Ömür bu iki "Bazen" arasında geçen bir hayal belki de...
...
Tam şu anda kalmak istiyorum. Derin derin içime çekmek istiyorum şu an'ı. Bu nefes bir ömür yetse keşke... Biliyorum bugün aldığım nefes, yarın alamayacağım nefeslerin habercisi sadece.
Olsun!
Şu an'ın tadını çıkaracağım sonuna dek! Çünkü biliyorum ki "kötü" değilim özümde ve nefes almaya çalışmak kaçınılmaz bu suyun dibinde.
"Nefes al tatlım.
Bu sadece (kitabın/hayatının) bir bölüm(ü) .
Hayatının/Hikayenin tümü değil."
...
Aşağıdaki şarkıyı 1-2 gün önce keşfettim ve dilime dolandı. Bir ferahlık tınısı var müziğinde, klibinde sanki :)
Neden okumuyoruz ki kitap... Nefes almak için, yaşamak için, hissetmek için, bazen kaçmak için, bazen bulmak için... Yeni dünyalar, yeni maceralar için... Büyümek için, koskocaman evrende ne kadar küçük olduğumuzu hatırlamak için...
Deep yazısında "Kitap, 'okumak' için okunur" demiş. Katılmamak elde değil. Kitap okumak başlı başına bir keyiftir. Öyle bir haz verir ki insana, işte o haz için okunur kitap. Belki de bu yüzden kitap okumayanları, kitap okumayı sevmeyenleri(?) anlayamıyorum. Düşünsenize önünüzde yeni dünyalara, yeni maceralara açılan sayısız kapı var ve siz birini bile açmadan geçip gideceksiniz. Mümkün mü?
Okunacak o kadar çok kitap, keşfedilecek o kadar çok dünya var ki... Ben ömrüm yetmeyecek diye üzülürken birilerinin kitap kapağı bile açmadan bir ömür geçirmesini anlayabileceğimi pek sanmıyorum. Tek tahminim o kişilerin doğru yazar, doğru kitap, doğru zamanlama unsurlarından en az birini kaçırmış olma olasılığı. Eğer bir kez doğru kitabı/yazarı/türü bulsalar ve gerçekten severek okusalar yani okumanın zevkini bir kez alsalar bir daha bırakmak akıllarından bile geçmezdi.
Benim ve benden önceki jenerasyon kitap okuma alışkanlığı kazanma konusunda şanslıymış sanırım. Çünkü televizyon, telefon, internet, bilgisayar, tablet gibi elektronik cihazlar çok nadir ve ulaşılması şimdiye kıyasla çok zor şeylerdi. Boş vakitlerimizde yapılacak en güzel şey kitap okumaktı. Bir şey öğrenmemiz gerekince gitmemiz gereken yer kütüphaneydi. İnternet başında saatlerce oradan oraya sürüklenmiyorduk. Evlerimizde ansiklopediler vardı. Gazeteler kuponla ansiklopedi ve ünlü yazarların eserlerini verirdi. Öyle bir ortamda büyüyünce kitap okumak kendiliğinden gelişen bir alışkanlık oluyordu çoğu zaman. Ama şimdi hiç öyle değil maalesef. Her şey için internete başvuruyoruz. Kütüphaneye giden öğrenci kaldı mı bilemiyorum. Evlerdeki ansiklopediler çoktan toz oldu.
Yeni nesile kitap okuma alışkanlığı kazandırmak eskiye nazaran katbekat zor. Ama imkansız değil. Çocukların, gençlerin sevecekleri kitapları bulmak için rehberlik etmek, bizzat kitap okuyarak örnek olmak yapabileceğimiz en iyi şeyler. Sürekli "Hadi kalk şu ekran karşısından da biraz kitap oku" demekse tam tersi bir etki yaratabilir, aman dikkat edelim. Unutmayalım amacımız kitap okumanın hazzını yaşatmak, zorlayarak hepten uzaklaştırmak değil :) Sabırlı olalım, boş anlarını yakalayalım, elektrik kesintilerini değerlendirelim mesela. Hatta arada çaktırmadan şalterleri indirebiliriz belki de :p Canım sıkıldı dedikleri anda "Ben biraz kitap okuyacağım, istersen sana da bir kitap bakalım, belki seveceğin bir şeyler buluruz." diyelim çok ısrarcı olmadan. Tabi bunun için önceden ince bir hazırlık yapmamız lazım, çevremizdeki çocukların/gençlerin seveceği türde kitaplar bulunduralım kitaplığımızda :) Bunun için şu yazıda bazı önerilerim mevcut :)
Daha önce de kitapla ilgili mim ve ağaç ev sohbetleri olmuştu. Her defasında sevdiğim, içinde olmak istediğim, elimden bırakamadığım, beni çok etkileyen kitaplardan bahsetmiştim ama ne yazarsam yazayım, ne kadar anlatırsam anlatayım kitap okumaktan aldığım keyfi tam olarak anlatmam mümkün değil gibi geliyor. Kitap okumayı benim kadar sevenler anlayacaktır :)
Yazarken fonda Sertab çalıyordu :)
Günahın Boynuma - Sertab Erener
Dipnot: İçimdeki "Öğretmen Hanım" gaza geldi, konuyu "Neden kitap okuyoruz"dan tuttu, nasıl kitap okuma alışkanlığı kazandıralıma getirdi :D Ama n'apayım canım, gelecek nesiller kitap okuma hazzından mahrum kalmasın istiyorum sadece :)
Geçtiğimiz hafta okuduklarımdan aklımda kalanları yazmak istedim bu kez.
Vakt-i Dem geçen haftaki Ağaç Ev Sohbetleri yazısında "Kimse sınanmadığı günahın masumu değildir." sözünü paylaşmış. Bu sözü gerçekten çok sevdim. Kimse başına gelmeden bilemez neyin, nasıl ve neden olduğunu gerçekten ve kendi yaşamadan başkasını yargılamak çok kolay gelir insanlara. Oysa hiçbirimiz masum değiliz.
"Bugün de değil" demiş candan ötem Ceren, insan güzel şeyleri nasıl da paylaşmak istiyor sevdikleriyle. Güzel şeyler nasıl da sevdiklerimizi hatırlatıyor bize... Tam 12'den vurmuş yine canım Ceren'im. Bugün de değil ve muhtemelen yarın da olmayacak.
Buraneros, bir kez bile "aşk" demeden aşkı anlatmış yazısında. Okurken bir gülümseme yayılmış yüzüme, bitince fark ettim. Bir de kendime dair keşkeler geçti içimden okurken. Keşkeler Geçidi...
Orhan Veli'nin sevgilisi Nahit Hanım'a yazdığı mektuplardan oluşan "Yalnız Seni Arıyorum" adlı kitabı okuyorum. Kitapta geçen "hataları ve savabları ile" ifadesini görünce hemen araştırdım ve "savâb" kelimesinin anlamının "doğruluk, dürüstlük, doğru davranış, doğru düşünce" olduğunu öğrendim.
Yazının bir kısmını arka balkonda bitkilerimize bakarak yazdım. Biz tatildeyken evdeki bitkilerimiz ne olacak diye üzülüyorduk yaz başında ama sağolsun bir arkadaşımız gelip suladı biz yokken. Minik limon ağacımız ilk limonunu verdi.
Bir de uzaktayken özlediğim günbatımlarından bırakayım şuracığa...
Aklıma gelen şarkının sözlerini çıkaramadım bir türlü... Onu ararken bu şarkıyı dinledim.
Çocuksuz restorant konsepti neden bu kadar tartışma konusu oldu anlamıyorum. Gitmeyiverin canım siz de o restoranlara. Anne olduğum hâlde ben destekliyorum bu konsepti.
İnsanların sadece kendisi olup sohbet edebileceği, etrafında koşturup ses çıkaran, dikkat dağıtan minik varlıklar olmadan kafa dinleyip yemekten zevk alabileceği restoranlara da ihtiyacı var. İlla ki ailecek gidilecekse başka restorana gidilsin.
16 yaş altının alınmadığı, çocuksuz oteller yıllardır mevcut. Düğün davetiyelerine de yıllardır "Çocuklara iyi uykular dileriz" yazılıyor. Yani getirmeyin lütfen deniliyor kibarca. Ne var bunda? Gayet mantıklı uygulamalar bunlar bence. Anne-baba olan insanların da böyle çocuksuz mekanlara, aktivitelere, arada sırada kafa dinleyip sadece yetişkinlerin olduğu ortamlarda vakit geçirmeye ihtiyacı var zaten. Ben çocuğumu hayatta bırakıp yemeğe/eğlenceye/tatile gidemem diyorsanız da seçenekler bol, çocuk kabul eden başka yerlere gidiverin.
Ağaç Ev Sohbetleri'nde 2 yılı geride bırakıyoruz. Bu hafta sohbet konusu benden :)
"Hayattaki en büyük korkunuz nedir? Başınıza gelince uykularınızı kaçıran bir şey var mı?
REVİZE: Bu noktada bir düzeltme yapsam iyi olacak sanırım hayatta deyince çok genel olmuş, onun yerine "Günlük hayattaki en büyük korkunuz nedir?" desek daha iyi olacak sanırım.
Benimkisi" anlaşılmamak" ya da "yanlış anlaşılmak". Yabancıların ya da tanıştığım ama çok da samimi olmadığım kişilerin hakkımdaki düşünceleri beni hiç etkilemiyor ama sevdiğim, değer verdiğim birinin beni anlamaması / yanlış anlaması benim için neredeyse ölümcül.
Sevdiğim biri tarafından yanlış anlaşıldığım zaman durum düzelene kadar nefes alamıyorum. Art niyetim olmadığını anlatmak için elimden geleni yapıyorum ama işte o arada ömrümden ömür gidiyor. Özellikle sevdiğim, çok değer verdiğim biri yaptığım bir şey yüzünden kırılıp üzülürse durum daha da vahim hale geliyor. Bir yandan kendimi affettirmeye çalışırken bir yandan da "Ama ben seni bu kadar önemserken nasıl olur da bile bile seni kırıp üzeceğimi düşünürsün?" diye isyan edesim geliyor. İçten içte ben de kırılıyorum. O kadar sevdiğim birinin ben bir yanlış yapınca bunu istemeden yaptığımı, elimde olmadan durumun öyle geliştiğini, elimde olsa onu asla üzmeyeceğimi bilmesi, anlaması gerektiğini düşünüyorum. Ama insanlık hali, sevgimden şüpheye düşmüş olabilir. Böyle bir şeyi fark eder etmez özür dileyip durumu elimden geldiğince açıklamaya çalışıyorum.
Benzer bir durum başıma gelince, yani sevdiğim biri beni üzecek bir şey yapınca tabi ki ben de bir anlık inciniyorum ama fark edip de istemeden yaptığını söylediği an her şey bitiyor. Bile bile beni kıracak bir şey yapmayacağına inanıyorum o anda. Konuyu hiç uzatmıyor, kırgınlığı hemen bir kenara atıveriyorum. Hatta bazen özre bile gerek kalmıyor, kendi kendime "ya zaten bilerek yapmamıştır, farkında bile değildir" diyerek geçiştiriyorum mevzuyu. Ama nedense insanlar bazen böyle yapmayıp kırgınlığı uzatarak adeta karşı tarafı cezalandırmayı seçiyorlar. Bunun ardında çeşitli sebepler yatıyor olabilir tabi.
Özür dilendiği halde işi yokuşa sürüp soğuk davranmaya devam edenlerin zaten bir süredir arayı açmak için bahane aradığını ya a da kendilerini değersiz hissettiklerini, onlara ne kadar önem verdiğimi anlamadıklarını düşünüyorum. Değer vermediğim için onları bile isteye kırdığımı sandıkları için kırgınlığı uzattıklarını anlarsam canla başla aksini ispatlamaya çalışıyorum ama yok zaten kırgınlık yaratmak için bahane arıyorlarsa o dakika işler değişiyor. Özrümü dileyip köşeme çekiliyorum, gerisi onlara kalıyor.
Korkum sadece yanlış anlaşılmak değil, hiç anlaşılmamaktan da korkuyorum. Yanlış bir şey yaptığım zaman bunu açık yüreklilikle kabul edebilirim ama bu, yaptığım yanlıştan döneceğim anlamına gelmiyor her zaman. Zararı sadece kendime olan yanlışları yapma hakkım olduğunu düşünüyorum. Bu durumda sevdiklerim tabi ki beni desteklemek zorunda değiller ama anlamaya çalışmalı, anlamasalar bile yanımda olmaktan vazgeçmemeliler. Bence "Bu yaptığını desteklemiyorum. Umarım sen de bir an önce yanlışını anlar ve vazgeçersin ama ne olursa olsun yanındayım. İhtiyacın olduğunda burdayım." demeli gerçek dostlar. Ama genelde böyle olmuyor maalesef. İnsanlar yanlışlara taamül edemiyor, "Bu yanlış, bunu yaparsan ben yokum." deme zahmetine bile girmeden uzaklaşıyorlar.
Sevdiğim, değer verdiğim biri, arkadaşım, eşim dostum... bir yanlışa düşünce durumu anlamaya çalışıyorum ve mutlaka geçerli bir açıklaması vardır diye düşünüyorum. Mümkünse birebir konuşup anlamaya, yardım etmeye çalışıyorum. Eğer direk konuşup anlaşamıyorsam, bir şekilde ne olursa olsun yanında olup yardım edeceğimi sezdiriyorum mutlaka. Bence gerçek sevgi, gerçek dostluk böyle olmalı. Yanlış anlaşılma olmasın, "Devam et, süpersin, arkandayım. " demekten bahsetmiyorum. "Bu yaptığın ya da bir şekilde kendini içinde bulduğun durum yanlış ama ben burdayım, seni bırakmıyorum. İstediğin an yanındayım. Mecbur kalmasan bunu yapmaz, elinde olsa bu duruma düşmezdin, bunu biliyorum." diyebilmekten bahsediyorum.
Dipnot: Tabi ki bu soruya ölmek, sakat kalmak, sevdiklerimi kaybetmek gibi bir çok cevap verebilirdim ama henüz gerçekleşmemiş bir şey için endişe duymak istemiyorum. Çoğu durumda da zaten yapılacak bir şey yok. Epikuros'un dediği gibi "Ben varsam, ölüm yok; ölüm varsa ben yokum. O zaman korkmak niye?" Bu yüzden engelleyebileceğimiz, başımıza gelirse de değiştirebileceğimiz, en azından değiştirmek için bir şeyler yapma şansımız olan daha basit şeylerden bahsetmek istedim :)
Pandemi sonrası evden ayrılıp tatil yapabilmek ilk hayalimdi. Sonrasında saçlarımı ördürmek vardı, onu da hallettik. Sonuncu ve en önemli hayal ise candan ötem Ceren ile buluşup çocuklarımızı tanıştırmak, onları birlikte oynarken izlemek, dertleşmek, hasret gidermek(ti). İlk ikisi kolayca gerçekleşti, sırada sonuncu ama en büyüğü var(dı). Çoook uzun zamandır bugünü bekliyoruz(duk).
Tüm yıl ara ara konuşup yazın buluşmayı planladık ama hayat son dakika bize gol atmasın diye çok heveslenip çok dillendirmemeye çalıştık. Artık son düzlükteyiz, nasipse 3 gün sonra kavuşacağız. Ama şu an bu satırları yazarken bile nazar değecek diye korkuyorum. Hatta belki de bu yazıyı yayınlamam. Önce bir buluşalım, sonra yayınlarım :D
...
Bu yazıya günler önce başladım ve büyük buluşma sonrasında eve dönüş yolunda tamamlıyorum :)
Ayın 12'sinde Arya ile yola çıkıp toplamda 4 araç ve 5 saat yolculuk sonrasında Cerenlere ulaştık. Yıllardır arkadaş olduğumuz halde çocukları bir araya getirme fırsatımız olmamıştı. Bu kez başardık :) Çocuklar tanıştıktıkları ilk andan itibaren kaynaşıp çok iyi anlaştılar. Biz de Ceren'le her anın tadını çıkardık. 2 gün boyunca Hep birlikte denize, kahvaltıya, yemeğe, gezmeye gittik ve çooooook harika vakit geçirdik :) Maya, Lukas ve Arya'yı oynarlarken izlemek o kadar güzeldi ki... Tabi ki arada anlaşamadıkları anlar da oldu ama Ceren her defasında sabırla ve inanılmaz bir sakinlikle buldu ortayolu <3
Sabahları deniz manzarasıyla uyanmak, geceleri dalgaların sesiyle uyumak, tüm günü canım Ceren'imle geçirmek... Hepsi o kadar iyi geldi ki şuraya ne yazsam eksik kalır, hissiyatımı anlatamam. En iyisi fotolarımızı şuraya bırakayım.
Dipnot: Lütfen bir "Nazar değmesin" deyiverin içinizden :) Benim için çok geç ama geri kalanlarımıza bi'şey olmasın. 4 araç - 5 saat yol geçip gitti, tam eve geldik derken düştüm ve sağ elimin iki yerinden parça deri kalktı. Pansuman yaptık, iyiyim. Buna da şükür diyorum sadece :)
Kadir civar kasabalarda dolaşıp hurdacılık yapıyordu ama onun gibi hurdacı bulmak zordu. Başkalarının işe yaramaz diye attığı, sattığı ne varsa Kadir'in elinde yeniden can bulur, bambaşka evlerde baş köşelere yerleşirdi. Kadir, hurdacılıktan arta kalan zamanlarında balık tutmaya bayılırdı. Yine balık tuttuğu birgün yolu Gül Hanım'ın Mezeleri'ne düştü. Civar kasabalarda dolaşırken buranın methini çok duymuştu. Şansına o gün içerisi pek kalabalık değildi.
Gül Hanım, vefat ettikten sonra dükkan bir süre kapalı kalmış ama sonunda konu komşunun da yüreklendirmesi ile Şiraze dükkanın kapılarını yeniden açmıştı. Gül Hanım'ın dükkandaki yokluğu hissedilse de Şiraze'nin hazırladığı mezeler de en az annesininki kadar lezzetliydi.
Kadir'in anne-kızı kıyaslama şansı yoktu ama Şiraze'nin elinden çıkan mezeleri tattığı ilk anda ortak bir noktaları olduğunu hissetmişti. O ana kadar ne dükkana ne de mutfak tezgahının ardına bakmamıştı. Bakışlarını etrafta şöyle bir gezdirip mezeleri hazırlayan usta ellerin sahibini aradı.
Şiraze üstündeki bakışları hissetmedi. Dışarıdan bakınca közlediği patlıcanlara odaklanmış gibi görünse de aslında içten içe gelecek günlerin kaygısıyla boğuşmaktaydı. Kadir, Şiraze'nin dalıp gitmiş olduğunu anlayınca masadan kalkıp mutfağa geçti. Tuttuğu balıkları pişirilsin diye tezgaha bırakmış, önden mezelerle rakısını yudumlamaya başlamıştı ama Şiraze'nin haline bakılırsa balıkların ya kendi kendine pişecek ya da Kadir'in işe el atması gerekecekti. Birden arkasından gelen tencere tava takırtıları ile daldığı derinlerden çıkıverdi Şiraze:
- Ne oluyor? N'apıyorsunuz? İstediğiniz bi'şey varsa söyleseydiniz, ben getirirdim? Ne işiniz var mutfağımızda?
Kadir dönüp de henüz 16-17 yaşlarındaki Şiraze ile göz göze geldiğinde mutfağa böyle izinsiz dalarak onu aslında ne kadar korkutmuş olduğunu anladı. Hemen bir adım geri çekilerek:
- Özür dilerim niyetim seni korkutmak değildi. Patlıcanlara dalmıştın, ben de kendi işimi kendim halledeyim diye düşündüm. Balıkları pişirmek istiyorum sadece tabi eğer izin verirsen.
Bu sırada kasabanın yaşlılarından Osman dayı da mutfağa gelmişti.
- N'oluyor burda? İyi misin Şiraze kızım? Ne istiyormuş bu delikanlı?
- Bir şey yok Osman dayı. Tuttuğu balıkları pişirmek istiyormuş, ben yaparım dedim. O da çıkıyor zaten şimdi mutfaktan.
- Yoo, çıkmıyorum. Balığı ben tuttum, ben pişireyim diyorum. Baya da balık tutmuştum, buyur beraber yiyelim Osman dayı.
- Eh, sen geç otur biraz dinlen o zaman Şiraze kızım. Bu delikanlı pişirsin bakalım balıkları.
- Peki, Osman dayı.
Şiraze, ansızın belirip mutfağımızı ele geçiren bu deli de kim acaba diye düşünerek Osman dayının masasına oturdu. Peşi sıra gelen Osman Dayı masaya oturunca mutfağa doğru dönerek:
- Sen kimsin delikanlı, kimlerdensin? diye sordu sanki Şiraze'nin içini okumuşçasına.
Bazı şeyleri kaydırmamak önemlidir çünkü bir kez kaydı mı olacakların önüne geçmek pek mümkün olmaz. Düzeltmek için her şeye sil baştan başlamak gerekir ki maalesef söz konusu hayatsa sil baştan başlamak bir seçenek değildir.
Annesi ona bu ismi koyarken ne düşündü bilinmez ama Şiraze, hayata 1-0 yenik başladığını düşünüyordu ismini her söyleyişte. Hayatı, şirazesi kaymış bir kitap gibiydi. Sağdan soldan fırlayan sayfalarıyla nereden tutulsa elde kalan bir kitap...
Annesini erken yaşta kaybetmiş, babasını ise tanımamıştı bile. Bir soyadı vardı elbet ama o soyadının asıl sahibi sanki hiç var olmamıştı. Annesi kucağında bir bebekle çıkıp bu küçük sahil kasabasına geldiğinde kimseye bir şey anlatmamıştı. Gül Hanım, elinin lezzetiyle kısa sürede sevdirmişti kendini kasabalıya. Kimse onun yaptığı gibi çiçek dolması yapamaz, onun yaptığı sıcak otu bir kez tadan iflah olmazdı. Gül Hanım, bıkıp usanmadan bildiklerini kızına öğretmeye, el vermeye çabalamıştı. Sanki ömrünün çok uzun olmadığını bilirmiş gibi Şiraze'nin küçük yaşına bakmadan anlatmaya başlamıştı hayatı da mutfağı da.
Annesini birden kaybedince sudan çıkmış balığa döndü Şiraze. Daha öğrenecek çok şey, gidilecek upuzun bir yol vardı önünde ama pusulasını aniden kaybetmişti Şiraze.
Her yer cayır cayır yandı, yanıyor. Uzaktan izliyoruz maalesef ve elimizden bağış yapmaktan fazlası gelmiyor.
Üzücü ama gerçek şu ki ülkedeki çoğu yardım kuruluşuna güvenmiyorum. Ahbap güvenilir olanlardan biri. Yangından zarar görenlere yardım edebilmek için Ahbap aracılığı ile bağış yapılabilir. Haluk Levent, "Bilinçsizce yardım kamyonları göndermeyin lütfen" diye uyarıda bulundu. O kamyonların boşaltılıp kolilerin ayıklanması, gruplandırılıp organize edilmesi vs. ekstra iş yükü. Yangın bölgelerinde kıyafetten ya da ağaç bağışlarından çok daha acil ihtiyaçlar var. Şu an için en mantıklısı maddi destek. Yapılacak maddi yardımlarla gerçek ihtiyaçlar alınıp doğru kişilere iletilecektir. AHBAP hesaplarını aşağıda bulabilirsiniz.
Saçlarımı Afrika örgüsü yaptırdığımdan bahsetmiştim. Yarın 1 hafta olacak. Şimdilik beklediğimden iyi gidiyor her şey.
Öncelikle saçım örülürken şansım yaver gitti ve 2 kişi yerine 4 kişi ördüğü için bekleme sürem ciddi oranda azaldı. Aksi takdirde beklerken bayılabilirdim sanırım. İlk gece nasıl uyuyacağım diye çok korkmuştum ama saçlarımı büyükçe bir şal ile sardım ve nispeten rahat uyudum. Sonraki geceler saç diplerim sivilcelendi ve delice kaşındı. 4. gece 3,5'ta uyandım ve 7-8'e kadar kaşındım. Sabah erkenden eczaneye gidip ilaç* aldım, sonra da saçlarımı mentollü şampuan ile yıkadım. Hangisi işe yaradı bilmiyorum ama biraz rahatladım. Her gece uyumadan önce ilaç içiyorum ve artık pek kaşıntı da kalmadı.
Örgütü yaptırmadan önce nette çok araştırdım ve bence ekşisözlük'teki şu entry her şeyi anlatıyor:
"şimdi gelelim stüdyodan çıktıktan sonraki kısıma.. güzel havalı havalı evime gidiyorum bi sıkıntı yok... uyucam yatamıyorım. saçlarımı nereye koyacağımı bilemiyorum dönemiyorum, sırt üstü yatamıyorum, kafamı bi yere koyamıyorum tam bir eziyet... saç diplerim acıyor, bırak toplamayı hareket ettiremiyorum kafamı. en son bir tülbentle sardım, biraz daha iyi oldu. 2 gün kafa gerginliği sizi de geriyor.. merak etmeyin geçiyor. sonra inanılmaz bir kaşıntı başlıyor ve beraberinde sivilcelenme ve kızarıklığa sebep oluyor.. merak etmeyin bu da geçiyor 2 gün sonra.. 6. gün kepeklenme başlıyor ve bu da geçiyor.. yani takribi 7 gün eziyetten sonra tamamen alışıyorsunuz.. şu anda 1 aydır hiç sıkıntı yaşamıyorum.. çok eğlenceli hale geldi.. abuk subuk saç şekilleri bile bir harika duruyor... "
Entrydeki her şey şu ana kadar tek tek gerçekleşti :) Buna göre bir sapma olmazsa eziyet kısmı yarın bitecek. Cefasını bitirip sefasını sürmeye başlarım umarım :))) Sonrasında korkum bu örgüler nasıl açılacak ve açılınca saçım ne halde olacak. Ama şu an pek düşünmeyip keyfini çıkarmaya odaklanıyor. O kısmı zamanı gelince öğreneceğiz nasılsa :D
*Güneş yanıkları, alerjiler, arı/böcek sokması gibi durumlarda kullanılan hafif bir sakinleştirici. Reçetesiz satılan bir ilaç ama yine de isim vermek doğru olmaz :)
Bugün benim doğum günüm, 35 oldum :) Yukarıdaki şiirin şairi Cahit Sıtkı 46 yaşında vefat etmiş. Şiirde bahsi geçen Dante ise 56 yaşına kadar yaşamış. Yani şiir biraz ironik. Umarım benim yol daha uzundur :D