Salı, Haziran 29, 2010

Sindrella, Sinful Princess of Fairy Tales

Hiçbir şey göründüğü gibi değildir aslında.



Esas kötülük şimdi başlıyordu. Periler görevlerini tamamlamayı başaramamışlardı. Engel olamamışlardı iyi kalpli Prens’in Sindrella ile evlenmesine. Artık herşey için çok geçti.


Herkesin kötü kalpli bir üvey anne sandığı peri anne ve iki kız kardeş artık eski hallerine dönmek zorundaydılar ama o kadar üzgündüler ki kanatlarına ve sihirli değneklerine yeniden kavuşacak olmak rahatlatmıyordu ruhlarını. Yıllarca yeryüzünde kalmış, Sindrella'ya gözcülük yapmışlardı. Kötü olmak zorundaydılar; tüm dünyanın iyiliği için onlar kötü olmak zorundaydı. Çünkü Sindrella doğarken bugüne kadar gelmiş geçmiş en büyük kötülüğü de beraberinde getirmişti Dünya’ya. Bu yüzden de onu durdurmak, ruhundaki kötülüğü yok edip Sindrella'yı kurtarmak için 3 peri görevlendirilmişti ama kimse bu sırrı bilmiyordu.

Bizim 3 güzel perimiz iyilik için kötü olmalıydı. Sindrella'ya kötülüğü öğretmek, içinde saklı olan bir parça iyiliği koruyup büyütmek için kötü olmalıydılar. Sindrella'yı kötülükten uzak tutmanın tek yolu onu kontrol altına almak; düşünmesini, fırsat bulup içindeki kötülükle arkadaş olmasını engellemekti. Uzun yıllar herşey yolunda gitmişti. Ama sonunda Sindrella’nın içindeki kötülüğün sebebi olan lanetli peri onu yeniden buldu. Herşey o kadar tersti ki... Kimse anlayamamıştı iyi ile kötünün farkını. Ne kral ne prens ne de diğerleri.

Sindrella külkediliğinden kurtulunca değişmiş eskisinden daha neşeli ve hareketli olmuştu. Üvey anne ve kardeşlerini affettiğini söylemiş onların da sarayda yaşamalarını istemişti. Periler bunun sebebini sezebiliyorlardı. Kötülük artık çok yakındaydı. Sindrella benliğini, karşı konulamaz kötülüğünü keşfetmenin sınırındaydı. Sonunda düğün günü gelip çattı. Aslında çok daha önce planlanan düğün Sindrella'nın bitmek bilmeyen istekleri yüzünden sürekli ertelenmişti. Ama artık herşey mükemmeldi. Periler üzüntülerini gizlemeye çalışıyorlardı. Görevleri düğünden sonra sona erecek ve artık Sindrella ile başa çıkmak insanoğlunun sorunu olacaktı. Çözümü olmayan bir sorun.

Genç peri Işıltı geceleri uyuyamaz olmuştu. Çünkü onun görevi diğer iki periden biraz daha farklıydı. O, genç Prens’i Sindrella'dan uzak tutmakla da yükümlüydü. Ama başaramamıştı. Sindrella kötülüğe kesin geçiş yaptığında ilk yara alacak olan Prens’ti. Prens’in Sindrella'dan uzak durması için elinden geleni yapmış; yoluna onlarca güzel kız çıkarmış; onun başka birine aşık olmasını beklemişti. Sonunda bizzat kendisi çıkmıştı Prens’in karşısına. Aslında tam da amacına ulaşmak üzereydi. Kötü kalpli perinin Sindrella'ya çekim büyüsü yapıp baloya gönderdiği o gece, Prens Işıltı’ya aşık olmak üzereydi ama kötü perinin büyüsüyle Sindrella’yı görür görmez herşeyi unuttu.

Işıltı bir çözüm bulamıyordu. Uyuyamadığı gecelerden birinde sarayın bahçesinde Prens’le karşılaştığında ona gerçeği anlatmak istemişti ama geçeği anlatması yasaktı. Görevini başaramamıştı ve artık kadere müdahale etme izni yoktu. Işıltı, eğer gerçeği anlatırsa sonsuza dek kanatlarını ve sihirli değneğini kaybedeceğini biliyordu.

Düğün günü geldiğinde Işıltı ortalarda yoktu. Sindrella buna pek de üzülmemişti. Işıltı'nın ayakaltından kaldırılması gerektiğini söylüyordu içinden bir ses. Sanırım düğünden sonra bu işle ilgilenmesi iyi olacaktı. Şimdilik Prens’in gözü Sindrella'dan başkasını görmüyordu ama bunun sonsuza dek devam edeceğinin garantisi de yoktu. Işıltı aslında adı gibi ışıldayan bir elmas kadar güzeldi bakmasını bilene. Güzelliğini gözler önüne sermiyor, içinde saklıyordu. Gözlerinin parlaklığı, bakışlarının hüznü ve minicik ellerinin sıcaklığı görmek isteyene gösteriyordu sadece kendini. Sindrella biliyordu. Ama henüz tehlike yoktu. Bu onun düğün günüydü ve hiçbir şey keyfini kaçıramazdı. Artık herşey hazırdı.

Tüm davetliler yerlerini aldığında Kral, Sindrella'yı Prens'e teslim etti ve düğün töreni başladı. Herkes Sindrella'ya hayranlıkla bakıyordu. Herşey kusursuz görünüyordu ama genç çift tam evlilik yeminlerini etmek üzereyken Işıltı birden havada beliriverdi. Kanatları vardı ve uçuyordu. Elinde de parıldayan bir değnek vardı. Davetlilerin ve Prens’in dili tutulmuştu. Bir tek Sindrella şaşırmamıştı. Herşeyi o anda anlamıştı Sindrella. İçindeki sesi daha kolay duyuyor ve ne yapması gerektiğini biliyordu artık. Yakınında duran meşalelerden birisini aldı ve herkesin şaşkın bakışları arasında Işıltı’ya fırlattı. Işıltı yanmamıştı ama korunmaya çalışırken dengesini kaybetmiş ve yere düşmüştü. Sindrella Işıltı'nın kalkmasına izin vermeden üstüne atıldı. Herkes kilitlenmiş gibi olanları izliyordu. Diğer iki peri de ne yapacaklarını bilmiyordu; peri oldukları anlaşılırsa sonsuza dek ceza alırlardı.

Işıltı, Sindrella’yı durdurmak için kanatlarından, sihirli değneğinden vazgeçmiş, kendini neler olacağını hiç bilmeden kaderin ellerine bırakmıştı. Artık herkes yere düşen Işıltı’ya ve kanatlarına bakıyordu. Sindrella, Işıltı’yı oradan oraya savururken etrafa peri tozları dağılıyor ve izleyen herkesin nefesi kesiliyordu ama Işıltı kendini savunmak için hiçbir şey yapmıyordu. Sonunda Kral kükreyerek durmalarını ve tüm bu kargaşaya son verip neler olduğunu açıklamalarını emretti. Sindrella’nın elinden kurtulan Işıltı, zorlukla ayağa kalktı ve ürkekçe Prens’in gözlerinin içine baktı.

Kendini toparlayan Sindrella, hemen diz çöküp ağlayarak Kral’dan ve halkından özür diledi sonra da şaşırtıcı bir hızla kendi hikâyesini anlatmaya başladı. Masum ve mağdur prensesimiz, üvey annesini ve 2 üvey kız kardeşini cadılıkla ve büyücülükle suçlayıp hıçkırıklar ve gözyaşları eşliğinde onları Kral’a ve Prens’e zarar vermelerini engellemek için affetmiş gibi göründüğünü anlattı. Herşeyi düğünden sonra açıklayıp üvey anne ve kardeşlerinin zindana atılmasını sağlayacağını ama Işıltı’nın herşeyi göze alıp onları öldürmeye çalıştığını söyledi. Işıltı’nın ağzından tek bir söz çıkmıyordu. Etrafına bakınıp annesini ve kardeşini görmeye çalıştı kalabalığın içinde ama çabası boşunaydı.

Işıltı kanatlarıyla ortaya çıkıp Sindrella ona saldırdığı esnada, Peri Kraliçe saniyenin binde biri kadar kısa bir anda Işıltı’nın annesini ve kardeşini FairyLand’e almış ve Işıltı’yı tüm kalbiyle kutsayarak kendi seçtiği yolda kaderiyle baş başa bırakmıştı.

Işıltı’nın ve Sindrella’nın kaderi Prens’in ellerindeydi artık. Kral herşeyi dinlemiş ve Prens’e ne düşündüğünü sormuştu. Prens hala kötü kalpli büyücünün Sindrella’ya yaptığı çekim büyüsünün etkisindeydi ve Işıltı onun kalbine ulaşamıyordu. Prens, Sindrella’ya inanıp muhafızlara Işıltı’nın yakalanmasını emretti. O anda tüm ümitleri sönen Işıltı, bedeninde kalan en küçük sihir taneciklerini bile kullanarak Prens’in tüm gerçeği ruhunun derinliklerinde hissedip anlaması için bir sihir yaptı. Prens bir an sendeleyip yere düştü. Prens’in yere düştüğünü gören Sindrella’nın “Pis büyücü Prens’imizi zehirli büyüleriyle öldürüyor. Çabuk ona engel olun! Öldürün! “ diye bağırmasıyla saray muhafızları kılıçlarıyla acımasızca Işıltı’ya saldırdılar. Prens herşeyi görüyor, duyuyor ama engel olamıyordu. Sonunda toparlanıp ayağa kalkan Prens, koşarak kanlar içinde kalan Işıltı’yı kollarına alıp sarıldı. Ne olduğunu anlayamayan muhafızlar, Kral ve halk Prens ve Işıltı’ya şaşkınlıkla bakıyordu.

Işıltı kalan son gücüyle Prens’e onu çok sevdiğini söyleyebildi sadece. Prens, Işıltı’nın gerçeklik sihri sayesinde tüm gerçeği öğrenmiş ve aslında Sindrella’ya değil Işıltı’ya aşık olduğunu anlamıştı. Ama artık herşey için çok geçti. Işıltı son sihrini Prens’e gerçekleri göstermek için kullanmış ve ölümlü olmuştu. Muhafızların açtıkları yaralar ölümcüldü; Işıltı Prens’in kollarında son nefesini verdi. Tam o anda Sindrella başına gelecekleri tahmin ettiği için kaçmaya çalıştı ama çabası boşunaydı. Kral’ın emriyle Sindrella yakalanıp kimsenin yerini dahi bilmediği bir zindana atıldı. Prens ise ömrünün sonuna kadar Işıltı’nın aşkıyla ızdırap çekti. Ama her zaman olduğu gibi bu hikâyede dilden dile dolaşırken sürekli değişti ve mutlu sonla biten yalancı bir masala dönüştü.
Gökten 3 elma düşmüş; biri mutsuz Prens’e, biri ölümsüz aşka, biri de masalların hep mutlu sonla bittiğine hâlâ inanabilenlere...

Cuma, Haziran 25, 2010

Hadi, Biraz İspanyolca Öğrenelim!

Üniversite 3. sınıfta tanıştığım İspanyolca 'ya aşık olmam beni tanıyanlar için çok da şaşırtıcı olmasa gerek:) O günden beri öğrendiklerimi unutmamak için arada bir her şeyi en baştan tekrarlıyorum. Madem dünkü yazıda e-learning dedim, teknolojiyi ve sosyal ağları faydalı şekilde kullanalım dedim; işte ilk örnek benden olsun: brz İspanyolca çalışalım bugün:) ilk olarak tanışma faslıyla başlayalım. (İspanyolca genel olarak yazıldığı gibi okunan bir dil olduğu için sadece gerekli yerlerde okunuşları parantez içinde yazıyorum)* Konuştuğunuz kişi yaşıtınızsa ve arada resmiyet gerektiren bir durum yoksa adını aşağıdaki gibi sorabilirsiniz: 

- ¿Como te IIamas? Adın ne? (Komo te yamas? olarak okunuyor) 
- Me IIamo Rüya. Adım Rüya. (Me yamo Rüya.) 

 Ancak konuşulan kişi sizden büyükse ya da arada resmiyet varsa: 
- ¿Como se IIama? Adınız nedir? (Komo se yama?) 
- Me IIamo Esin Kaynal

 Klasik tanışma faslına devam edecek olursak:
- ¿De dónde eres? Nerelisin? 
- Eres española. ya da Soy de España. İspanyolum / İspanya'danım. (Eres espanyola) 
- ¿Dónde vives? Nerede yaşıyorsun? 
- Yo vivo en Sevilla. Seville'de yaşıyorum (Sevilla -Seviya olarak okunuyor.) 

 Tüm bunları "siz" olarak sormak için de: 
 -¿De dónde es? Nerelisiniz? 
- Eres española. ya da Soy de España. İspanyolum / İspanya'danım. (Eres espanyola) 
- ¿Dónde vive? Nerede yaşıyorsunuz? 
- Yo vivo en Sevilla. 

Büyük ihtimalle sizin de fark etmiş olduğunuz gibi İspanyolca 'da fiillerin çekimleri kişilere göre değişiyor. Şimdi de çok kullanılan birkaç fiile göz atalım: 

estar: olmak 
trabajar: çalışmak (iş) 
estudiar: okumak, ders çalışmak 
comer: yemek yemek 
beber: içmek 
querer: istemek 
hacer: yapmak 
hablar: konuşmak ilk fırsatta da öznelere ve fiil çekimlerine bakarız:) 

*İspanyolca'da 2 adet "L" yan yana gelince "y" olarak okunuyor. 
*ñ - "ny" olarak okunuyor.

Perşembe, Haziran 24, 2010

i-touch, i-phone, i-pad, e-book, e-trade, e-learning...

sanırım artık her şey ya "i" ya da "e" ile başlıyor. her şey küçüklü büyüklü bir sürü ekranın içinde. internete kablosuz bağlanabilen herhangi bir cihazınız -telefonunuz, netbookunuz ya da i-pad'iniz- varsa her an her yerde internete girebilir twitter, facebook ya da friendfeed'ten arkadaşlarınıza nerde, ne yaptığınızı anlatabilirsiniz.
hiç öyle buluşmaya, karşılıklı oturup sohbet etmeye gerek yok(?!). zaten zaman da yok. herkesin işi gücü, dizisi, filmi, blogu ya da ilgilenmesi gereken bir sitesi var. neyse ki neredeyse hepsi dokunmatik olan son teknoloji cihazlar bize 7/24 hayata dokunma(?!), arkadaşlarımıza, iş dahil tüm sosyal çevremize "connect" olma fırsatı sağlıyor.
ama aslında dokunmatik ekranlar sayesinde dokunduğumuz hayatlar ve kurduğumuz "connection" ekranın soğuk yüzeyine kadar uzanıyor. yani aslında elimiz ne hayata değiyor ne de arkadaşlarımıza. gelişen teknoloji ve sosyal ağlar aracılığıyla gittikçe hayattan kopup bir ekrana bağ(ım)lı hale geliyoruz. kafamızı elimizdeki ekranlardan kaldırıp etrafa bakmıyoruz; plaja da gitsek yemeğe de gitsek yaptığımız şey aynı: bir siteye gittiğimiz mekanla ilgili yorum bırakmak, şu sitenin "ne düşünüyorsun?", sorusuna bu sitenin "neredesin?" sorusuna cevap yazmak.
tüm bu siteler, bloglar, son teknoloji cihazlar kötü, tu kaka demiyorum tabi ki. zaten desem şu anda masamın başında oturmuş bu bloga yazı yazıyor olmazdım. demek istediğim tüm bunların bir limiti olmalı.
bağlantılarımız kablosuz internet üzerinde havada uçuşan toz zerrecikleri gibi kalmamalı. arkadaşlarımıza dokunmatik ekranlar aracılığıyla "dürterek" değil yüzyüze bakıp konuşarak dokunmalıyız.
hayatı, twitter'a yazılacak bir"@Bosphorus" ya da "@Paris" iletisi ile herkesi çatlatmak uğruna yaşamak saçma değil mi?
ya da güzelim Boğaz manzarasının tadını çıkarmak varken dokunmatik ekranınıza gömülüp "@Boshorus..." yazmaya çalışmak ne kadar sağlıklı?
keşke insanlar bu üstün nitelikli cihazları ve sosyal ağları gerçekten kullanmayı bilse de keşfettiğimiz her şeyi büyümeyi becerememiş şımarık çocuklar gibi oyuncağa çevirmekten hep beraber kurtulsak.

Pazartesi, Haziran 21, 2010

Bazen Hayat

bazen zorlar hayat sizi hiç yapmak istmediğiniz şeyler yapmaya.
birinin hayallerini yıkmaya...
birinin umutlarını elinden almaya...
bazen de kendi kendinize işkence yapmaya.
bazen alır elinizden tüm gücünüzü hayat.
ne kolunuzu kaldıracak güç bırakır,
ne de istek, doğrulup ayağa kalmaya.
bazen zorlar hayat sizi,
köşeye sıkıştırır, sindirir belki.
dişinizi sıktıkça,
ayakta kalmaya çalıştıkça,
destek almadıkça daha da ağırlaşır bedeniniz.
sonunda en zoru da bittiğinde
artık taşıyamaz omurganız benliğinizi.
gerildikçe gerilen kaslar
içinize dolan gözyaşlarıyla boşalıverir bir an.
işte o an beden ağır bir külçeye dönüşür,
bağışıklık sisteminiz yok oluverir sanki
ve siz tüm kötülüklere, tüm zalimliklere ve tüm hastalıklara karşı
savunmasız,
yapayalnız,
güçsüz
kalıverirsiniz yorgun bedenizin sizi taşıyabildiği son noktada.
...
gerçi ben alışığım külçe gibi yığılan bedenlere. her daim bir daha ki dalgayı bekliyorum.
...
hayat bana karşı mı bu kadar zorba sadece?
tabi ki değil biliyorum.
o kadar fazla ki dalgalar, sadece beni boğmakla dinmez bu denizin öfkesi ya da belki sadece benle uğraşmak o kadar eğlenceli değildir.
...
bazen gücüm tükenmiş gibi geliyor ama öyle bir bünye var ki kalkıyor yine ayağa ve devam ediyor bir şekilde. iyi mi kötü mü bilmiyorum ama yapacak bişey yok insan ayak direyemiyor benliğine:)

Perşembe, Haziran 17, 2010

Hadi, Bir Motivasyon Listesi Yapalım:)


Uzun süredir düşünüyorum: Tüm bu insanlar her gün aynı çatı altında saatlerce ve bazen güneş ışığı bile görmeden nasıl çalışıyor?
Herkesin kendine göre bir açıklaması vardır ama her şeyden önce yaşayabilmek için "para"ya ihtiyaç duymamız geliyor sanırım. Aslında bu cevap bana çok ironik -hatta- komik geliyor.

"Yaşamak" fiilinin tanımını yaparken sadece yeme, içme, uyuma gibi temel ihtiyaçlarımızın karşılanması ve kalbimizin atması, nefes almamız gibi hayati olguları baz alırsak "yaşamak için para kazanma zorunluluğu" kabul edilebilir bir mantık içeriyor.

Ama...

"Yaşamak" fiilinin tanımını biraz genişletip içine biraz zevk ve eğlence katmaya kalkarsak yaşamak için çalışma zorunluluğu ironik bir hal alıyor. Çünkü tüm gün çalışan bir bireyin kendine vakit ayırıp "hayattan zevk alarak yaşamak" için pek de fırsatı kalmıyor.

Haftanın 5-6 gününü çalışarak geçiren birinin tek tatil gününde önünde 2 seçenek oluyor. Ya herşeyi boşverip gezip tozacak, keyfine bakacak ya da ev temizliği, çamaşır, ütü, yemek, kişisel bakım derken tüm gününü evde geçirip dinlenmeye bile fırsat bulamayacak. Tabi bir de 3. seçenek var ki pek de tercih edilesi değil. Tatil günü yataktan çıkmadan T.V, kitap, müzik eşliğinde geçirebilir ama bir süre sonra da biriken işlerle ve sitem edip aramayı kesen arkadaşlarla başbaşa kalmak kaçınılmaz olacaktır.

Şimdi gelelim yazıya başlamamdaki asıl soruya:

"İnsanların çalışmalarını sağlayan asıl motivasyonları nerden besleniyor?"

Kendi adıma konuşmam gerekirse ben sadece "yaşamak için çalışmak" kalıbını esas alarak kendimi motive edemiyorum. Devam etmek için sürekli yeni bir madde eklemeliyim motivasyon listeme. İşte benim listemden birkaç örnek:

  • Evde boş boş oturmak insanı bir süre sonra sıkmaya başlıyor. Çünkü yapılacak farklı birşey kalmıyor.

  • Arkadaşlarımın çoğu çalıştığı için plan program onlara göre yapılıyor ve zamanımın çoğunu yalnız geçirmek zorunda kalıyorum.

  • Hazıra dağ dayanmadığı için kenardaki para azaldıkça özgürlüğüm kısıtlanıyor ve panik başlıyor.

  • Evde boş boş oturunca sürekli yemek yapıp yemekten kilo alıyorum.

  • Çalışmadığım için doğal olarak emeklilik hayalleri(?!) kuramıyorum:p

Bunlar çalışmazsam olacaklar. Bir de çalışırsam ne kazanıyorum kısmı var tabi:)

  • Düzenli bir gelir elde etmek kredi kartları ve alışveriş isteği ile doğru orantılı bir mutluluk sağlıyor:)

  • Vaktimin çoğu işte geçtiği için boş kalıp da sıkılacak fırsat olmuyor.

  • İş çıkışı arkadaşlarla buluşup birşeyler (özellikle de 4 zeytinli Martini) içmek iyi geliyor.

  • "İş işte, eş eşte" mantığıyla her gün yeni fırsatlar kapıyı çalıyor. Tabi ki sadece "iş" kısmını kastediyorum:)

  • Sorumluluk üstlenmek ve o sorumluluğun altından kalkabilmek garip bir neşe veriyor.

  • Doğru yapılan bir işin 2.-3. kişiler, özellikle de işverenler tarafından takdir görmesi acayip bir egosal tatmin sağlıyor.

  • İşe girdikten sonra hedef listenizdeki bir maddeye tik atıp sıradaki hedefe geçmek başlı başına bir motivasyon kaynağı haline geliyor.

Aklıma ilk gelenler bu kadar ama dediğim gibi kendim için her gün yeni bir motivasyon kaynağı bulmam gerekiyor.

Umarım siz benden daha azıyla motive olabiliyorsunuzdur:)

Çarşamba, Haziran 16, 2010

"Lying on the Couch" by Irvin Yalom


Yanılmıyorsam lise sondaydım ve herkesin elinde bir Irvin Yalom kitabı vardı. O zaman pek ilgimi çekmemişti. Zaten psikiyatrist ve psikologlarla fazlasıyla içli dışlı olduğumdan bu durumu ve psikoterapi mevzusunu bir kitaptan okumaya pek ihtiyacım yok diye düşünüyordum.

Yıllar sonra
Divan'ı ev arkadaşımın kitaplığında görünce alıp göz atmak istedim. Kitabı bir kez elime alınca da ne zaman başladım, ne zaman sonuna geldim pek anlamadım.

Kitap, oldukça deneyimli ve saygın bir psikoterapist olan Seymour Trotter'ın bir hastasıyla girdiği cinsel ilişkinin incelenmeye alınmasıyla başlıyor. Seymour, tüm ayrıntıları genç doktor Ernest Lash'e anlatıyor ve incelemenin sonunda Seymour meslekten men cezası alıyor. Kitabın ilerleyen bölümleri ise Ernest Lash'in kendi psikoanalistiyle ve hastalarıyla ilişkileri etrafında yoğunlaşıyor.

Kitabın orjinal ismi çok manidar. İngilizce'de "yalan söylemek" ve "uzanmak" fiillerinin aynı şekilde yazılması sayesinde, "Lying on the Couch" aynı anda hem terapi esnasında divanda uzanan kişiye hem de onun yalanlarına gönderme yapıyor ki ben bu kelime oyunlarına bayılıyorum. İngilizce bu konuda çok zengin bir dil. Keşke Türkçe'de de benzer kelime oyunlarını yapmak bu kadar kolay olsa.

Divanda yalan söyleyen karakterlere gelince, kitabı ilginç kılan şeyin bu karakterlerin varlığı olduğu söylenebilir. Kitabın iki terapisti de hastalarının yalanlarına hiç kuşku duymadan inanıyor. Hem deneyimli ve kendinden son derece emin Marshal Streider, hem de terapisini tam bir dürüstlük ve açıklık üzerine temellendirmeye çalışan Ernest Lash, inkar edilemez şekilde hastalarının oyununa geliyor. Ki bu durumda zaten kitabın temel aldığı ironilerden birisi.

Kitap, okuyucuyu hasta - terapist ilişkisinin mahremiyeti, samimiyet seviyesi ve sınırlar üzerine düşünmeye sevkediyor. Kitap, Ernest'ın "güçlü erotik aktarım" olarak nitelendirdiği hasta ve terapist arasındaki cinsel fantazileri de gözler önüne seriyor.

Kitaptan kendi adımıza faydalanabileceğimiz birçok şey öğrenmek mümkün. Hiçbir durumun gerçekten içinden çıkılamayacak kadar kötü olmadığı ve intikam almaya çalışmak yerine öfkemizden kurtulup kendi yaralarımızı iyileştirmeye çalışmamız gerektiği en açık iletiler.

Bir dahaki kitap incelemesinin konusu sanırım "Nietzche Ağladığında" olacak:)

Salı, Haziran 15, 2010

Hiç Nefes Almadan Çalışırsam 2044(?!) Yılında Emekli Oluyorum!

2044 yılını görürsem sanırım en büyük hediyem(?!) emeklilik olacak!

Dün aklıma esip emeklilik yılımı hesaplayınca karşıma "01.08.2044 tarihinde emekli olabilirsiniz." diyen bir tablo çıktı.

Başka söze gerek yok sanırım:(

Cumartesi, Haziran 12, 2010

Kızım, sen sakın öyle elin erkekleriyle öpüşme e mi?

Başlıktaki cümle bizzat anneanneme ait bir yapıttır ve tüm hakları saklıdır :p
*Aşağıda geçen isimleri değiştirerek yazdım ki özel hayata müdahale olmasın:p

Sanırım 2-3 yıl önceydi, en yakın erkek arkadaşımın sevgilisi İstanbul'dan Manisa'ya geldi ve 1-2 gece bizde kaldı. İşte bu cümle de o zamandan kalan bir mevzudan sonra döküldü anneannemin dudaklarından.

Selim*, kız arkadaşı Selen*'i akşam kalması için bize getirince, ananem de "Yemek hazırlayalım, hep beraber yeriz, sen istersen sonra gidersin Selim" diyerek mutfağın yolunu tuttu. Ben de odanın kapısını kapatarak mutfağa yardıma gittim.

Ananem bir süre Selim'in ne kadar iyi bir çocuk olduğundan, ama yine de kızın İstanbul'dan kalkıp taa Manisa'ya gelmesinin pek de doğru olmadığından, ailesinin ne kadar merak edeceğinden falan dem vurdu. Sonra da birden biricik muhabbet kuşunu kafesten çıkarıp brz uçsun diye Selimlerin oturduğu odaya saldığı aklına gelince hemen odaya geri gitti.

Ananem kapıyı birden açınca uzun süredir yüzyüze görüşemeyen çifte kumruları kapalı olan kapının verdiği rahatlıkla öpüşürken basmış. Odadan hemen çıkmayı akıl edemeyen ananem, kem küm ederek kuşunu yakalayıp kafese koymuş ve hemen mutfağa dönmüş. Mutfağa geldiğinde aramızda geçen diyalog aynen şöyleydi:
ananem: "Ay ben ne ettim, niye kapıyı çalmadım, çocukları utandırdım... bıdı bıdı.. (bu arada yüz kıpkırmızı:)
ben: " N'oldu ya anane?"
ananem: "Ay kapıyı çalmadan daldım odaya. Çocukları öpüşürken bastım. Ay çok ayıp oldu... bıdı bıdı bıdı..."
ben: "Aman anane ne olcak ya sen de"
ananem: "Aman kızım, sen sakın öyle elin erkekleriyle öpüşme e mi?"
ben: puahahaha:D :D
ananem: "Yani hiç yapma demiyorum daa... Hani başkalarının evinde yapma e mi kızım"
ben: "Olur tabi, ananecim. Söz kendi evimizde öpüşürüz biz :D."
ananem: "Bak edepsize, hiç utanıp sıkılmıyo! Neler diyo bana!" (sinirli gözükmeye çalışsa da bir yandan kendini tutamayıp gülüyor)

Neyse akşamın geri kalanını bu konuyu hiç açmadan vukuatsız bir şekilde tamamladık ve Selen planladığımız gibi 1-2 gün bizde kalıp İstanbul'a geri döndü. O günden beri bu diyalog her aklıma geldiğinde ananemin kulaklarını çınlatıp kopuyorum.


Anneannecim merak etmek, mümkün mertebe sözüme sadık kalmaya çalışıyorum:)

Çarşamba, Haziran 09, 2010

Blog Teması Değiştirmek Ne Zormuş!

saatlerdir uğraşıyorum. orası eksik, burası yanlış, şurası error veriyor! peh!

ama sonunda bitti. daha da sittin sene değiştirmem temayı herhalde. neyse gelelim temayı nerden bulduğuma: bttemplates.com

çok güzel blogspot temaları var ama uyarmadı demeyin: öyle indirdim yükledim bitmiyor maalesef. eğer benim gibi html'den anlamıyorsanız eksikleri hataları düzeltmek delirtebilir. gerçi şöyle de bir yardım sayfası yapmışlar.

ben şu anki temayı ilk gördüğümde çok beğenmiştim ama bu kadar uğraşınca brz soğudum sanırım :p

Salı, Haziran 08, 2010

Yeni İşim:)

ne dediğinizi duyar gibiyim:)

"bakalım bu kez ne kadar sürecek ya da Rüya ne kadar dayanacak?"

ama sanırım bu kez biraz daha farklı. ilk günlerde çok yorulsam ve zorlansam da şu an herşey yolunda görünüyor. yani umarım bu kez gerçekten çoook uzun sürer:)

yeni işimi seviyorum. haftanın 6 günü akşam 7'ye kadar çalışıyorum; patronum biraz sert mizaçlı ama çok iyi birisi:) bana herşeyi tek tek gösterip anlatıyor.

çalıştığım firma bugüne kadar sadece restoran sektöründe faaliyet gösteren bir firmaydı ama şu anda büyüyor ve yeni bir sektöre giriş yapıyor. herşey yolunda giderse ileri de firma içinde yükselebilirim. tabi bu en az 3-4 yıl sürer yani henüz hayal kurmak için çok erken.

işe başladığım hafta ales için de çalışmaya başladım. işletme ya da insan kaynakları yüksek lisansı yapmayı düşünüyorum. henüz karar vermedim ama sanırım işletme lisansı yapınca daha fazla alanda ilerleme seçeneği elde edebilirim.

yeni iş, yeni hedefler, yeni bir dönem ve 2 ay sonra yeni bir yaş...

bu kez somurtmak yerine gülümseyip evrene olumlu sinyal göndermeye çalışıyorum ama sanırım benim olumlu sinyallerimde bir sorun var:p bu yüzden lütfen siz de benim için güzel şeyler olmasını dileyin ki kırılsın şu şeytanın bacağı:)

Pazartesi, Haziran 07, 2010

Yalnızlık Güzeldir Bazen



dün tatildi ve ben tek tatil günümde yalnızdım. arkadaşlarım şehir -hatta- ülke dışındaydı.

erken başladım güne güzel bir kahvaltıyla. yağmurun sesini dinledim cam önünde. sonra yollara vurdum kendimi. istiklal'i adımladım bir uçtan bir uca.

ya tüm sevgililer yağmur altında el ele Taksim'e akın etmişti dün ya da ben özellikle onları fark ediyordum yalnızlığıma inat.

bakmayın şikayet eder gibi olduğuma. aslında oldukça güzel bir gündü. uzun zamandır ertelediğim, fırsat bulamadığım şeyleri yapabildim sonunda. alışveriş yaptım, saçımı kestirdim, ılık bir duş alıp, mum ışığında müzik dinledim.

zaten ben hiç yağmurdan ve yalnızlıktan şikayet edenlerden olmadım. lisedeyken de ne zaman böyle bahar/yaz yağmuru yağsa dışarı atardım kendimi, herkes kaçışırken ben salınırdım boş sokaklarda. tabii o zamanlar yağmur şiddetlenirse kimin kapısını çalacağımı, hangi dosta sığınacağımı bilmenin rahatlığı vardı. kim bilir kaç kez okulu kırmışımdır yağmurda edilen sohbetlere doyamadığım için.

...

okulu asardım
dünyaya küserdim
dalıp da giderdim
gözlerinin içine

...

bugün de yağmurlu hava. dünkü hafif hüzün bugün huzura bıraktı yerini. umarım sizin için de öyledir:)


Cuma, Haziran 04, 2010

Sihirli Asa mı Arıyorsun? D.Günü(m:) İçin Hediye Önerileri



Bu Sihirli Asa ile ister TV sesini aç, ister kanalları değiştir, istersen odanın ışıklarını aç kapat!

doğum günlerini ve yıldönümlerini sevmeme rağmen hediye seçme olayı genelde kabusa dönüşüyor. hediye alınacak kişi dişi olunca seçenek bol olduğu için nispeten daha kolay ama bir erkeğe hediye almak acayip zor -en azından benim için-.

parfüm, gömlek, t-shirt, cüzdan, küpe vs. yıllardır alınıp verilen sıradan hediyeler. ama son yıllarda hediye konsepti çok değişik bir hal aldı. bir sürü eğlenceli, yaratıcı ve gerçekten işe yarayan hediye seçeneği sunan siteler de sürekli artıyor. bu siteler arasında en çok sevdiğim BuldumBuldum.com. resimdeki sihirli asa da buldumbuldum.com'da satılan bir ürün.

sitedeki hediyelerin hepsi esprili ve kullanışlı şeyler. hediye alacağınız kişiyi iyi tanıyorsanız hoşuna gidecek esprili bir hediye bulmak için bu site tam aradığınız yer olabilir.

bunlar da benim favorilerimden birkaç tanesi.

Şişe Kapağı Tripod
Cable Yoyo
Pop
Sihirli Asa
Driin
Dokunmatik Ekran Kalemi
Şok Quiz

*sanırım benim için -genel olarak- esprisinden çok işlevsellik önemli.

Çarşamba, Haziran 02, 2010

Dur Bi İçerde Yiyeyim Dayaamı, Ev Soğumasın (?!)

Bu nasıl bir zekadır, nasıl bir çocuktur! Bazen Fırat*ın ete kemiğe bürünmesini ve tombul yanaklarını sıkıp ısırmayı istiyorum:)) Volkan'la ne zaman konuşsak kesinlikle arada Fırat'ın muhteşem repliklerini kullanırız. "En birinci benim ki!" Kulakların çınlasın Volkancım. Özledim seni:( Fırat'ı bilen herkes kendinden bir parça buluyordur sanırım onda. Alışverişe gönderildiğinde para üstüyle bilumum şeker, sakız, leblebi tozu vb. alıp geri dönmeyen çocuk var mi ki yeryüzünde? Fırat'ın bu kadar çok sevilmesinin diğer bir sebebi de onun bizim çocukluğumuza daha çok benzemesi. Şimdiki çocuklar Fırat gibi değil. Sokakta bulduğu kabloyu eve getirip de onunla oynayan kaç çocuk tanıyoruz? Devir teknoloji devri; çocuklar bilgisayarla, oyun konsollarıyla, robotumsu oyuncaklarla büyüyor. Ama biz çocukken Fırat gibiydik -en azından ben ve arkadaşlarım-. Akşam ezanına kadar sokakta oynar, ezanla koşa koşa eve giderdik. Yaz akşamlarında hızla yenen yemeğin ardından yine sokağa atardık kendimizi. Minderlerden kaleler, evler, arabalar yapar; çamurdan kendimizce şaheserler yaratırdık. 12 yaşındaki erkek kardeşime bakıyorum. Okuldan geliyor, oyun oynamak için dışarı değil dört duvar kapalı bir kafeye gidiyor, oradan geliyor ya televizyon başına ya bilgisayar başına oturuyor. Zaman değiştikçe kendimi daha şanslı hissediyorum. İyi ki çıkmaz sokakta, teraslı müstakil bir evde büyümüş; iyi ki sokaklarda düşe kalka yakar top, saklambaç, kuka, istop oynamış; ip atlamış ve en önemlisi de gerçekten Fırat gibi çocuk saflığıyla büyümüşüm. Sanırım işte tam da bu yüzden seviliyor Fırat:) 

 *Fırat'a hayat veren çizer: Uğur Gürsoy

Hayat, sen bambaşka planlar yaparken başına gelenlermiş gerçekten...

Bu akşam bir elimde kitabım, bir elimde sıcak çikolata ile tam kendi kendime "Huzur bu işte" derken telefon çaldı ve kardeşim ağla...