamıyorum.
Olay namaz kılıp kılmamak, imanın şartlarını, İslam'ın fazlarını yerine getirip getirmemek de değil aslında. Asıl olay tüm bunları yaparken ya da yapmazken içinde olduğumuz bilinç hali - state of mind* - Neden yaptığını bilmek, yaptığının amaca hizmet etmesi. Yaptığın bir eylem seni daha iyi biri yapmıyorsa ne anlamı var ki? Sana ya da ihtiyacı olana bir faydası yoksa kime faydası var? Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Yaratıcı'ya mı faydası olacak? Komik değil mi biraz? Bu sözlerim kesinlikle bilinçli kişiler için değil. Yanlış anlaşılma olmasın. Yaptığı tüm ibadetlerin kendisine ve çevresine olan faydasını somut şekilde anlatabilene lafım yok. O zaten konuyu düşünmüş, sorgulamış, cevapları biliyor. Ama onlara da şunu söylemek istiyorum. Herkesin yolu başka, kiminin kitapta yazılı yöntemlerle elde ettiğini kimi çok başka yöntemlerle elde edebilir ve benim inandığım yaratıcı için yöntemler değil varılan sonuçlar önemli. Yani Hristiyan, Müslüman, Yahudi, Deist, Hindu, Budist, Taocu olmak değil mesele! Asıl olan "iyi olabilmek", "doğru olabilmek", "doğru kalabilmek"! İster meditasyonla, ister namazla, ister oruçla, ister müzikle, ister resimle, ister okuyarak, ister yazarak nefsi terbiye edip ruha ulaşabilmek asıl mesele.
Nefs ile yeni bir cenge tutuştuğum şu günlerde Ruh'un kendini bana bu sohbet konusu sayesinde hatırlatması da çok manidar aslında benim için :) Azıcık derin mevzular dedim ama aslında baya dipsiz kuyu buralar. Yazsam günlerce yazarım. Yıllar önce Ruh'um ve Nefs'im arasında kalıp verdiğim mücadeleden başka bir yazıda bahsedeyim. Şimdilik bu kadarla (sanki az yazmış gibi!) yetineyim :)
*state of mind: "halet-i ruhiye / ruh hali" diye çevrilir Türkçe'ye. Güzel, bazen yerine göre iş görür ama aslında zihinden bahseder bu kavram "ruh hali" değil "zihin hali"dir aslı
Ruhtan bahsedince ister istemez din ve ibadet konuları da geliyor aklıma. Aslında özünde bağlantılı değil ama ben ruhumla ve nefsimle din sayesinde tanıştım. Ama yıllar içinde din kavramından uzaklaştıkça ondan soyutlandı ruh ve nefs benim için. Din kavramından uzaklaşmamda en büyük etkense sorguladığım konulara aldığım cevaplar oldu. Misal ibadet mevzusu hep soru işaretleri ile dolu. Özellikle de toplu ibadetler. Benimle Allah (adını sen seç) arasında olan bir şey niye herkesin gözü önünde olsun ki?
Namaz kıldığım dönemde en çok yatsı namazını sevmiştim. İş güç bitmiş, günün koşuşturmacası geride kalmış, el ayak ortamdan biraz da olsa çekilmiş... Sadece ben ve O. İlk önceleri eğilip kalkmanın manası ne ki diye düşünürken cevabı bulunca eğilip kalkma mevzusuna takılmaktan vazgeçtim ama en çok namazın sonunda oturup dua ettiğim kısmı sevmeye devam ettim hep. Çünkü o an, zihnim açılmış, dünya yok olmuş, bedenim orada, ruhum uzayda gibi hissediyordum. Sadece ben ve sonsuz bir uzay boşluğu var; ben soruyorum, O cevaplıyor. Ne baş örtüsü, ne kıyafet, ne ibadet...Asıl olan gönül bağı, gönül gözü, şefkat ve istek.
Ortaokul yıllarımdan sonra yıllarca kılmadım namaz. Sonra üniversitenin ilk yılında teravih namazına gittim ama özlediğim o huzuru ve iletişimi yakalayamadım. Çünkü çok kalabalıktı. O kalabalıkta ne ben uzaya çıkabildim ne de kulağıma gelen bir ses duyabildim. Sonrası ise bambaşka bir hikaye ama bir daha dönemedim namaza. Bununla da kalmadı terk ettiğim alışkanlıklarım. Yavaş yavaş mantıksız bulduğum tüm zorlamalardan sıyrıldım.
Yıllardır karşılaştığım inançlı insanların namaz kılma, oruç tutma, kurban kesme, hacca gitme gibi ibadetleri yapma sebebini öğrenmeye çalıştım. Üzülerek yazıyorum ama bir çoğu temelde sadece İslamiyetin farzı olduğu için yapıyor tüm bu ibadetleri. Peki hiç mi yok o anları yaratıcı ile birebir iletişim fırsatı olarak gören? Var elbet ama biliyorum ki çoğu kişi robot gibi eğilip kalkıyor, anlamını bile bilmediği duaları ezberden okuyup üzerine düşen görevi(?) yerine getirip bitiriyor. Namaz gibi diğer ibadetler de böyle. Gönülden yapanı, bağ kuranı ayrı tutuyorum tabi ki. İbadetin amacını anlayıp ona uygun yapan ayrı, sırf "diğer tarafta cayır cayır yanacak yapmayanlar" diye korkuyla hareket eden ayrı. Niye yaptığını durup bir kez bile düşünmeden yıllarını geçirenler... Sorgulamadan uygulayarak yaratıcıyı memnun etmek! Ya arkadaşlar deli misiniz? O kadar güçlü, her şeye muktedir bir yaratıcı var inanıp savunduğunuz ve senin neden yaptığını bilmeden yaptığın bir takım hareketlerle mutlu mu olacak? Buna ihtiyacı olabilir mi ya cidden? Bir dur, bir düşün! Ben neyim, kimim, ne yapıyorum, neden yapıyorum? Kendinle çelişme bari!
Yıllar önce bir arkadaşımla tartışmıştık bu konuyu. Ailesinin zoruyla kapanan ve ibadet eden kişi ne kadar doğru yapıyor, bunun Allah nezdindeki yeri nedir diye. Israrla sebep ne olursa olsun namaz kılanla kılmayanın bir olmayacağını, kılanın her koşulda üstün olacağını savunmuştu arkadaşım. Yani iki insan her şeyde eşit ama biri zorla namaz kılıyor, ibadet ediyor; diğeri sadece bildiği doğrularla yaşıyor. Namaz kılan üstün diyenler çok çıkacaktır eminim. Çünkü diğeri Allah'ın sözünden çıkıyor! Bense yaratıcının bu kadar köşeli bir bakış açısı olacağına inanamıyorum.
Olay namaz kılıp kılmamak, imanın şartlarını, İslam'ın fazlarını yerine getirip getirmemek de değil aslında. Asıl olay tüm bunları yaparken ya da yapmazken içinde olduğumuz bilinç hali - state of mind* - Neden yaptığını bilmek, yaptığının amaca hizmet etmesi. Yaptığın bir eylem seni daha iyi biri yapmıyorsa ne anlamı var ki? Sana ya da ihtiyacı olana bir faydası yoksa kime faydası var? Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Yaratıcı'ya mı faydası olacak? Komik değil mi biraz? Bu sözlerim kesinlikle bilinçli kişiler için değil. Yanlış anlaşılma olmasın. Yaptığı tüm ibadetlerin kendisine ve çevresine olan faydasını somut şekilde anlatabilene lafım yok. O zaten konuyu düşünmüş, sorgulamış, cevapları biliyor. Ama onlara da şunu söylemek istiyorum. Herkesin yolu başka, kiminin kitapta yazılı yöntemlerle elde ettiğini kimi çok başka yöntemlerle elde edebilir ve benim inandığım yaratıcı için yöntemler değil varılan sonuçlar önemli. Yani Hristiyan, Müslüman, Yahudi, Deist, Hindu, Budist, Taocu olmak değil mesele! Asıl olan "iyi olabilmek", "doğru olabilmek", "doğru kalabilmek"! İster meditasyonla, ister namazla, ister oruçla, ister müzikle, ister resimle, ister okuyarak, ister yazarak nefsi terbiye edip ruha ulaşabilmek asıl mesele.
Nefs ile yeni bir cenge tutuştuğum şu günlerde Ruh'un kendini bana bu sohbet konusu sayesinde hatırlatması da çok manidar aslında benim için :) Azıcık derin mevzular dedim ama aslında baya dipsiz kuyu buralar. Yazsam günlerce yazarım. Yıllar önce Ruh'um ve Nefs'im arasında kalıp verdiğim mücadeleden başka bir yazıda bahsedeyim. Şimdilik bu kadarla (sanki az yazmış gibi!) yetineyim :)
Pazartesi, Kasım 18, 2019
Ey Ruhum! - Ağaç Ev Sohbetleri #12
Ağaç evde bu hafta ruhlarımızı yatırıyoruz masaya...
Hazır masaya yatırmışken dinlemeye ikna eden biri çıksa nasıl güzel olur :)
Haftanın sorusuna gelirsek:
Öncelikle ruh konusuna gelmeden başka bir konuya açıklık getirmem gerekiyor. Ben uzun yıllardır ilahi dinlere inanmıyorum. Müslüman bir ailede büyüdüm. Yazları Kur'an kursuna gittim. Ortaokulda 5 vakit namaz kıldım, sonraki yıllarda da orucumu eksiksiz tuttum. Üniversitenin ilk yılında 30 ramazan teravih namazına gittim. Her gece yatmadan duamı okudum. Her sabah kahvaltı yaparken Kur'an okuyan anneannemi dinledim. Ama işte sonra bir şey oldu ve bitti.
Dinlere inanmıyorum ama tek bir yaratıcıya inanıyorum ve ruhumuzun da o tek yaratıcıdan bir parça olduğuna eminim. Burada bir parantez açıp söylemeliyim benim gibi varlığına inananların, O'nun, kitaplarda yazan o kısıtlı, koşullu düşüncelere sığmayacak kadar büyük olduğunu görememesini anlayamıyorum pek. Ama tabi ki herkesin inancına saygı duyuyorum. Umarım herkes de benim inancıma saygı duyar bir gün.
Evet dediğim gibi bence ruhlarımız ilahi yaratıcıdan bir parça. İçimizde taşıyoruz onun bir parçasını. O ise tüm kainata yayılmış halde, boşlukta, her yerde. Bir bedeni, bir formu yok. Kolektif bir bilinç gibi. Her birimize erişimi var, bize ve bizden çok daha fazlasına. Başarabilirsek bizim de ona erişimimiz var. Hani içinden çıkamadığınız bir sorunun çözümü birden beliriverir ya gözünüzün önünde, yıllarca anlamadığınız bir şeyi bir anda anlayıveririz ya, kendi kendimize sorarız bazı soruları, buluruz cevapları... İçimden bir ses şöyle diyor deriz ya... İşte o ses ruh bence. Şimdi içinizden akıl, mantık vs. gibi şeyler söyleyenler çıkabilir. Tamam senin yaratıcının ya da inancının adı da "Akıl" ya da "Mantık" o zaman işte. Adı çok önemli değil. Önemli olan ihtiyaç duyduğun cevabı verecek şeyin tam içinde, her daim yanında olması. Susup dinlersen ve cevaba gerçekten hazırsan tam orada bekliyor tüm cevaplar seni.
Ortaokuldaydım. Sınava çok çalışmıştım. Ama uyuyakalmış, son sayfalara hiç bakamamıştım. Soruların neredeyse yarısı o son sayfalardan çıktı. Hiç bilmiyordum. Durdum, içime döndüm ve "Çok çalıştım, biliyorsun. Şu sınavdan düşük alsam nerede hakkın, nerede adaletin diye şüpheye düşeceğim. Beni şu şüpheye düşmekten koru" dedim sessizce. Az sonra soruları tekrar okudum ve hiç bilmediğim cevapları yazdım. Belki okurken inanmayacak, derste dinlemişsindir, aklına gelmiştir diyeceksiniz. Dinlememiştim çünkü o zamanlar düzenli olarak doktora gidiyordum ve bir çok dersi kaçırıyordum. Bu olay tek değil. Başka başka olaylar da var burada uzun uzun anlatsam olmayacak...Yıllar içinde korkunç bir şeyin olma olasılığı karşısında sakinleşip olup olmayacağını sorduğumda hep doğru cevabı aldım. Bazısında oldu, bazısında olmadı. Kaç kez kıl payı kurtardım çok zor durumlarda tam son anda duyduğum o ses sayesinde. Kaç kez doğru yolu buldum. Tek sorun ben her zaman hazır değilim ruhumun sesini duymaya.
Yanlış yaptığımı bile bile konuşamam hiç bir şey olmamış gibi ruhumla. Çıktığım yoldan geri dönmeye razı değilken susup dinleyemem. Ben çırpınıp kendimi savundukça susar, "Sen söylediklerine inanıyorsan, bana laf düşmez der" tüm sessizliği ile. Bilirim ki haklı. İşte bu yüzden zaman zaman kaparım kulağımı ruha. Hiç konuşmam kendimle, yaşarım sadece. Başımı yastığa koyunca gelir oturur usulca baş ucuma bilirim. Bekler ona dönmemi, kulağımı açmamı, soruyu sorup cevabı duymamı. İşte o anlarda bir formu var ruhumun. Şeffaf, içi dışı bir; şefkatli bir kalbi var. Öyle rengi falan yok. Dinlemeyi kabul etsem, anlatacak. Bırakmıyor, terk etmiyor. Sessizce bekliyor baş ucumda. "Hadi uyu, biraz büyü, hazır olduğunda burdayım." diyor. Çocukluğuma dönüyorum. Ruhum baş ucumda bekliyor, ben güvenle uykuya dalıyorum.
Hazır masaya yatırmışken dinlemeye ikna eden biri çıksa nasıl güzel olur :)
Haftanın sorusuna gelirsek:
"İnsanların ruhlarının rengi ve bir formu olduğunu düşünüyor musunuz? Örneğin, gün ışığı gibi veya pembe kiraz çiçeği gibi. Öyleyse sizin ruhunuz nasıl forma, renge sahip olurdu?"
Öncelikle ruh konusuna gelmeden başka bir konuya açıklık getirmem gerekiyor. Ben uzun yıllardır ilahi dinlere inanmıyorum. Müslüman bir ailede büyüdüm. Yazları Kur'an kursuna gittim. Ortaokulda 5 vakit namaz kıldım, sonraki yıllarda da orucumu eksiksiz tuttum. Üniversitenin ilk yılında 30 ramazan teravih namazına gittim. Her gece yatmadan duamı okudum. Her sabah kahvaltı yaparken Kur'an okuyan anneannemi dinledim. Ama işte sonra bir şey oldu ve bitti.
Dinlere inanmıyorum ama tek bir yaratıcıya inanıyorum ve ruhumuzun da o tek yaratıcıdan bir parça olduğuna eminim. Burada bir parantez açıp söylemeliyim benim gibi varlığına inananların, O'nun, kitaplarda yazan o kısıtlı, koşullu düşüncelere sığmayacak kadar büyük olduğunu görememesini anlayamıyorum pek. Ama tabi ki herkesin inancına saygı duyuyorum. Umarım herkes de benim inancıma saygı duyar bir gün.
Evet dediğim gibi bence ruhlarımız ilahi yaratıcıdan bir parça. İçimizde taşıyoruz onun bir parçasını. O ise tüm kainata yayılmış halde, boşlukta, her yerde. Bir bedeni, bir formu yok. Kolektif bir bilinç gibi. Her birimize erişimi var, bize ve bizden çok daha fazlasına. Başarabilirsek bizim de ona erişimimiz var. Hani içinden çıkamadığınız bir sorunun çözümü birden beliriverir ya gözünüzün önünde, yıllarca anlamadığınız bir şeyi bir anda anlayıveririz ya, kendi kendimize sorarız bazı soruları, buluruz cevapları... İçimden bir ses şöyle diyor deriz ya... İşte o ses ruh bence. Şimdi içinizden akıl, mantık vs. gibi şeyler söyleyenler çıkabilir. Tamam senin yaratıcının ya da inancının adı da "Akıl" ya da "Mantık" o zaman işte. Adı çok önemli değil. Önemli olan ihtiyaç duyduğun cevabı verecek şeyin tam içinde, her daim yanında olması. Susup dinlersen ve cevaba gerçekten hazırsan tam orada bekliyor tüm cevaplar seni.
Ortaokuldaydım. Sınava çok çalışmıştım. Ama uyuyakalmış, son sayfalara hiç bakamamıştım. Soruların neredeyse yarısı o son sayfalardan çıktı. Hiç bilmiyordum. Durdum, içime döndüm ve "Çok çalıştım, biliyorsun. Şu sınavdan düşük alsam nerede hakkın, nerede adaletin diye şüpheye düşeceğim. Beni şu şüpheye düşmekten koru" dedim sessizce. Az sonra soruları tekrar okudum ve hiç bilmediğim cevapları yazdım. Belki okurken inanmayacak, derste dinlemişsindir, aklına gelmiştir diyeceksiniz. Dinlememiştim çünkü o zamanlar düzenli olarak doktora gidiyordum ve bir çok dersi kaçırıyordum. Bu olay tek değil. Başka başka olaylar da var burada uzun uzun anlatsam olmayacak...Yıllar içinde korkunç bir şeyin olma olasılığı karşısında sakinleşip olup olmayacağını sorduğumda hep doğru cevabı aldım. Bazısında oldu, bazısında olmadı. Kaç kez kıl payı kurtardım çok zor durumlarda tam son anda duyduğum o ses sayesinde. Kaç kez doğru yolu buldum. Tek sorun ben her zaman hazır değilim ruhumun sesini duymaya.
Yanlış yaptığımı bile bile konuşamam hiç bir şey olmamış gibi ruhumla. Çıktığım yoldan geri dönmeye razı değilken susup dinleyemem. Ben çırpınıp kendimi savundukça susar, "Sen söylediklerine inanıyorsan, bana laf düşmez der" tüm sessizliği ile. Bilirim ki haklı. İşte bu yüzden zaman zaman kaparım kulağımı ruha. Hiç konuşmam kendimle, yaşarım sadece. Başımı yastığa koyunca gelir oturur usulca baş ucuma bilirim. Bekler ona dönmemi, kulağımı açmamı, soruyu sorup cevabı duymamı. İşte o anlarda bir formu var ruhumun. Şeffaf, içi dışı bir; şefkatli bir kalbi var. Öyle rengi falan yok. Dinlemeyi kabul etsem, anlatacak. Bırakmıyor, terk etmiyor. Sessizce bekliyor baş ucumda. "Hadi uyu, biraz büyü, hazır olduğunda burdayım." diyor. Çocukluğuma dönüyorum. Ruhum baş ucumda bekliyor, ben güvenle uykuya dalıyorum.
Çarşamba, Kasım 13, 2019
Bir Defter, Bir Kapı (Vol.2)
Ali müzenin otoparkına girdiğinde az önce yolda onu sollayan siyah Grand Cherokee'yi fark etti hemen. Canı sıkıldı. Kim bilir nasıl bir hıyarla muhatap olacaktı az sonra? Ön yargılarını kapıda bıraktığına inanarak -tabi ki öyle bir şey söz konusu değil, lütfen kendimizi kandırmayalım- tüm soğukkanlılığı ve pozitifliği ile girdi müzenin kapısından. Müzeye daha önce gelmişti; hiç duraksamadan müze müdürünün odasına yöneldi. Müdürün odasına girdiğinde anlık bir şaşkınlık yaşadı. Altmışlı yaşlarda, gözlüklü, ak saçlı, keçi sakallı entellektüel bir ihtiyar delikanlı görmeyi bekliyordu. Oysa şimdi karşısında otuzlarının başında, bal rengi delici bakışları ve kumral, kıvırcık saçları ile Medusa'yı andıran bir kadın duruyordu.
- Merhaba. Ben Ali Civan Deniz. Dün müze müdürü ile görüşmüştüm. Saat 10'da burada buluşmak üzere sözleşmiştik.
- Merhaba. Ceren ben de. Hakan Bey'in acil bir toplantısı çıktı. Size ben yardımcı olacağım. Sanırım siz de herkes gibi yeni keşfedilen gizli bölüm ile ilgileniyorsunuz. Dilerseniz tura oradan başlayalım.
- Müzeyi daha önce ziyaret etmiştim. Tura gerek yok. Sadece yeni bulunan gizli geçit ve ardındaki odayla ilgili detaylı bilgi almak istiyorum. Hatta odayı bulan kişiyle konuşabilirsem çok iyi olur.
Tüm sanat camiası bu büyük keşfi yapan kişiyi merak ediyordu. Ceren'in yerinde bir başkası olsa bu fırsatı değerlendirir; kazara yaptığı bu büyük keşfi kullanarak kariyerinde büyük bir sıçrama gerçekleştirebilirdi ama Ceren isminin bu olayla birlikte anılmaması için özellikle uğraşmıştı. Meşhur olmak gibi bir hayali hiç olmamıştı. Kariyer basamaklarını hızla tırmanmak gibi bir hayali de yoktu zaten. Ceren özellikle dikkat çekmek, göze batmak istediği anlar dışında fark edilmemeyi tercih ediyordu. Fark edilmemek ona hareket özgürlüğü sağlıyordu. Şu gizli kapı ve ardındaki oda tüm planlarını alt üst etmişken bir de peşine düşecek meraklılarla uğraşmak ihtiyacı olan son şeydi. Kısa bir sessizliğin ardında Ceren,
"Kapıyı restorasyon ekibinden bir arkadaşımız duvar üzerinde çalışırken şans eseri buldu. Size nasıl olduğunu gösterebilirim," dedi ve birlikte gizli geçidin olduğu bölüme gittiler. Ali, biraz meraktan biraz da aralarındaki sıkıntılı sessizlikten, "Otoparkta siyah bir Grand Cherokee gördüm. Kimin olduğunu biliyor musunuz acaba?" diye sordu.
"Benim," dedi Ceren kısaca ve aralarındaki o sıkıntılı sessizlik yeniden başladı ve hiç bitmeyecekmişçesine ağırlaştı. Gizli geçidin olduğu noktaya geldiklerinde Ceren kapıyı nasıl bulduğunu üçüncü ağızdan anlatmaya başladı. Ceren'in konuşmaya başlamasıyla Ali gevşedi, o sessizliğin aradan çekilmesiyle rahatladı. Ceren'in jestlerine, beden diline, konuştukça sağa sola savrulan buklelerine odaklanmıştı ki hikayedeki detayları kaçırdığını hissetti. Yine de yılların getirdiği deneyimle Ceren'in anlattıklarından çok daha fazlasını da ustalıkla sakladığını sezdi.
(...devam edecek.)
Dipnot: Spontane, geldiği gibi yazıp yayınlıyorum. Düzeltmeleri genelde gündüz gözüyle okuyarak yapıyorum. Hatalar için kusura bakmayın şimdilik :)
(...devam edecek.)
Dipnot: Spontane, geldiği gibi yazıp yayınlıyorum. Düzeltmeleri genelde gündüz gözüyle okuyarak yapıyorum. Hatalar için kusura bakmayın şimdilik :)
Salı, Kasım 12, 2019
Bir Defter, Bir Kapı
Ali elindeki deftere aşık olmuştu. Ama uzun sürmezdi Ali'nin aşkları. Tıpkı öncekiler gibi bir an önce yazmak, sayfaları doldurmak, hikayeyi bitirmek, bu defteri de rafta duran diğer defterlerin arasına kaldırmak istiyordu Ali. En çok övündüğü şeylerdi o defterler. Her defterin ayrı bir hikayesi vardı. Ali her defterle birlikte yeni biri olur, yeni bir şeye ilgi duyar, tutunduğu şeyin iliğini kemiğini kurutmadan bırakmazdı. İlk defterini o zamanki kız arkadaşına ilginç, gizemli biri gibi görünmek için almıştı. O zamanlar bilmiyordu tabi o defterin yıllar sürecek bir tutkunun ateşini yakacağını. Ali, şimdilik kütüphanesinin yanındaki çalışma masasında defteriyle bekleyedursun; biz defteri kitabı bırakıp elektronik hayata geçeli çok olan Ceren'in yanına gidelim biraz da.
Ceren, yaklaşık 1 yıldır restorasyon çalışmaları yaptığı tarihi müzede tamamen şans eseri -belki de talihsizlik demeliyiz- gizli bir kapı bulmuş ve kazara açmıştı 1 hafta önce. Müzenin daha önce bilinmeyen bu yeni bölümü sanat dünyasında büyük bir şok etkisi yaratmış; yıllar içinde öyle ya da böyle kaybolan ya da çalındığı düşünülen bir çok eserin bu gizli bölmede bulunması tüm gözleri müzenin üzerine çevirmişti. Bu durum Ceren'i mutlu etmek yerine fazlasıyla rahatsız etmişti düşünülenin aksine. Ceren sevmiyordu plana dahil olmayan son dakika sürprizlerini. Normal koşullarda 2 hafta içinde müzedeki restorasyon çalışmalarını bitirip Kahire'ye gitmeyi, bambaşka bir maceraya atılmayı planlıyordu. Ama şu kahrolası gizli oda ortaya çıktığından beri işleri bitirmek şöyle dursun her gün, her saniye bir yenisi ekleniyordu yapılacaklar listesine maalesef.
Ceren her gün aynı iç sıkıntısı ile kalkıyordu yataktan. Gitmesi gereken tarih yaklaştıkça gidemeyeceği gerçeği ile yüz yüze geliyordu. O sabah da aynı bıkkınlıkla müzenin yolunu tuttu. Sabah trafiğine takılmayı hiç sevmiyordu. Bulduğu ilk boşlukta gaza bastı; önünde kaplumbağa gibi giden kırmızı bir arabayı sollayıp şehir içi hız limitine de hiçe sayarak müzeye vardı. Halletmesi gereken işler arttığı için ekibine yeni elemanlar alması gerekmişti. Neyse ki işinin ehli ve hevesli kişileri bulma konusunda hiç sorun yaşamıyordu. Yalnız canını sıkan başka bir konu vardı. Müze müdürü dün gece aramış, bugün bir akademisyenin gelip müzede yapılan çalışmaları inceleyeceğini söylemişti. Adamın yeni keşfedilen bölümle ilgili bir kitap yazmayı planladığını da eklemişti. Giderek artan iç sıkıntısı yetmezmiş gibi şimdi bir de bu adam çıkmıştı başına.
Ceren dışarıdan görünen tüm enerjisine, çılgınlığına, rahatlığına rağmen özünde oldukça kapalı biriydi. Kapılarını kimseye açmaz, kimseye güvenmez, kimseyi kolay kolay yanına yaklaştırmazdı. Yeni insanlarla tanışmayı pek sevmez; mümkün olsa kör-sağır taklidi yapmayı yeğlerdi. Elbette çok yakın dostları vardı ama onlar başkaydı. Ceren'in hayatındaki kimse 100'den başlamazdı değer görmeye. Ceren için herkes sıfırdı. Dostları zaman içinde yüzlük olduklarını defalarca kez kanıtlamışlardı. Ama dedim ya onlar başkaydı işte! İstisnalar kaideyi bozmaz, insanların çoğu yüzlük olamazdı.
(...devam edecek.)
Ceren, yaklaşık 1 yıldır restorasyon çalışmaları yaptığı tarihi müzede tamamen şans eseri -belki de talihsizlik demeliyiz- gizli bir kapı bulmuş ve kazara açmıştı 1 hafta önce. Müzenin daha önce bilinmeyen bu yeni bölümü sanat dünyasında büyük bir şok etkisi yaratmış; yıllar içinde öyle ya da böyle kaybolan ya da çalındığı düşünülen bir çok eserin bu gizli bölmede bulunması tüm gözleri müzenin üzerine çevirmişti. Bu durum Ceren'i mutlu etmek yerine fazlasıyla rahatsız etmişti düşünülenin aksine. Ceren sevmiyordu plana dahil olmayan son dakika sürprizlerini. Normal koşullarda 2 hafta içinde müzedeki restorasyon çalışmalarını bitirip Kahire'ye gitmeyi, bambaşka bir maceraya atılmayı planlıyordu. Ama şu kahrolası gizli oda ortaya çıktığından beri işleri bitirmek şöyle dursun her gün, her saniye bir yenisi ekleniyordu yapılacaklar listesine maalesef.
Ceren her gün aynı iç sıkıntısı ile kalkıyordu yataktan. Gitmesi gereken tarih yaklaştıkça gidemeyeceği gerçeği ile yüz yüze geliyordu. O sabah da aynı bıkkınlıkla müzenin yolunu tuttu. Sabah trafiğine takılmayı hiç sevmiyordu. Bulduğu ilk boşlukta gaza bastı; önünde kaplumbağa gibi giden kırmızı bir arabayı sollayıp şehir içi hız limitine de hiçe sayarak müzeye vardı. Halletmesi gereken işler arttığı için ekibine yeni elemanlar alması gerekmişti. Neyse ki işinin ehli ve hevesli kişileri bulma konusunda hiç sorun yaşamıyordu. Yalnız canını sıkan başka bir konu vardı. Müze müdürü dün gece aramış, bugün bir akademisyenin gelip müzede yapılan çalışmaları inceleyeceğini söylemişti. Adamın yeni keşfedilen bölümle ilgili bir kitap yazmayı planladığını da eklemişti. Giderek artan iç sıkıntısı yetmezmiş gibi şimdi bir de bu adam çıkmıştı başına.
Ceren dışarıdan görünen tüm enerjisine, çılgınlığına, rahatlığına rağmen özünde oldukça kapalı biriydi. Kapılarını kimseye açmaz, kimseye güvenmez, kimseyi kolay kolay yanına yaklaştırmazdı. Yeni insanlarla tanışmayı pek sevmez; mümkün olsa kör-sağır taklidi yapmayı yeğlerdi. Elbette çok yakın dostları vardı ama onlar başkaydı. Ceren'in hayatındaki kimse 100'den başlamazdı değer görmeye. Ceren için herkes sıfırdı. Dostları zaman içinde yüzlük olduklarını defalarca kez kanıtlamışlardı. Ama dedim ya onlar başkaydı işte! İstisnalar kaideyi bozmaz, insanların çoğu yüzlük olamazdı.
photo credit: https://pxhere.com/tr/photo/1293595
(...devam edecek.)
Pazartesi, Kasım 11, 2019
Yazamıyorum
Düştüm. Kalkamıyorum.
Yazamıyorum.
Kısır bir döngüye hapsoldum. Çıkamıyorum. Tüm yollar aynı yere çıkıyor. Tıkandım, yazamıyorum.
Yok! Gelmiyor! Tek bir ilginç fikir gelmiyor! Taslakta 10 tane hikaye var; her birinde 3-5 cümle yazılmış ama gelmiyor devamı. Günlerdir o mim senin bu mim benim dolanıp durdum. İnkar ettim tıkandığımı. Ama işte! Kabul ediyorum şimdi.
Tükendim!
Yazamıyorum.
Kısır bir döngüye hapsoldum. Çıkamıyorum. Tüm yollar aynı yere çıkıyor. Tıkandım, yazamıyorum.
Yok! Gelmiyor! Tek bir ilginç fikir gelmiyor! Taslakta 10 tane hikaye var; her birinde 3-5 cümle yazılmış ama gelmiyor devamı. Günlerdir o mim senin bu mim benim dolanıp durdum. İnkar ettim tıkandığımı. Ama işte! Kabul ediyorum şimdi.
Tükendim!
Pazar, Kasım 10, 2019
Mim - Notalarla Yolculuk
Sevgili Günlük bir mim başlatmış. Çok da güzel anlatmış. Kaystros Tyrha da şarkılarını ve hislerini paylaşıp beni mimlemiş. Mim konusu müzik, "Notalarla Yolculuk".
O kadar çok şarkı, o kadar çok anı var ki... Seçmek ne mümkün ama bir süredir içimde kıpraşan bir özlem var, Buika dinlemeyi özledim. Sesindeki hüznü, acıyı, kalbini çıkarıp avuçlarıma bırakır gibi şarkı söylemesini... İspanyolca öğrendiğim zaman dinlemeye başladım Buika'yı ve uzun süre bırakamadım. Sonra araya yıllar, yollar, başka şarkılar girdi ama eski aşklar unutulmaz :)
Mim için seçtiğim ilk şarkı "Mi niña Lola". Merak edip sözlerine ve çevirisine bakarsanız bir anne olarak hislerimi, o küçük tatlı kız için hissettiğim üzüntüyü tahmin edebilirsiniz. Şarkıda bir baba kızına sesleniyor, bir nevi teselli etmeye çalışıyor. Ama şarkıdaki hüznü, elemi, kederi hissetmek için sözlere gerek yok, Buika'nın dumanlı sesi yetiyor içimdeki telleri titretmeye.
O kadar çok şarkı, o kadar çok anı var ki... Seçmek ne mümkün ama bir süredir içimde kıpraşan bir özlem var, Buika dinlemeyi özledim. Sesindeki hüznü, acıyı, kalbini çıkarıp avuçlarıma bırakır gibi şarkı söylemesini... İspanyolca öğrendiğim zaman dinlemeye başladım Buika'yı ve uzun süre bırakamadım. Sonra araya yıllar, yollar, başka şarkılar girdi ama eski aşklar unutulmaz :)
Mim için seçtiğim ilk şarkı "Mi niña Lola". Merak edip sözlerine ve çevirisine bakarsanız bir anne olarak hislerimi, o küçük tatlı kız için hissettiğim üzüntüyü tahmin edebilirsiniz. Şarkıda bir baba kızına sesleniyor, bir nevi teselli etmeye çalışıyor. Ama şarkıdaki hüznü, elemi, kederi hissetmek için sözlere gerek yok, Buika'nın dumanlı sesi yetiyor içimdeki telleri titretmeye.
Bir kez İspanyolca'ya dalınca çıkamıyorum kolay kolay. İkinci tercihimi de "Historia de un Amor"dan yana kullanıyorum. Arka arkaya dinleyince aynı adam bu kez sevdiği kadına sesleniyor gibi geliyor insana.
Madem Notalarla Yolculuk yapıyoruz, bugün biraz uzak diyarlara ama aslında bizden çok da farklı olmayan insanların yaşadığı topraklara gidelim. Acılarını hissedip hüzünlerine ortak olalım. Bu güzel mim için Sevgili Günlük'e ve beni mimlediği için de Mr. Kaplan'a çok teşekkürler.
Ben de candan ötem, Denize Bakan Evin sahibesini (biliyorum sevmiyorsun pek mim yazmayı. İçinden gelirse yaz, gelmezse de kabul :)
Muhteşem müzik seçimleri ile hayran olduğum Momentos'u,
Yaşam enerjisi ile bizi hüzünden çıkarıp umuda taşıyacağına inandığım Handan Hanım'ı (Handan Abla diyebilir miyim acaba?) mimliyorum.
Dipnot: İlle de bizden şarkılar olsun diyor bir yanım. Sizin de diyorsa şöyle alayım sizi. Oradan da Sezen'e, Suavi'ye, Hüsnü Arkan'a geçin. Oooo bitmez bu yazı hiç :)
Ah şu şarkıların gözü kör olsun!
Yaşam enerjisi ile bizi hüzünden çıkarıp umuda taşıyacağına inandığım Handan Hanım'ı (Handan Abla diyebilir miyim acaba?) mimliyorum.
Dipnot: İlle de bizden şarkılar olsun diyor bir yanım. Sizin de diyorsa şöyle alayım sizi. Oradan da Sezen'e, Suavi'ye, Hüsnü Arkan'a geçin. Oooo bitmez bu yazı hiç :)
Ah şu şarkıların gözü kör olsun!
Cumartesi, Kasım 09, 2019
Çarşamba, Kasım 06, 2019
10 Öpücük Günü*
Bugün "10 Öpücük Günü"ymüş!
Arya öyle dedi az önce :D
Etüt merkezinden geldi, çantasını yere attı, kıyafetlerini çıkarıp koltuğun üstüne bıraktı ve öylece koşarak gelip kucağıma atladı.
- Annecim, bugün ne günü biliyor musun?
- Ne günüymüş annecim?
- Hımmm 10 Öpücük Günüymüş!
- AAAAA süpermiş öpeyim o zaman seni 10 kez :D
10 yetmedi 20 kez öptüm. Sonra o beni 10 kez öperken aklına İngilizce olarak saymak geldi ve en baştan başlayıp öyle öptü :))))))
Şimdi baktım Dünya Öpücük Günü 6 Temmuz'muş ama bizimkisi ondan farklı zaten :D Bizimkisi adı üstünde "10 Öpücük Günü". Hadi siz de kalkıp öpüverin sevdiklerinizi! Hem belki öperken fark edersiniz 10 öpücüğün bile bazen ne kadar az geldiğini :)
Arya öyle dedi az önce :D
Etüt merkezinden geldi, çantasını yere attı, kıyafetlerini çıkarıp koltuğun üstüne bıraktı ve öylece koşarak gelip kucağıma atladı.
- Annecim, bugün ne günü biliyor musun?
- Ne günüymüş annecim?
- Hımmm 10 Öpücük Günüymüş!
- AAAAA süpermiş öpeyim o zaman seni 10 kez :D
10 yetmedi 20 kez öptüm. Sonra o beni 10 kez öperken aklına İngilizce olarak saymak geldi ve en baştan başlayıp öyle öptü :))))))
Şimdi baktım Dünya Öpücük Günü 6 Temmuz'muş ama bizimkisi ondan farklı zaten :D Bizimkisi adı üstünde "10 Öpücük Günü". Hadi siz de kalkıp öpüverin sevdiklerinizi! Hem belki öperken fark edersiniz 10 öpücüğün bile bazen ne kadar az geldiğini :)
*Aslında bu yazıyı Anne-kız bloguma yazdım ilk başta ama sonra burda da paylaşmak istedim. Son günlerde bloga çöken ağır hava dağılsın biraz değil mi ;)
**Fotoğraf şu adresten alınmıştır.
Unutma, Durabilirsin! Hatta Düşebilirsin de!
*Güzel kızım,
Evet, evet senden bahsediyorum. Güzelsin! O kadar güzelsin ki... O kadar çok sevilmeyi hak ediyorsun ki... Ve inan bana o kadar çok sevileceksin ki...
Ama dayan, aşman gereken yollar, sabırla beklemen gereken yıllar var. Sakın beklemekten yorulup kestirme yollar arama. O yolların ucunda yaşlı, kurnaz bir kurt seni bekliyor. Sen hiç görmedin kurt; tanıyamaz; insan sanırsın. Ne olur sabret! Uzun ama güvenli yolları tercih et!
Herkes aynı yollardan geçmiyor büyürken. N'olur annemizle kıyaslama kendini. Sen onu fersah fersah geçeceksin. O üniversiteden döndü, sen dönmeyeceksin. O bıraktı öğretmenliği tam hak edip almasına çeyrek kala, sen bırakmayacaksın. O ne seni, ne de kardeşini kendi büyütemedi; sen ilk 2 yıl tek başına bakacaksın kızına. Sonraki yıllarda da hep yanında olacaksın. Yarışma annemizle ne olur! İlerde öğreneceğin en büyük ders kaybedeceğin savaşlara en baştan hiç girmemek olacak. Bu savaşın galibi olmayacak. İkiniz de kaybedeceksiniz ama senin kaybın daha büyük olacak. Daha kendin küçücük bir kız çocuğuyken sanki anne olan senmişçesine avuttuğun, geceleri masal anlatarak uyuttuğun gibi avut hep annemizi. Büyüdükçe küçülme! Kaybetme merhametini! Birlikte geçireceğiniz zamanların kıymetini bil.
Büyürken zor zamanların olacak. Ama yalnız olmayacaksın. Kardeşin olacak -evet sürprizi biraz bozdum ama-. Abla olmak kolay değil ama çok seveceksin, çok da sevileceksin. Sonra çok harika dostların olacak. Her biri birbirinden değerli, vazgeçilmez. En zor zamanlarında hep yanında olacaklar. Onlar olmasa bugün ben sana bu mektubu yazamazdım, büyüdükçe anlayacaksın.
Sana umuttan, yarınlardan, güzel günlerden bahsetmek istiyorum ama o günler gelene dek dayanmalısın. Vazgeçmezsen son gülen sen olacaksın. Yeter ki yan yollara sapma, önündeki yoldan ayrılma! İlerleyen yıllarda da şimdi olduğu gibi hayat çelme takıp seni düşürmeye çalıştıkça kaçmaya çalışacaksın hep. Unutma, durabilirsin! Hatta düşebilirsin ve öylece kalabilirsin bir süre! Korkma! Elbet tekrar kalkacaksın ayağa.
Bak, asla düşme demiyorum sana. Düşe kalka büyüyeceksin. Yanlışların olacak ama doğruya da varacaksın. Mesela yıllarca haybeye aradığın sevgiyi, aşkı hiç ummadığın anda bulacaksın. Ama mutlu son da çok kolay olmayacak. Gerçek hayatın tam da masalların mutlu sonla bittiği yerde başladığını öğreneceksin.
Annene sarıl, kardeşini sarmala, dostlarına güven! Kendin olmaktan vazgeçme. Sevilmek için değişmek zorunda değilsin, seni olduğun gibi sevenlerden yana kullan her daim tercihlerini.
Seni seviyorum küçük kız, sen de unutma kendini sevmeyi asla!
İmza:
Sen...
Abla, eş, anne, öğretmen, dost...
Dipnot: Öğretmen olma! Olursan da beden eğitimi öğretmeni falan ol. Tüm gün bahçede hopla zıpla, öğrencilerin göz bebeği ol ;)
*10 yaşımdaki halime yazdım bu mektubu. Bu Mim'i Sessiz Umman başlatmış, ben Deep sayesinde haberdar oldum. Diğer bloggerlarınkini okudukça çok yutkundum. Kendi 10 yaşıma zorla dönüp baktım. Çok derinlere inmek istemedim. 10 yaşındaki çocuk ne anlasın bunları demeyin. Ben 10 yaşında neredeyse 100 olmuştum.
3 kişiyi mimleyin denilmiş ama zorla güzellik olmaz. İsteyen, gönüllü olan varsa ben mimledim saysın, yazsın.
Evet, evet senden bahsediyorum. Güzelsin! O kadar güzelsin ki... O kadar çok sevilmeyi hak ediyorsun ki... Ve inan bana o kadar çok sevileceksin ki...
Ama dayan, aşman gereken yollar, sabırla beklemen gereken yıllar var. Sakın beklemekten yorulup kestirme yollar arama. O yolların ucunda yaşlı, kurnaz bir kurt seni bekliyor. Sen hiç görmedin kurt; tanıyamaz; insan sanırsın. Ne olur sabret! Uzun ama güvenli yolları tercih et!
Herkes aynı yollardan geçmiyor büyürken. N'olur annemizle kıyaslama kendini. Sen onu fersah fersah geçeceksin. O üniversiteden döndü, sen dönmeyeceksin. O bıraktı öğretmenliği tam hak edip almasına çeyrek kala, sen bırakmayacaksın. O ne seni, ne de kardeşini kendi büyütemedi; sen ilk 2 yıl tek başına bakacaksın kızına. Sonraki yıllarda da hep yanında olacaksın. Yarışma annemizle ne olur! İlerde öğreneceğin en büyük ders kaybedeceğin savaşlara en baştan hiç girmemek olacak. Bu savaşın galibi olmayacak. İkiniz de kaybedeceksiniz ama senin kaybın daha büyük olacak. Daha kendin küçücük bir kız çocuğuyken sanki anne olan senmişçesine avuttuğun, geceleri masal anlatarak uyuttuğun gibi avut hep annemizi. Büyüdükçe küçülme! Kaybetme merhametini! Birlikte geçireceğiniz zamanların kıymetini bil.
Büyürken zor zamanların olacak. Ama yalnız olmayacaksın. Kardeşin olacak -evet sürprizi biraz bozdum ama-. Abla olmak kolay değil ama çok seveceksin, çok da sevileceksin. Sonra çok harika dostların olacak. Her biri birbirinden değerli, vazgeçilmez. En zor zamanlarında hep yanında olacaklar. Onlar olmasa bugün ben sana bu mektubu yazamazdım, büyüdükçe anlayacaksın.
Sana umuttan, yarınlardan, güzel günlerden bahsetmek istiyorum ama o günler gelene dek dayanmalısın. Vazgeçmezsen son gülen sen olacaksın. Yeter ki yan yollara sapma, önündeki yoldan ayrılma! İlerleyen yıllarda da şimdi olduğu gibi hayat çelme takıp seni düşürmeye çalıştıkça kaçmaya çalışacaksın hep. Unutma, durabilirsin! Hatta düşebilirsin ve öylece kalabilirsin bir süre! Korkma! Elbet tekrar kalkacaksın ayağa.
Bak, asla düşme demiyorum sana. Düşe kalka büyüyeceksin. Yanlışların olacak ama doğruya da varacaksın. Mesela yıllarca haybeye aradığın sevgiyi, aşkı hiç ummadığın anda bulacaksın. Ama mutlu son da çok kolay olmayacak. Gerçek hayatın tam da masalların mutlu sonla bittiği yerde başladığını öğreneceksin.
Annene sarıl, kardeşini sarmala, dostlarına güven! Kendin olmaktan vazgeçme. Sevilmek için değişmek zorunda değilsin, seni olduğun gibi sevenlerden yana kullan her daim tercihlerini.
Seni seviyorum küçük kız, sen de unutma kendini sevmeyi asla!
İmza:
Sen...
Abla, eş, anne, öğretmen, dost...
Dipnot: Öğretmen olma! Olursan da beden eğitimi öğretmeni falan ol. Tüm gün bahçede hopla zıpla, öğrencilerin göz bebeği ol ;)
*10 yaşımdaki halime yazdım bu mektubu. Bu Mim'i Sessiz Umman başlatmış, ben Deep sayesinde haberdar oldum. Diğer bloggerlarınkini okudukça çok yutkundum. Kendi 10 yaşıma zorla dönüp baktım. Çok derinlere inmek istemedim. 10 yaşındaki çocuk ne anlasın bunları demeyin. Ben 10 yaşında neredeyse 100 olmuştum.
3 kişiyi mimleyin denilmiş ama zorla güzellik olmaz. İsteyen, gönüllü olan varsa ben mimledim saysın, yazsın.
Salı, Kasım 05, 2019
Hayal Etmekten Fazlasını Yaptım
Kasım Meydan okumasını takip etmeye çalışıyorum ama hayat bu aralar çok hızlı - Ne zaman değil ki? - Yetişemiyorum maalesef ama ucundan kıyısından olduğu kadar katılmak istiyorum yine de. İşte günün sorusuna cevabım aşağıda.
Ben bu sefer gözümü kapatıp olmak istediğim yeri hayal etmekle kalmadım direkt hayal ettiğim yere gittim. Ama eksik vardı hayalimin gerçek halinde. N'apalım her istediğimizi elde edemeyiz, etsek hayatın anlamı kalmaz belki de!
Öğretmen olunca işler iş yerinde bitmiyor, eve de taşıyor maalesef sorumluluklar. Okumam gereken sınavları da aldım sahile giderken ama çok okuyamadım tabi manzaraya ve hayallere daldığım için :) ama şu fotoğrafa bir bakın, siz olsanız siz de okuyamazdınız :)
Bugün de böyle batırdım güneşi işte! Her gün aynı güzellikte olmuyor ama işte bazen, bazen çok güzel hayat!
Pazartesi, Kasım 04, 2019
Herkese Aynı Anda mı Dank Ediyor?
Sahilde eski, kırık dökük bir bankta oturuyordu Ahmet. Oturduğu banka bakıp "Benim gibi ayakta duracak hali kalmamış ama inatla ayakta. Vakur bir tavrı var diyeceğim... Diyemem! Yok çünkü! Her yerinden sefalet akıyor. Elle tutulur yanı kalmamış, çivileri çıkmış, boyası dökülmüş, yazıları silinmiş, tahtaları eksik... İşte aynı ben!" diye geçirdi içinden.
Önünde uzanan masmavi denize bakarken düşüncelere daldı: "Derdimi anlatsam dile gelip anlatır mı o da acaba? Kim bilir ona ne zaman dank etti şu sefil hali? Benden çok önce mi fark etti uzaktan bakınca bulut denizi sanılan şeyin sadece basit bir uçurum dibi olduğunu? Belki de ben ondan öndeyim. Ben yıkıldım, oturup kaldım; o hâlâ ayakta. Belki de sadece sırtında taşıdıklarının hüznünden bu hâle düştüğü için hâlâ ayaktadır. Uçurum dibine bakıp kendine gelen o değil ya sonuçta!".
Ya o yerine çivilenmiş banksınızdır hayatta, başkalarını taşırken kırılıp dökülen, eskiyen, son ana dek bi'çare ayakta durmaya mahkum; ya da tüm hüznünü hoyratça üzerine boca edip çekip gidenlerdensinizdir! Bir de hiç suya sabuna dokunmadan yaşayıp gidenler var tabi! Ah onlardan olmak nasıl bir saadet acaba? Ama işte bir kez yolunu şaşırdı mı duramıyor insan, freni patlamış kamyon gibi yokuş aşağı son hız uçuyor adeta. Peki ya sonra? Sonrası değişir.
Ahmet ilk kıpırtıları, ilk huzursuzluğu, ilk alevi geçen yıl hissetmişti. Hayattan sıkılmış, işinden ayrılmış, eşini dostunu unutmuş, yollara vurmuştu kendini. Yollar çare olur sanmıştı. Olmadı. Bir süre sonra yoldan döndü. Eşine dostuna sarıldı yeniden ama işte bir kez girmişti kanına gitmenin cazibesi. Yine gidesi geldi Ahmet'in. Yerinde durdukça hayat ellerinden kayıp gidiyor gibi geliyordu. Duramıyordu; hayattan önce o akıp gitmek istiyordu. Ne zaman arabaya binse ibre 120'yi, 140'ı gösterir olmuştu. Önceleri ibre 100'e gelse hemen frene asılırdı Ahmet ama şimdi gaza bastıkça basası geliyordu. Gaza bastıkça radyonun sesini de açıyordu. Yeni şarkılar keşfediyor ama bir yandan da eski şarkılara bir kez daha hayran oluyordu. Tüm bunları düşünürken birden durdu Ahmet. Bunlar için gelmemişti buraya. Tüm bunları geride bırakmak için gelmişti.
O eski banktan kalkıp gitmek istiyordu Ahmet. Uçurumun kıyısına gidip dibe baktığı anları unutmak istiyordu. Tüm bencilliği ile eve dönmek, yaptığı onca şeye göz yuman, acısını çiğneyip az önce en sevdiği tatlıyı yemişçesine gülümseyen eşine geri dönmek; eskisi gibi olmak ama beraber yeni yollara çıkmak istiyordu. Hak etmediği bir sevgiyle yaralarını sarıp içindekinden çok daha büyük bir sevgiyle karşılığını vermek istiyordu. Şimdi Ahmet için öğrenme zamanıydı. Sevgiyi büyütmeyi, aldığını vermeyi, hiçlikten mutluluğa ermeyi, kadir kıymet bilmeyi, yeniden insan olmayı öğrenmesi gerekiyordu. Kara Orman'dan çıkması, içindeki derin yeşillere ulaşmanın yollarını bulması, geçmişi uğurlaması, önündeki büyük denizlere kavuşması* gerekiyordu şimdi Ahmet'in. Bu uğurda bir ömür harcaması gerekiyorsa harcayacaktı seve seve. Sıkı sıkı sarıldı yeni hayallerine ve umuda; düşecek gibi yığıldığı banktan kararlı bir adam olarak kalktı. Şimdi yeniden hayata atılma zamanıydı.
* Öykünün sonu şarkının ortası :)
Dipnot: Dışarıda onlarca Ahmet var. Her birinin öyküsü farklı, gittiği yol, döndüğü nokta farklı. Bu öyküde dönülmez yanlışlar yapmış bir adam yok. Bir hayale kapılmış, yollara düşmüş ama yolun sonunun hiç de uzaktan gördüğü gibi olmadığını anlamış, yani uçurumun dibinden değil, kıyısından dönen bir adam var. Bu yüzden evine dönebiliyor. Yoksa herkes bilir bir kez düştün mü uçurumdan dönemezsin aynı yere hiç bir şey olmamış gibi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Sakin Kalabilmek
Bir süre önce olana bitene sinirlenmenin çok manasız olduğunu kabullenmiş ve olan biten şeyler karşısında sakinliğimi korumanın daha mantıkl...
-
Ay saçı burma Uzakta durma Gel ay sevgilim Boynunu burma Dağda duman yeri var Kaşta keman yeri var Yarim benden incinmiş ...
-
"Çok güçlüsün. Ben olsam onca şeye dayanamazdım." O kadar çok duydum ki bu cümleleri... Değilim! Dayanmamak gibi bi...
-
Bir önceki yazımda bahsetmiştim mutfak aşkıma geri döndüğümden. Epeydir uzak kalınca hamburger yapmak için düştüm netteki tariflerin peşine ...