Pazartesi, Aralık 30, 2019

Bir Uçmak, Bir Düşmek... Ama İlle de Uçmak!

Düşmek çok acı, uçmak çok güzel!


Hayat kısa,
Kuşlar uçuyor!

                Cemal Süreya

DBE'ye selam olsun! Dostlar olmasa nefes alamaz insan. İyi ki varlar!

Pazar, Aralık 29, 2019

Sonsuz Şeyler

Kısacık zamanlara sığdırılan sonsuz şeyler...
"İyi ki"ler, "Keşke"ler...


Neden Yazıyoruz?

Genelleme yapmak doğru mu bilmiyorum ama herkesin yazma ihtiyacının arkasında benzer bir dürtü olduğunu düşünüyorum. En derinde kendimizi değerli hissetmek istiyoruz. Yazmak bir nevi  "Söyleyecek sözüm, anlatacak hikayem var." hissinin dışa vurumu bence. "Kimse okumasa da ben yazayım" ya da "Gerçekten birileri okusun diye yazmıyorum" diyenler de çıkacak biliyorum ama işte kabul edelim ki birileri okuyup beğenince iyi geliyor bir çoğumuza. Anlatmak, anlaşılmak, yaraları sarmak, iyileşmek ve belki bir ihtimal kendimiz gibi olan başka birilerini de iyileştirmek istiyoruz.

Yalnız olmadığımızı bilmek istiyoruz. Birileri çıkıp "Ben de geçtim o yollardan, dayan, bitecek!" desin ya da "Bak ben de aynı yoldan geçiyorum." desin, elimizi tutsun istiyoruz bence içten içe. Anlattığımız hikayelerin sahiplerini arıyoruz kimi zaman, kimi zaman geçmişte kalmış tanıdık bir yüzün peşine düşüyoruz yeniden.

Geçmişi özleyip yazıyoruz, hayallere kapılıp yazıyoruz. Bazen umudumuzu, bazen umutsuzluğumuzu paylaşmak için yazıyoruz. Sebepler görünür de değişiyor ama temelde hayatla başa çıkmak için, "Ben burdayım!" demek için yazıyoruz. Faniliğimiz ağır geliyor, gitmeden dünyada bir iz bırakmak için, yaşamamızın bir anlamı var demek için yazıyoruz.


 Madem yazmaktan bahsettik, ben yazmazsam siz yazın. Arada bir iki satır olsa da yazmalı insan.


Sabah kulağımda bu türkü ile uyandım. Yazıya uysa da uymasa da bugün ruhumun gıdası bu türkü.

Cumartesi, Aralık 28, 2019

Bir Katil, Bir Maktül

Kalp ve mantığı bir odaya koyup gitmişler; dönüşte bir katil, bir maktül bulmuşlar.


Pazartesi, Aralık 23, 2019

Sonsuzlukta Aşk*

Çok yorulmuştu yaşlı kadın. Tüm evi silmiş süpürmüş, çeri çöpü toplayıp atmıştı. Bir oh çekip rahat bir nefes alacaktı ki kapı çaldı. Kimseyi beklemiyordu. Gidip açtı kapıyı; kimsecikler yoktu kapıda. Tüm sokak kış uykusuna yatmışçasına sessiz ve sakindi. Kapıyı kapatıp yorgun, yavaş ama kararlı adımlarla içeri girdi.

İki göz oda, bir mutfak, bir banyo, küçük bir sofa** ve karo bile döşenmemiş çıplak beton küçük bir holden ibaretti tek katlı ev. Beton holden geçip sofaya çıktı; mutfaktan bir bardak su alıp yatak odasına yöneldi. Yatağının ucuna bıraktı su bardağını; ömürlük kitabını aldı eline. Parmakları ezbere biliyordu sayfaları. En sevdiği kısmı açıp okumaya başlamıştı ki kapı tekrar çaldı. Kitabı bırakıp ayaklandı. Başı döndü birden. Hızlı kalkmış olmalıydı. Duvara tutunarak önce sofayı geçti sonra holü; kapıyı açtı. Yine aynı sessizlikle karşılaştı boşlukta. Kimse yoktu.

Çıkmaz bir sokaktaydı kadının evi. Sokağın başında bir bakkal vardı; sonunda da Ünzile'nin Emine. Tüm çocukları tanıyordu sokaktaki, hiçbiri böyle bir şey yapmazdı. Emindi. Yabancı çocuk olsa zaten sokağın başından içeri giremezdi. Bakkal Rıza şeceresini*** çıkarmadan, soyunu sopunu öğrenmeden salmazdı sokağın içine kimseyi. "Hayırdır inşallah" diyerek içeri girdi kadın yine. Öylesine yorgundu ki bu kez odasına gitmeye yetmedi mecali. Oturma odasındaki divana bıraktı bedenini. Az sonra derin bir uykuya daldı. Derin uykunun peşine derin rüyalar takılır. Kadın, yıllar öncesindeydi artık. Yeniden gençti. Başında kavak yelleri, gözlerinde gençlik ateşi... İzmir fuarındaydı. Her yer ışıl ışıl, üzerinde zümrüt yeşili, farbalalı bir elbise, kumral dalgalı saçları omuzlarına dökülmüş. Rüyanın en can alıcı kısmı gelmek üzereydi. İşte! Orada! Pamuk helva tezgahının önünde. İlk göz ağrısı, ilk ve son kalp sızısı. Ömrünün kağıt kesiği. 

Yengesi ve dayısı ile gelmişti fuara. Onlar komşularıyla gezerken, genç kız küçük kuzenlerine göz kulak oluyordu. Çocuklar pamuk helva tezgahını görünce eteklerini çekiştirmeye başlamıştı. Kendini bir anda O'nun tam yanında buluverdi. İlk kez bu kadar yakındı yabancı bir erkeğe. Gözleri bir anlığına birbirine değmiş, içleri titremiş, dünya durmuş, tüm sesler susmuştu. Ondan sonrası çorap söküğü gibi gelmişti. Dayısı ile yengesi komşularıyla yanlarına gelmiş, komşuları delikanlının tanışı çıkmıştı. Talihin böylesi! Çok geçmeden komşular aracı olmuş; kız isteme, söz kesme derken, gençler evlenivermişti. Terziydi delikanlı, kızımız da biliyordu dikiş nakış. Birlikte çalıştılar senelerce yan yana, göz göze, diz dize. 

"Dünyada bulunmaz böyle mutluluk!" diyordu onları gören bilen. "Bizim muhabbet kuşları geçiyor" diyordu komşuları her akşam el ele eve giderlerken. Birbirlerine bakarken ışık saçıyordu gözleri, bedenleri, ruhları. Dünyayı aydınlatıyordu içlerinden taşan sevgileri. Yıllar geçtikçe bir ufak gölge düştü ışıklarına. Evleri şenlenmedi çocuk sesleriyle ama yas evine de dönmedi hiç bir zaman. Aşklarına baktılar bir çocuk gibi, günden güne besleyip büyüttüler özenle. Ama her güzel şey bir gün bitermiş. Çok sürmedi bu güzel rüya. İş dönüşü sarhoşun biri çarptı arabasıyla adama. Çarptı ve kaçtı. Kimse görmedi, kimse duymadı. Adam oracıkta can verip öldü; kadın, olanları öğrenince.

Canına kıymak istedi kadın önce ama yapamadı. Günahtı. Öyle öğrenmiş, öyle bilmişti. Takdir-i İlahi böyleyse kabul etmekten başka ne gelirdi elden? Ecel kapıyı çalana dek yaşadı kadın. O gün geldi Ecel kapıya; iki kez çaldı kapıyı ama vakit tamam değildi. Ne zaman ki kadın daldı derin uykuya ve gitti aşkın vuku bulduğu o mucizevi ana; işte o anda gelip açık camdan giriverdi içeri ecel. Aşıkların göz göze geldiği o anda verdi kadın son nefesini. Tam o anda başladı hiç bitmeyecek bir rüya. Aşıklar kavuştu sonsuzlukta! Yeniden aydınlattı aşkları tüm dünyayı! "Dünyada bulunmaz böyle mutluluk!" diyor sonsuzlukta onları görenler.


Bu şarkı Youtube'ta "otomatik oynat"tan çıktı hikayeyi yazarken. Hikayeyi bambaşka bir yere götürdü. İlk kez dinledim şarkıyı. Kader mi diyelim, tesadüf mü bilmem ama bu hikaye böyle bittiyse sebebi bu şarkı :)


*Sonsuz Aşk'a inanmıyorum ama sonsuzlukta yaşanan bir aşk döngüsü olabilir belki. Ya da sadece şu yukarıdaki şarkının pozitif etkisi ile uykusuzluğun yan etkileri birleşmiş de olabilir tabi :)

**Sofalar: Sofa, odalar arası ortak bir mekandır. Türk evinin en karakteristik ögelerinden biridir. Bütün oda kapıları sofaya açılır. Sofanın kenarda, arada ve ortada yer almasına göre değişik plan tipleri ortaya çıkmıştır. Hikayede bahsi geçen ev orta sofalı bir evdir. 

Orta Sofalı Plan Tipleri: Bu tip, diğerlerine nazaran daha geç uygulanmaya başlanmıştır. 18. ve 19. yüzyıllarda İstanbul’da saray, kasır, köşk gibi orta sofa çok değişik ve ilginç biçimler almış, böylece ev tasarımına zenginlik kazandırmıştır. Sofanın ortaya alınması ile ev planları daha çok kare veya kareye yakın dikdörtgenler haline dönüşmüştür. Binanın dört köşesine dört oda yerleştirilmiş, oda aralarına da merdiven, eyvan, hale, kiler, mutfak gibi servis mekanları getirilmiştir. Sofa önceleri dört köşe iken, zamanla köşeler pahlandırılmış, sekizgen, çokgen, oval veya eliptik şekiller oluşmuştur. Sofanın muhafazalı olması evin iyi ısıtılabilmesine imkan sağlamış, bu da soğuk bölgeler için tercih sebebi olmuştur. (http://www.turkosfer.com/geleneksel-turk-evi/)

***Soyağacı. (Oldum olası "secere" olarak bildiğim kelimenin aslı "şecere"ymiş. )

Pazar, Aralık 22, 2019

100'den 0'a 1 saniye

Belki daha önce anlatmışımdır size. Ben kimseye güvenmem durduk yere. Benim için güven kazanılması gereken bir şeydir saygı gibi. Bahsettiğim güven aklınıza ilk gelenden daha öte. Ben insanların iyi olma olasılığına güvenmem. İnsan deyince tüylerim diken diken olur. Evet, evet kişi kendinden bilir işi. Doğru. Zaten ben pek "Bana güven" demeyi de sevmem.

Yıllar içinde sıfır güvenle başlayıp zaman içinde yüze çıkan dostlarım oldu. Yüzden sıfıra 1 saniyede düşenler de azımsanacak gibi değil. Ama hiç birinde çok şaşırmadım. Kimseye bel bağlamamak gerektiğini çok küçük yaşta öğrendim. Şimdi tüm bunları niye yazıyorum peki? 

Dün bir arkadaşıma bir kararımı anlattım. "Haklısın, bu konuda seni desteklemek için elimden geleni yapacağım." dedi. Bu süreçte yapmaması gerekenleri özellikle belirttim. Sonra üstünden 1 gün bile geçmeden kararımdan dönmem için beni kışkırtmaya başladı. Ama açık açık da değil. Yüzüne vursam, "Ne alakası var canım? Sen yanlış anlamışsın!" denilecek cinsten bir kışkırtma. Niye yaptı? Kendi için. Aldığım karar onu da etkilediği için. Zor olduğu için. Kızgın mıyım? Hayır. Şaşırdım mı hayır? Aslında sevindim bile. Çünkü bu davranışla aldığım kararın doğruluğunu bir kez daha anladım. 100 değildi ama yavaş yavaş da olsa 70'i geçmişti, sıfıra inmesi 1 saniyeden az sürdü. 

Tüm bunların yanında istisnalar yok mu? Var. İki elin - belki de bir - parmak sayısını geçmez. Ama iyi ki varlar da insanlıktan umudumu tamamen kesmiyorum. 

Cumartesi, Aralık 21, 2019

Dönüş Yolu

Dönüş yolu boyunca dizindeki acıyı sonuna kadar hissetti adam. Dizinin içini canlandırdı zihninde. Her bir dokuyu, her bir hücreyi. Menüsküs demişti doktor. Koşmak yok, halı saha maçları yok, diğer sporlar da yok hatta yürüyüş bile yasak. "Öl" demişti sanki doktor. Zihni bir an donar gibi olmuştu, o kısacık anda dizinin acısı dinmişti. Ama bitmişti o kısacık an, geçip gitmişti. Acı geçip gitmedi; geri geldi.

Doktorun muayenesinden çıkıp arabasına ne ara gitmişti bilinmez ama şimdi yılların kazandırdığı refleksleri ile bedeni arabayı sürerken, benliği dizinde dokuların, damarların, etin, kemiğin içinde geziniyordu. Tam olarak neredeydi bu Allah'ın belası menüsküs acaba? Zihni bir bulsa iyileştirecekti sanki oracıkta tüm hasarı. Ama ne mümkün bulamıyordu işte. Ah keşke biraz anatomi bilgisi olsaydı! O zaman belki ulaşırdı zihni şu acının tam köküne. Ne yazık ki tıp okumak yerine mühendislik okumayı tercih etmişti.

Mühendislik okuyup mutlu olan çoktu ama O değildi. Şansını hep başka yerlerde denedi. Olmadı. sonunda kendini Baş Mühendis olarak buldu kaçmak için çırpındığı onca seneye rağmen. Ne zaman yola düşse önüne setler çeken Hayat, şimdi de nefes almak için açtığı ufacık pencereyi kapatmaya çalışıyordu. Bu ilk uyarı değildi. Hayat onu daha önce de köşeye sıkıştırmış sonra da kaçmak için attığı her adımın önüne set çekmişti.

2 bira içip arabayla gezmeye çıktığı akşam polis durdurmuş, ehliyetini kaptırma korkusu  ile alt üst olup şans eseri geçmişti kontrolden. Kaçma girişimlerine ara vermişti bir süre ama yine dayanamayıp yolda bulmuştu kendini. Bu kez de çok yakın bir aile dostu yolda yakalayıp binivermişti arabasına "Beni de eve bırakır mısın geçerken? diyerek. Nereye gittiğini sormamıştı bile. Bir başka kaçma denemesinde şirketin müdürüne yakalanmış, kaçamadığı gibi ekstra bir iş yüklenmişti omuzlarına.

Kaçmaya çalıştıkça daha da sıkıştığını görünce kaçmak yerine spor yapmaya başlamıştı. "Spor yaptıkça ciğerlerim açılır, nefes alırım, hem kafam da dağılır sporla uğraşırken." demişti. Ama işte yine yolunu tıkamıştı Hayat. Koşmayı bile çok görüyordu. Oysa ne çok sevmişti koşmayı. Sabahın sessizliğinde, muhteşem gün batımlarında, gecenin karanlığında... Koştukça açılmış, açıldıkça koşmuştu. Kendini hiç bu kadar özgür hissetmemişti. Bunu fark ettiği an korkmuştu. Hayat anlamasın diye saklamaya çalıştı hislerini. Bıraktı koşmayı.

Şirketteki çalışanlar her hafta halı saha maçı yapıyordu. "Bu hafta ben de geleyim" dedi. Şaşırdı çalışanlar ama geri de çevirmediler. Sahada koşuyordu, maç pek umurunda değildi başlarda. İlk golünü ayağına gelen topa dümdüz öylesine vurarak attı. O hafta maçı kazandılar. İçinde yine aynı heyecanı, özgürlük hissini duydu. Yine korktu. Hayat yanına koymazdı bunu. Bu kez vazgeçemedi, her hafta gitti halı saha maçlarına. Bir hafta düşüp omzunu sakatladı. Aldırmadı. Diğer hafta ayağına bastı bebek mezarı gibi kocaman kramponları olan bir iş arkadaşı. Durmadı.

Hafta sonları doğa yürüyüşü yapan arkadaşları vardı. Onlara dedi bu kez de "Bu hafta ben de geleyim" diye. Yürüyüşün 20 km süreceğini bilse demezdi belki de. Ağrıyan omzu, acıyan ayağı ve Hayat hissettiği bir parça özgürlüğü elinden almasın diye korkuyla çarpan kalbi ile yürüdü 20 km'yi. Yürüyüşü tamamladığında her şeyi yapabilecek gibi hissediyordu kendini. Hayat'a kafa tutabilirdi.  Öylesine özgürdü ki... Öylesine coşkulu... Saklayamadı Hayat'tan.

Yürüyüşten döndüğü gece hissetti ilk kez dizindeki acıyı. "Eee çok zorladın kendini! Bu yaştan sonra senin neyine dağ tepe 20 km yürümek?" demişti kardeşi. Bu yaştan sonra mı? Sahi kaç yaşındaydı ki? En son 27-28 diye hatırlıyordu. Şöyle kabaca hesapladı 45, hayır 46 olmuştu! Ama nasıl akıp geçmişti şu Hayat? Köşe kapmaca mıydı yoksa kedinin fareyle oynadığı acımasız bir oyun muydu tüm Hayat?

Tüm bunları 1 saatlik dönüş yolunda düşündü. Dizinin içinde, etin, kemiğin arasında kaybolan, damarlarındaki kanın her bir damlasında boğulan zihni yüzeye çıkmak için yön değiştirmiş; maziye dalmış; her şeyi en başından ele almıştı. O an karar verdi. 10 gün boyunca yatacak, doktorun verdiği ilaçları kullanacak ve 10 günün sonunda Hayat'a inat koşacaktı. Varsın atın ölümü arpadan olsundu!



Perşembe, Aralık 19, 2019

Kara Orman (Vol. 2)

Bir yanım bahar bahçe, yeni açan tomurcuklar... Bir yanım kim bilir kaç kez gölgesine sığındığım koca gövdeli köklü çınarlar... Tam ortasında ben, bir garip Kara Orman. Bir yanım yeni açan tomurcuklara öykünür, bir yanım köklü çınarın gölgesine, sakinliğine, heybetine muhtaç.

Çarşamba, Aralık 18, 2019

Çalıntı Sayılabilecek Bir Hikaye*

*Günlerdir kapımı çalmıyor ilham ama yazmak istiyorum. Daha önce de yaptığım gibi DBE'nin ilhamına ortak çıkıp komşuda pişer bize de düşer diyeceğim bir kez daha. Aşağıdaki öykü DBE'nin son hikayesini okuyunca kağıt kalemi alıp küçücük bir deftere karaladıklarımdan ibaret. Çaydan kahveden girip kelebeklerden öküzlere vardım; sonunda bir uçurtma olup uçmakta buldum çareyi :)

Kadın kahve seviyordu. Şekersiz, sütlü. Hoş, yıllar önce şekerli içerdi ama başka bir zaman diliminde, başka bir aşktı ona şekeri bıraktıran. Adam "çay sever"lerdendi. "Kahveyle işim olmaz"  demiyordu da işte gönlü çaydan yanaydı. Kadın bu kadar kırılgan, bu kadar eleştiri düşmanı olmasa "Aman canım, ne buluyorsun şu kahvede?" diyecekti belki de. Ama çaydan yana olan naif gönlü el vermiyordu kadını üzmeye. Konu her açıldığında "Canım kahvenin de kokusu güzel gerçekten." diyordu. 

"Sana aşık falan değilim ama seni görmezden de gelemiyorum" demişti adam bir defasında. Uzun bir ayrılıktan sonra ilk kez görüşüyorlardı. Giderken kadın acıtmıştı adamın canını; dönüşte adam iade-i ziyaret yapmıştı elinde bir paket kalp acısı ile. Düşününce hak vermişti kadın adama. Bu kalp acısı ne ilki ne de sonuncusu olacaktı.

Biliyordu kadın. Bunun sonu yoktu. Her aşkın sonu vardı, her aşk bitiyordu ama bazı aşkların bitmek için fırsatı olmuyordu. Kelebeklerin birer birer hiçliğe gidişini beraber izlemeyince insan baharın bittiğine inanamıyordu. Hani çok sevdiğiniz bir akrabanızı kaybedersiniz de öldüğüne inanamaz, onu hep son gördüğünüz halindeki gibi kanlı canlı hatırlarsınız ya... Öyleydi bazı aşkların ölümü de. Sanki ölmemiş, son nefesini vermemiş, hala kalbi çarpıyormuş gibi... Ama biliyordu kadın her aşk biterdi eninde sonunda.  Bu yüzden yutuyordu acıyı en tatlı şarapmışçasına. Yeter ki şu kelebekler gidene dek beraber kalsınlardı. Sonrası nispeten kolaydı, izleyecek kelebek olmayınca herkes dönüp kendi yoluna gidebilecekti. Ama o kelebekler böylesine güzelken, dansları hala devam ederken arkalarını dönüp gitmeleri mümkün görünmüyordu. 

Sabahları göğsüne oturan bir öküzle uyanıyordu kadın. Sonra yavaş yavaş kendini avutuyor; öküzü kandırıp gönderiyordu dış dünyada kalp ağrısından sorumlu öküzlerin bekleştiğini düşündüğü hayali bir platoya. Kadın geceyi seviyordu, adam uykuyu. Kadına gündüz uyanık olmak ağır geliyordu, adama uykusuz geceler. Farklı zaman dilimlerine aittiler adeta. Kadının hayatı başlarken adam uykuya dalıyor, adam yaşarken kadın ölüyordu. Bazı akşamlar adamın göğsüne oturuyordu aynı öküz. Aynı öküz olduğuna emin olmuşlardı çünkü hiç ikisine aynı anda gelmiyordu. Bir de ağrısı, acısı, ağırlığı aynıydı. Demek ki her aşka bir öküz tayin ediliyor, o öküz aşıkların göğüsleri arasında mekik dokuyordu. Ne biçim aşktı bu? Bir kelebekler uçuşuyor, bir öküz oturuyordu göğüs kafeslerine. Dengelerinin bozulması normaldi bu koşullar altında. Zaten aşk ne zaman akıl kârıydı ki şimdi öyle olsundu? 

Önce sonbahar bitti. Biterken epeyce bozdu hava. Yağmur, çamur, fırtına indi gökten yere. Kışı sevmeyi öğrendi kadın caanım sonbahar kadar olmasa da. Sonbahar bitince bu aşk da biter diye beklemişti oysa. Ama belli ki hayat mevsimleri sil baştan öğretmeye karar vermişti kadına. İlkbaharla başlayan bu serüven kış bitmeden bitmeyecekti belli ki. Zorla güzellik olmuyordu. Aklının iplerini saldı kadın, "Sen kendininkilere hakim ol" dedi adama. "Ben biraz havalanıp dönerim belki bir uçurtma misali."

Bazen seni seviyorum diyemez insan, onun yerine;
• Dikkat et kendine, der
• Fazla yorma kendini, der
• Hava soğuk, sıkı giyin, der
• Hız yapma dikkatli git, der
• Gidince beni ara, der
• Geç yatma erken kalkacaksın, der, der, der durur...

- Can Yücel -






Pazartesi, Aralık 16, 2019

Bakalım nereye çıkacak bu yolun sonu...

Dilimin altında bir kitle var.

2 kez acile gittim. İki doktor da KBB uzmanına git, parça alınıp patolojiye gönderilsin dedi. Hopa'da KBB uzmanı yok. Yarın Artvin'e gideceğim...

Artık hiç şaşırmıyorum hayatın önüme koyduklarına.


Update: Tükürük bezi kistiymiş. Doktor zararsız dedi. Uyuşturup aldı hemen :) bu da böyle saçma ve gereksiz bir endişe olarak geçip gitti çok şükür :) 

Pazar, Aralık 15, 2019

Blogger Mimi

Eğitim Pınarı'nın şu yazıma bıraktığı yorum sonucunda okuduğum mim yazısı bende de yazma isteği uyandırdı. Mimi İnci başlatmış. Sorular güzel, bakalım cevaplar nasıl :)

1- Blog dünyasına nasıl adım attın? Hadi anlat bize.

Üniversite yıllarımda ankira.com (yanlış hatırlamıyorsam tabi) diye bir edebiyat sitesi/forumu vardı. Öykülerimi orda yayınlıyordum. Nicknamemim "Lilith"ti. Lilith'in ağzından yazıp anlatıyordum isyankar gençlik hezeyanlarımı. Epey de takip edenim vardı. Hatta yazmayınca üzülen, hadi yazsana diye baskı yapan fanlarım vardı :)))) Gençlik işte :D Ama bir süre sonra ankira.com kapandı. Ben de öykülerim kaybolup gitmesin diye çare ararken blogger'ı keşfettim. Sonra da öykülerimi buraya yazmaya başladım. 2009 senesinden beri de devam ediyorum blog yazmaya. Bu blogdan sonra bir tane yemek blogu, bir tane anne-bebek blogu açtım.  Bir tane de yakın arkadaşlarımla birlikte sağlıklı beslenme ve spor sitesi açtık ki çok da iyi giderken hayat bizi bambaşka dertlerle bambaşka yerlere sürükledi ama site hâlâ duruyor.

2- Bloğunu kısaca tanıt desem neler söylemek istersin ?

Yazıyorum işte aklıma eseni, hayatı, öyküleri, hezeyanları, hayalleri, kalp kırıklıklarımı, kendimi arayışlarımı, yola çıkıp çıkıp geri dönüşlerimi... İnsanlık hallerimi yazıyorum işte :) 

3- Yazarken olmazsa olmazların nelerdir?

Tabi ki müzik! Zaten müziksiz bir hayat düşünemiyorum :) Başka? İçecek bir şeyler de fena olmaz yani :D Kışın sıcak, yazın soğuk :)

4- Ne sıklıkta yayın giriyorsun?

Değişiyor. Ne zaman ilham gelirse ya da hayat ne zaman üstüme fazla gelirse o zaman yazıyorum. Bazen bu ikisi çakışıyor; ilham gelse de hayattan nefes alıp yazamıyorum. Bazen de boş vaktim çok oluyor, bu kez de ilham yüzüme bakmıyor :)))) Ama her gün en az bir kez girip kontrol ediyorum blogumu, yeni yorum varsa cevaplıyorum. İzlediğim bloglarda yeni yazı varsa onları okuyorum, yorum bırakıyorum. 

5-Değiştirebilme imkanın olsaydı Blogger'da neyi değiştirirdin?

Ya kayıtlara gitmek için "Tasarım" sekmesini tıklamak gerekiyor. Ondan sonra çıkıyor "Kayıtlar" ki bu çok saçma ekle oraya bir "Kayıtlar" sekmesi kardeşim! Bir de "Ön izleme" yaparken çıkan hatalar var. Yani ufak tefek teknik aksaklıkları düzeltmek isterdim Blogger'da.

6- Yazıların içinde en fayda sağlayan yazın ya da yazıların nelerdir?

Bu da zor soruymuş ya :D Dur bir bakayım :)

Bu blogta değil de anne-çocuk blogumda yazdığım şu yazı 71.697 kez görüntülenerek yeni doğum yapmış, göğüs acısından, yaralardan bebeğini emziremeyen bir çok anneye çare oldu. 

Bu blog içinse şu yazım mülakata gidecek olan arkadaşlar için ufak tefek öneriler içeriyor. Maalesef iş hâlâ kılık kıyafet ile başlayıp konuşma tarzınızla bitiyor. İlk izlenim çok önemli. Naçizane önerim görüşmeyi hafife almayın :) İlla kot pantolon giyecekseniz de bir tarzınız, bir tavrınız olsun ;)

Bir de fitizbiz.com'daki yazıların hepsi çok faydalı bence ki aktif olarak yazdığımız dönemde siteyi bizden satın almak isteyen talipler bile çıkmıştı. Benim yazılarımın linkini de bırakayım şuraya :)

7- Senin sevdiğin blog türleri hangileri?

İçinden geçenleri yazan, kendi öykülerini, gündelik hayatlarını paylaşan bloggerları daha yakın hissediyorum kendime. Üzülerek yazıyorum ki kitap incelemesi yapılan blogları okunmaktan bilinçli olarak kaçınıyorum. Çünkü kitabı merak edip almak zorunda kalıyorum ki evde henüz okuyamadığım onlarca kitabım var; yenisini alsam da o kitaplara sıra gelmiyor. Çok merak edip aldığım kitapları da genelde beğenmiyorum çünkü sevdiğim yazarlar, türler ve üslup belli, dışına çıkınca sarmıyor beni kitap.  Burada bir parentez açıp düzenli okuduğum bir kitap inceleme blogundan bahsetmeyi borç biliyorum çünkü bu blog diğer inceleme bloglarından farklı. Blogun adresi "kitaplardananlayanadam"' Ukalalık değil cidden anlıyor yazar kitaplardan :) O blogu sırf zevkine okuyorum. Dizi ve film incelemeleri paylaşan bloggerları ara ara okuyorum ve ilgimi çekenleri not alıp izlemeye çalışıyorum. Zaten takip ettiğim bloglar sağda görünüyor. Onlar dışında da sık sık uğradığım bloglar mevcut tabi ki :)

8- Blogunla ilgili içine sinmeyen ya da değiştirmek istediğin bir şeyler var mı?

Olunca değiştiriyorum hemen. Bazı yazılarım taslakta bekliyor. Bitirip yayınlamak istiyorum ama bakalım :) Bir de bazı yazılarımı bazı kişiler okur da kırılır üzülür diye yayınlayamıyorum. Bu durum beni gıcık ediyor. 

9- Blogunla ilgili hedefin nedir ?

Valla öyle bir hedefim yok :D Blogu ilk açtığımda öykülerim kaybolmasın, derli toplu bir arada dursun diyerek açmıştım. Sonra ağlama duvarı olarak kullanmaya da başladım. Hâlâ aynı minvalde devam ediyorum :))) Estikçe yazıyorum işte :) Blog yazmak iyidir, blogger olmak can, nefes benim için. Bir de blogger sayesinde kazandığım dostlarım var ki hiçbir şey karşılamaz değerlerini :) 



*Fonda yine 80ler-90lar çalıyordu yazarken :) 



Cumartesi, Aralık 14, 2019

Ah benim dağ gibi durup dal gibi kırılan kalbim...


"Çok güçlüsün. Ben olsam onca şeye dayanamazdım."

O kadar çok duydum ki bu cümleleri...

Değilim!

Dayanmamak gibi bir seçeneğim yok ki! Dağ gibi görünür bazen kalbim de dal gibi kırılıverir işte. Bu gece olduğu gibi. Ne zaman çok canım acısa ama halim olmasa anlatmaya "İyiyim" der geçerim. Ama o sızı geçmez. Gecenin 5'inde kramp olur önce ayak parmaklarımı büker sonra tüm bacağıma yayılır. Bastırdığım, susturduğum kalbimin ağrısı çığlık olur ayağımdan, bacağımdan, elimden, kolumdan firar eder eninde sonunda. Ama elbet geçer. Hangi kramp geçmez ki :)


O dal nasıl sessizce kırıldıysa öyle kaynar yine bu gövdeye. Dağ gibi sağlam durur yine elbet :)

*Siz şarkıyı ister Sezen'den ister Suavi'den dinleyin ama benim favorim Suavi versiyonu. Ağlamaklı, melankolik değil de daha coşkulu, daha umutlu! Ben de öyleyim!




**Görsel Instagram'da ozdemir.asaf sayfasından alınmıştır.

Cuma, Aralık 13, 2019

Ağaç Ev Sohbetleri #15

Bu haftanın Ağaç Ev Sohbet konusu Deep'ten geliyor. 

"Yolda olmayı mı seversiniz, varmayı mı? Süreç mi seversiniz sonuç mu?"

Soru tam benlik. Bu konu bizde hep gündeme gelir. Evrim geniş, rahat, tam süreç insanı; ben tam tersine rahatsız, aceleci, tam bir sonuç insanıyım. "Eee? Sadede gel, sonunda ne olacak yani?" en çok kullandığım cümledir belki de. Film/dizi izlerken gereksiz sahneleri atlarım mesela. Kitap okurken betimleme olan satırları es geçerim; roman yazamam; kısa hikaye insanıyım. Bir şey yapılacaksa hemen yapılsın isterim, oyalanmayı hiç sevmem. Yapılacak işler birden fazlaysa hepsi aynı anda yapılsın, bir an önce hepsinden kurtulayım diye düşünürüm ama başaramam tabi ki çoğu zaman.

Ama söz konusu olan gerçek anlamda yolculuksa hiç bitmesin isterim. Varış noktası da önemli değil pek. Sürsün, gitsin yol ama lütfen virajı olmasın, dümdüz güzel bir yol olsun :)) Yolda olmaya aşığım ben, camdan bakmaya, kitap okumaya, müzik dinlemeye, hayallere dalmaya, dünyadan kopmaya... Varınca gideceğim yere hafiften üzülürüm bile. Ama tüm bunlar yalnız çıktığım yolculuklar için geçerli. Yoksa çoluk çocuk aile yolculuğundan nefret ederim. Mümkün olsa anında ışınlanmayı tercih ederim.

Kısacası yol var, yol var; yolculuk var, yolculuk var. Tekil ya da çoğul olma durumuma göre değişir tercihim. Ama söz konusu olaylar ve eylemler ise kesinlikle sonuçla ilgilenirim; süreç çoğu zaman gözümde büyür, içimi sıkar. 

Keşke mümkün olsa da şu an alıp başımı bitmeyen bir yola çıkabilsem... 

Bu ara hep 80ler 90lar dinliyorum :) 

Yan dersen yanarım... 

Ah bu ben... 


Cumartesi, Aralık 07, 2019

Tatminsizlik*

Süper güçlerim olsa...

Uçsam...
Offf uçmak nedir ya? Bari görünmez olsaydım.

Görünmez olsam...
O kadar giyinip süslendim görmüyorsun. İnsanlar da görmüyor, yanımdan öyle geçip gidiyor.

Telekinezi yeteneğim olsa...
Of her şeyi oturduğum yerden yapıyorum iyice kilo aldım ya...

Telepati**...
Ayyy her şeyi duyuyorum, konuşulacak bir şey kalmadı. Çok sıkıcıııııı!!!

Super strenght...
EVRİİİİİİİM arabanın kapısı yine elimde kaldı ya offffff!

Zihin kontrolü...
Ay insanlar ne salak ya! Ne desem yapıyorlar...

Alev topu olsam...
Of bu ne sıcak! İçim kurudu.

*İlham kaynağı yine Evrim tabi ki :))))
Ben hep böyleymişim :D Her şeye oflayıp pufluyormuşum :)))))

**Evrim'le 13 seneyi devirdik. Artık birbirimizin aklını okuyoruz. Ben de sürekli şikayet ediyorum, "Ağzımı açmadan aklımdan geçen cümleyi sen söylüyorsun zaten!" diye. Hayatın heyecanı kalmadı diyorum ve Evrim acayip gıcık oluyor. Haklı adam. Bir süredir hayat altın bir kafesmiş de ben o kafese hiç yakışmayan kel, topal, karga sesli, kazara bülbül sanılmış bir yaratıkmışım gibi davranıyorum. Ama aslında kafes falan yok ortada.

Sorun kafes ya da hayat değil aslında. Başlıktaki gibi sorun tatminsizlik, ne istediğini bilememek, şikayet etmek ama değişmemek, değiştirmemek. Yani aslında sorun hayat değil de bakış açım galiba.

Bu arada süper gücüm olsa kesinlikle görünmezlik ya da zihin okuma olsun isterdim :D

Hayat, sen bambaşka planlar yaparken başına gelenlermiş gerçekten...

Bu akşam bir elimde kitabım, bir elimde sıcak çikolata ile tam kendi kendime "Huzur bu işte" derken telefon çaldı ve kardeşim ağla...