Cuma, Mayıs 31, 2024

Leyla - Dalgalara Dur Demeyi Öğrenmek

Günün birinde bu kadar iyi ve huzurlu hissedebileceğini söyleselerdi inanmazdı Leyla. Ama olmuştu. Dalgalara dur demiş, serinkanlılıkla fırtınanın içinden sakince yürüyerek geçip gitmişti işte. Bugün, uzun zaman sonra ilk kez, kontrolün kendinde olduğundan emindi. 

Bu ilk "Dur" deyişi değildi Leyla'nın dalgalara. Aylar önce çok hasta olduğu bir gün derdini bir arkadaşına anlatmaya çalışırken arkadaşının hiç umurunda olmadığını gördüğü an "Dur" demişti ilk kez. Bir yanlışlık vardı. Eğer umursamıyorsa arkadaşı değildi demek ki konuştuğu kişi. Hiç uzatmadan o anda söyledi Leyla içinden geçenleri. Daha fazla konuşmayalım, arkadaş değiliz artık. Şaşırmıştı karşısındaki, hiç beklemiyordu. O gün herkes kendi yoluna gitti, bir süre sessizlik oldu aralarında. Sonra sitem başladı. Leyla, yanlış anlamıştı, karşıdakinin hiç suçu yoktu, Leyla alınganlık etmiş hatta kırıcı olmuştu. Geri adım atmadı Leyla, mesafesini korudu. Ne yaşandığını ve ne hissettiğini anlattı sakince. Karşı taraf sustu. Dalgalar duruldu o gün.

Günler hızla geçti. Leyla, iyileşiyordu. Kendi değerini fark etmiş, değer bilmeyenlere harcadığı zamana üzülmüş ama zararın neresinden dönülürse kârdır sözüyle kendi ayaklarının üzerinde durmayı başarmıştı. Ama Hayat o kadar kolay bırakmaz insanın peşini. Tek bir sınavla mezun olamaz insan. Sonraki günlerde farklı farklı denizlerin dalgaları geldi çarptı Leyla'ya. Leyla tüm sakinliği ile sırtını dönüp gülümseyerek uzaklaştı dalgalardan. Eski Leyla olsa, her bir dalga ile ölümüne savaşır, nefessiz kalır, defalarca kez boğulacak gibi olurdu. Ama artık dalgalarla savaşmadan onlardan uzaklaşmayı öğrenmişti. Üstelik savaşılmayan dalgalar sinirden iyice köpürerek herkesin gözü önünde küçülerek yok oluyorlardı. 

Bugün Leyla'ya çarpan dalgalar aylar öncekiyle aynıydı. Yalnız hissediyordu kendini, konuşacak birilerine ihtiyacı vardı, acaba Leyla onu dinler miydi? Eskiden olsa Leyla kendini ezer geçer, mutlaka kulak verir hatta elini uzatıp kolunu kaptırırdı o dalgaya sonunda. Ama öyle olmadı. "Dur" dedi Leyla bir kez daha dalgalara, "Ben şöyle uzaklaşayım, sana alan açayım; sen istediğin gibi at koştur, köpüre köpüre devam et yoluna." Bazen "Dur" demek gerekir kocaman dalgalara ve o kısacık şaşkınlık anında hızlıca uzaklaşmak. Leyla artık öğrenmişti; delice köpüren, insanı yerden yere vuran dalgalara kapılıp oradan oraya savrulmamak için vakitlice "Dur" demeliydi insan. 

Leyla, yüzünde bir gülümseme ile yürüdü evine. İç huzuruyla oturdu camın önüne, kendi kendini sardı kollarıyla. İyiydi; doğru olanı yapmış ve kendini sakınmıştı dalgalardan. Güneşli günler yeter de artardı insanın içi huzuru oldukça.



...


Uzun zaman sonra tekrar fısıldandı kulağıma bir Leyla hikayesi. Epeydir hikaye gelmiyordu kulağıma, iyi geldi bana da yeniden Leyla'nın sesi olmak :)


Çarşamba, Mayıs 29, 2024

Geçen 10 Gün

10 gün olmuş yazmayalı. Birkaç kez açtım boş sayfa ve baktım ekrana. Yazamadım. Bazen böyle oluyor, yazmak bile zor geliyor insana. Ama bir yerden başlamalı ya da devam etmeli işte. Ortaya karışık yazacağım

Bugün 2. doz HPV aşısı oldum, 4 ay sonra Arya ile son dozu olacağız.

3 gündür sağlıklı besleniyorum ve doktorun bağırsaklarım için verdiği, günde 6 tane içilen özel bir antibiyotik kullanıyorum. Paketli gıda, tatlı ve alkol tüketmiyorum, bol bol su ve 2 kez bitki çayı içiyorum. Daha önce IBS teşhisi konulduğundan bahsetmiştim. Bağırsaklar düzgün çalışmayınca vücudun geri kalanı da aksıyor. Karım sürekli şiş ve ne yesem midem acıyordu. 3 gündür şişkinlik ve o acı hissi yok. Antibiyotiği 2 hafta kullanmam gerekiyor. Bu 2 hafta dişimi sıkıp tatlıdan ve alkolden uzak durursam sistemi sıfırlayabilirim. Yaz tatili öncesi biraz kilo da versem süper olur ama öncelik bu değil. 3 gündür şöyle besleniyorum:

Sabah: 1 haşlanmış yumurta, 2 ceviz, 2 kuru kayısı salatalık, domates, roka, yeşil çay ya da kiraz sapı çayı

Öğle: Salata, yoğurtlu yeşillik, 2 kaşık kısır ya da 3 adet mercimek köftesi 

Ara: Kefir ya da yoğurt, ceviz, kuru kayısı, tarçın

Akşam: 1 tabak ev yemeği ve salata 

Ara: Zerdeçallı, naneli, pul biberli susuz cacık 

En zor kısım tatlı krizlerine dayanmak. Normalde her gün mutlaka çikolata yerdim. Hatta nerdeyse her gün hem okul çıkışı hem de gece evde olmak üzere 2 kez çikolata yiyordum. Sonrası pişmanlık ve acı ama irade sıfır olunca... 3 gündür markete gittiğim halde hiç çikolata almadım. Evde olanlara da el uzatmadım :) Aferin bana :)))

Umarım böyle devam ederim.

...


Bu haftayı saymazsak okulların kapanmasına 2 haftacık kaldı. Son hafta öğrencilerin çoğu gelmiyor okula. Biz de sınıfları birleştirip dönüşümlü giriyoruz derslere. Boş kalan saatlerde sene sonu işlemlerimizi hallediyoruz. Sınav kağıtlarının arşivlenmesi, eksik notların sisteme girilmesi, ders içi performans notlarının verilmesi, öğrencilerin yıl boyu okuduğu kitapların sisteme kaydedilmesi, davranış notları, karne yorumları, sınıf defterlerindeki kazanım yazılmamış yerlerin doldurulması... İlk yıllarda  zaman geçmiyor, yıl sonu gelmek bilmiyordu. Şimdiyse ne zaman başlıyoruz, ne zaman bitiriyoruz hiç anlamıyorum. Darısı gelecek yılların başına :)

...


Iko Iko - Justin Wellington

Son günlerde açıyorum bu şarkıyı ve bırakıyorum kendimi müziğin ritmine.
Dünyadan kopmak iyi geliyor.

...

Yazıyı yazarken bir yandan da radyo tiyatrosu dinlemeye başladım. Buraya da bırakayım linkini.


TRT - Aktörün Ölümü 

Pazar, Mayıs 19, 2024

Gazi Kovan*

Az önce Radyo Momentos'ta dinlediğim bu podcasti paylaşmadan geçemem. 


Momentos, podcasti Sevgili Buraneros'un *şu yazısının seslendirerek hazırlamış. Her ikisinin de emeğine sağlık 🥰👏🏻👏🏻



Cumartesi, Mayıs 18, 2024

Dinlemek

Az önce Facebook'ta şahane bir videoya denk geldim. Videoyu Youtube'ta buldum, paylaşıyorum. 


Neredeyse tüm Ted konuşmalarına bayılıyorum ve bu video da onlardan biri oldu. Konuşmacı Celeste Headlee, 4.20'den itibaren daha iyi bir iletişim için 10 adet tavsiye veriyor. Tavsiyeleri basitçe Türkçe'ye çevireyim:

1) Asla birden fazla iş yapma. Konuşmaya odaklan. Yarımyamalak sohbet etme. 

2) Ahkâm kesme. Karşı tarafla fikir alışverişi yapmayacaksan hiç konuşma, blog yaz. (Gerçi biz blog üzerinden de sohbet edebiliyoruz :))) 

3) Açık uçlu sorular sor. Kim, ne, ne zaman, neden, nasıl gibi sorular sor ki karşı taraf durup düşünüp gerçek cevaplar verebilsin. 

4) Akışa ayak uydur. Karşı tarafı dinlemeden alakasız sorular sorma, konudan ayrılıp başka konuya atlama. Sohbet doğal akışında ilerlesin. 

5) Bir şeyi bilmiyorsan, bilmediğini söyle. Sallama. 

6) Kendi tecrübeni karşıdakinin tecrübesi ile eşitleme. Karşındaki bir kaybının acısını anlatırken kendi kaybını ve acını anlatmaya başlama ya da biri kendi başarısını anlatırken kendi başarıların hakkında övünmeye başlama. 

7) Kendini tekrarlama. Bu sıkıcı ve utanç verici.

8) Detaylara takılıp kalma. Tarihler, mekanlar, sayılar gibi şeyleri hatırlamaya çalışarak vakit kaybetme. Kimse bu detayları umursamıyor. Asıl olaya odaklan.

9) En önemlisi: Dinle. Geliştirebileceğin en önemli beceri dinlemektir. Stephen Covey şöyle demiş: "Birçoğumuz anlamak için dinlemiyoruz; yanıtlamak için dinliyoruz."

10) Az ve öz konuş. 


İyi bir konuşma mini etek gibi olmalı; ilgiyi sürdürecek kadar kısa, önemli şeyleri kapsayacak/kapatacak kadar uzun. 


En çok çuvalladığımız noktalar 6. ve 9. maddeler bence. Onları çözersek eminim çok daha verimli ve keyifli sohbetler yapabiliriz. 

Çarşamba, Mayıs 15, 2024

*Beni Bekleme Kaptan

Pazartesi günü Rize'ye gidip bel ve boyun MR'ı çekildim. Belimde fıtığın yeri yine dolu; ya fıtık tekrarlamış ya da ödem varmış. Boynumda ise iki ayrı fıtık varmış.

Ödemdir, ondan bi' şey olmaz, geçer zamanla diyeceksiniz. Maalesef benim ödemler öyle ödem değil. Önceki ameliyatımdan sağ bacağımda ve dikişlerimin sağ tarafında kalan ve gözle görülür ödem 5 yıldır geçmedi. Bu ödemlerin geçmesi için ayrıca ameliyat olmam gerekiyormuş.

Boynumda fıtık olduğundan emindim ama iki tane olacağı hiç aklıma gelmemişti. C5-6 ve C6-7 arası iki tane fıtık kardeş kardeş takılıyorlar boynunda. Biri daha büyük, 3-5 seneye ameliyat mecburi olurmuş; şimdilik boynumu ve sol kolumu ağrıtmakla yetiniyor. 

Kısacası belimde fıtık yoksa bile aynı yerde ödem var ve hâlâ sinirlere, dokulara baskı yapıyor. Sonuç olarak ben fıtık varmışçasına ağrı çekiyorum. Doktor, önerebileceğim bir çözüm kalmadı, tekrar ameliyat olabilirsin ama sonuç yine değişmeyebilir dedi. 2 hafta daha fizik tedavi verdi; bir de yeni bir ilaç yazdı kullandığım ağrı kesiciler ek olarak. Geceleri uyumamı sağlayacakmış. İşe yararsa rapor çıkaracak, sürekli kullanacağım.

Fıtıklar, migren, bağırsaklarım... Düşünmeyip yaşamaya devam etmeye çalışıyorum ama sürekli migren atağı geliyor - muhtemelen boynumdaki fıtıklar ve ağrı tetikliyor - ve deli gibi midem bulanıyor; bağırsaklarım olur olmadık zamanda kıvrandırıyor. Böyle sürekli mızıklamak istemiyorum ama gerçekten çok yoruldum. 


Cem Karaca - Çok yorgunum
*Beni bekleme Kaptan
Sözler Nazım Hikmet'in Mavi Liman şiirinden. 


Sabah okula giderken yine deli gibi midem bulanıyordu. Hadi bugün izin alıp gitmedim diyelim; yarın? Ya bir sonraki gün? Haftanın en az 3 günü böyleyim. Yakında okullar kapanacak; dinlenirim, yüzerim, toparlanırım  diyerek normal rutinin içinde kalmaya çalışıyorum bir şekilde. 

Yazıyı güzel bir şeylerle bitireyim. Bugün okul çıkışı Arya'nın devam ettiği resim kursunun karma sergisi vardı. Şuraya bırakayım Arya'nın resimlerini:










Pazar, Mayıs 12, 2024

Tam da "Amaaaan hiç umurumda değil!" derken bir an sonra kendini mutfak tezgahının üstünde bulmak?!

Nedir bu arkadaşım? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?

3 saat mutfak temizledim. Halbuki daha az önce arkadaşıma "Amaaan artık ev dağınıklıktan uçsa hiç umurumda değil, canım ne zaman isterse o zaman topluyorum, temizliyorum" demiştim. Sonra durduk yere aklıma buzdolabının üstü geldi; gelmişken de şu buzdolabının üstünü bir sileyim dedim. Orayı silerken dolapların üstü aklıma düştü ve kendimi bir anda tezgahın tepesinde mutfak dolaplarının üstünü silerken buldum. Tabi orayı silerken duvarlar gözüme çarptı; durur muyum? Tüm fayansları tavandan yere sildim. Yere inince buzdolabının altı gözüme çarptı. İte ite buzdolabını kaydırıp altını makinayla alıp sildim. Ordan camlar, camlar bitince dolap kapakları, kulpları... 

Yukarıdaki satırlar 2 gün önceden. Bugün de evin geri kalanını temizledim. 

Neyse temiz evin verdiği huzur da bi' başka azizim :))))

...

Dün Evrim'in doğum günüydü. Birlikte doğa yürüyüşüne gitme teklifimi reddetti ama aklımın uzun zamandır gidemediğim doğa yürüyüşlerinde kaldığını bildiği için hevesimi kırmayıp sen git akşam kutlarız beraber dedi. Ben de Fındıklı'ya gidip Çağlayan köyündeki eski patika yürüyüşüne katıldım. Çağlayan ara ara gittiğimiz bir köydü ama bu kadar gezme fırsatım olmamıştı. Genelde ordaki balıkçıda yemek yiyip ya da tanıdıklarımızın kafesinde kahve içip dönüyorduk. Bu kez köyün eski evlerini, çay fabrikasını, okulu ve derneğini gördüm. Yürüyüş yolu 4 etaptan oluşuyordu; ilk 2 etap köy içinde sonraki 2 etap orman içindeydi. 


Yakın arkadaşlarım Funda ve Fulya :)


Biz 4 arkadaş katıldık ama toplamda 42 kişiydik. Kalabalık ve keyifli bir etkinlik oldu :)


Yürüyüşten gelince Evrim'i yemeğe çıkmaya ikna ettim. O nereye gideceğimize karar verene dek evde yumurta kalmamış, sen düşün ben gidip alayım diyerek pasta almaya çıktım. Gelince pastayı dolaba sakladım; yemeğe gittik. Yemek bitti, Evrim etrafına bakındı ama baktı tık yok, Eti Karam'a mum dikip üfleyeyim ben bari dedi dudak bükerek :)) Hani pasta istemiyordum falan deyince "Yok canım, hâlâ istemiyorum. Öylesine söyledim" dedi. Tabi ki eve gelip de pastayı ve mumları görünce yüzündeki gülümsemeyi anlatmama gerek yok sanırım :) Dolu dolu 44'ü bitirip 45'e adım attı canım sevgilim. Birlikte nice senelerimiz olacak umarım :) 


Munzur sevgilim :))


Fotolar eski ama neşemiz aynı :)

Cuma, Mayıs 10, 2024

Yaşamak En Temel Haktır

Ne yazsam, nereden başlasam bilemiyorum. Bir öğrenci tarafından kurşunlanarak öldürülen bir öğretmenin arkasından ne denilir? Bu ilk değil ama dilerim son olur.

Bıçaklanan öğretmenler, veli tarafından yumruklanan öğretmenler, türlü zorbalıklara maruz kalan, haksız ithamlarla itibarsızlaştırılan öğretmenler... Son yıllarda yaşanan bir çok olayın üstüne bu cinayet... En saygın meslek olan öğretmenliğin getirildiği şu hâl can yakıcı. Hiçbir açıklaması ya da savunması olamaz. Okula planlı bir şekilde silahla gelip sonra da sanki bir anlık öfkeyle yapılan ufak bir hataymış gibi savunulmaya çalışılacak bir şey değil asla bu mevzu.

Bugün tüm öğretmen sendikalarının ortak kararı ile iş bırakma eylemi yapıldı. Sabah okullarımıza gidip pankartlar hazırladık ve belli noktalarda buluşarak alkışlar, düdükler, sloganlar ile elimizden zorla alınan saygının ve en temel hak olan yaşama hakkımızın peşine düştük.




Belki de ilk kez sendika fark etmeksizin tek yürek oldu tüm öğretmenler.



Sesimizi duyurmak, hakkımız olan saygınlığı geri almak ve bizi koruyacak yasaların peşine düşmek için sokaklara dökülmek zorunda bırakılmamız çok üzücü. Okullarda can güvenliğimizin kalmadığı, velinin elini kolunu sallayarak gelip öğretmen dövebildiği, öğrencilerin öğretmen bıçakladığı hatta silahla vurup öldürdüğü günleri görmek, böyle bir zamanda yaşamak çok acı. Eskiden "öğretmen" kelimesinin bile başlı başına bir ağırlığı vardı. Öğretmen deyince anne-babaları geçtim; ninelerimiz, dedelerimiz bile Öğretmen Hanım kızım, Öğretmen Bey oğlum diye hitap ederlerdi. Şimdiyse veliler, okula ağızlarında sakızla gelip "Ne var canım, çocuk bunlar. Siz de azıcık mazur görün, hatta görmezden gelin. Abartmayın." diye akıl veriyorlar çocuklarının yaramazlığını anlatan öğretmenlere. 

Bir öğretmeni vurup öldüren bir öğrenciyi savunanların, "İyi yapmış; öğretmen hak etmiştir kesin" diyenlerin varlığına aklım ermiyor. Ama bugün kendi çocuğunun yaptığı türlü türlü saygısızlıkları görmezden gelmemizi isteyen velilere bakınca yarınlar için daha da çok endişeleniyorum.  Nasıl bu hâle gelindi, nasıl düzelir diye düşünüyoruz sürekli ama sadece öğretmenlerin çabası ile olacak gibi değil maalesef. 

Umarım bu ölüm en azından toplumsal bir uyanışın başlangıcı olur ve İbrahim Oktugan Öğretmenimizin zamansız ölümü anlamsızcasına unutulup gitmez.

Çarşamba, Mayıs 08, 2024

İyileştiren Sevgi

"Seni sevmeyi dünyanın en güzel şiiri yapacağım" demiş Edip Cansever.



İnsan kendini sevilmeye layık görmeyince gerçekten sevildiğine inanamıyor, hep şüphe ediyor. En ufak eleştiride çılgınca saldırıya geçiyor; "Sevmezsen sevme beni, benim de çok umrumda sanki!" demeye getiriyor işi. 

Bazen acısından sevgiyi göremiyor, anlayamıyor insan. İyileştirmek için uzanan eli bile yaralamak, üzmek için sanıyor. Mevcut yaralar o kadar derin ki iyileşebileceğine ihtimal vermiyor.  Oysa koşulsuz sevgi tüm yaraları sarıyor sabırla, şefkatle, şiirle. Çare sevgiye teslim olmakta yatıyor. Benim Evrim'le ve ailesiyle ilişkim de böyle ama arada küçük bir fark var. 

Evrim, yıllar içinde benim içten içe sevilmeme korkumu anladı; asla yaramı dürtüp saldırıya geçmeme yol açmıyor. Önce sarıp sarmalıyor, sevgisinden emin olmamı garantiledikten sonra yalnızken ve ben sakinken yapıyor eleştirilerini. Sevgisinden şüphe etmediğim için, dediklerinin benim iyiliğime olduğunu kabullenmem daha kolay oluyor. Yine de ara ara savunmaya hatta saldırıya geçtiğim oluyor ama Evrim altta yatan sebebi bildiği için alınıp darılmıyor.

Büyüklerle işler biraz farklı maalesef. Ben, Evrim dışında birinden gelen eleştiriye verdiğim tepkileri kontrol edemiyorum çoğu zaman. Hemen "Ben böyleyim, beğenmeyen başka yana bakabilir" moduna geçiyorum. Asla anlayıp dinlemek, alttan almak istemiyorum. Çünkü zaten en başından sevildiğine inanmayan benim için eleştiri = sevilmemek.

Benim sinirim çok ani ve bir o kadar kısa sürüyor. Parlayıp sönüveriyorum. Parladığım an ateşe körükle giden olmazsa sönünce pişman olup süt dökmüş kediye dönüyorum zaten kısacık bir sürede. Ama işte parladığım an inatla üstüme gelinirse... Hayatta susup oturamıyorum, alttan alamıyorum. Gözüm dönüyor. Evrim bunu bildiği için benimle hiç muhatap olmuyor öyle anlarda. Ben kendi kendime esip gürlüyorum ve fırtına dinince usul usul kedi gibi sakinleşiyorum bir köşede. Tabi bunu bilmeyen ya da kabullenmeyenin vay haline...

İnsan mizacı değişmesi çok zor bir şey. Yani "Can çıkar, huy çıkmaz"; "İnsan yedisinde neyse yetmişinde de odur" gibi güzide atasözlerimiz boşuna söylenmemiş. Ben yıllardır kendimi yontmaya ve sivri köşelerimi yumuşatmaya çalışıyorum. Az da olsa yol kat ettim ama hâlâ köşeler yanaşanı çizebiliyor bazen. En iyisi Evrim'in yaptığı gibi köşelerden uzak durmak :)

Her zaman söylediğim bir şey var: bir daha dünyaya gelsem evlenmem ama evleneceksem de sadece Evrim'le evlenirim :) Şu dünyada benimle yaşayıp bana rağmen beni sevecek ve mutlu olabilecek tek kişi Evrim bence. Benim kadar kendini sabote eden, benim kadar kendine zarar veren birini kendi kendinden korumak çok zor ve Evrim bunu başarıyla sürdürüyor 18 yıldır.  

Evrim, buralara pek uğramadığı için rahat rahat yazıyorum. Aman duymasın da şımarmasın :))



Can't take my eyes off you - Frankie Vallie and The Four Seasons

18 yıl önce Evrim'in bana mesaj attığı ilk şarkı :) 


Cumartesi, Mayıs 04, 2024

NeverEnding...

Sonu gelmez sorumluluklar...

Okulların kapanmasına son 1,5 ay! 

Sınavlar kapıda; tüm gün sınav hazırladım.

Her sınıf için reading&writing, listening ve speaking olmak üzere üçer tane sınav hazırlamak zorundayım. Beşinci sınıfların seçmeli dersi var, üçer sınav daha; beş ve altılarda olmak üzere toplam 11 tane kaynaştırma öğrencisi var, onlara da durumlarına göre en az 4 farklı sınav hazırlamak zorundayım :( Çoğunu hallettim; geriye seçmeli ders kaynaştırma sınavı kaldı. Onu da yarın yapayım.

8 yıldır öğretmenim ve bir kez bile hazır sınav indirip kullanmadım; derste işleyip anlatmadığım konudan, cevaplamadığım etkinlikten soru sormadım. Asla içime sinmiyor hazır sınavlar. Bazen keşke yapabilsem diyorum... 

...

Geçtiğimiz hafta 3 gün özel bir fizik tedavi merkezine gittim. Akupunktur ve kupa tedavisi yaptı fizyoterapist. Şu an boynumdan belime delik deşik ve morarmış vaziyetteyim. Az da olsa işe yaramış gibi geliyor ama eziklerin ağrısı normal ağrıyı bastırmış da olabilir. Emin değilim. Bakalım.

...

Bu yıl bitmeyen hastalıklarım, tahlillerim, kontrollerim yüzünden tatil planımız hâlâ belirsiz. Temmuz'un ilk haftası Antalya'ya arkadaşlarımızı ziyarete gitmeyi umuyoruz, sonrası muamma... Antalya otellerine bakıyorum bir süredir. Tam seçiyoruz oteli, hadi bi Tripadvisor yorumlarına da bakalım diyoruz ve otel patlıyor. Arkadaşlarımıza sorunca da durum değişmiyor. Geçen yaz Antalya'da tatil yapan 3 arkadaş da otellerin yabancı istilası altında olduğunu, yemek sırasına bile giremediklerini, malum turistlerin saygısızca otelin lobi bölümü dahil her yerde yatıp yayıldıklarını söylüyor. Sonuç olarak bir otel seçip karar veremiyoruz. Ne diyeyim, hayırlısı... Belki de plansız programsız, spontane ve şahane bir tatil bizi bekliyordur :) 

Yazacağım bir şeyler varmış da aklıma gelmiyormuş gibi hissediyorum ama... 

Neyse yazıyı Handan'ın şarkı falından şansıma çıkan parça ile bitireyim :)




Perşembe, Mayıs 02, 2024

Pazar Mesaisi ve Kendine Ait Bir Oda

Öğretmen olmak bazen eve sınav kağıtları ile gelmek, bazen gönüllü etüt yapmak, bazen gönüllü gözetmen olmak, bazen hem ana-baba olmak manasına gelebiliyor :) Geçen Pazar da öyle zamanlardan biriydi, gönüllü gözetmenlik için okuldaydım.


Önce soruları çözdüm sonra "Kendine Ait Bir Oda"ya daldım. 



Virginia Woolf'un Kendine Ait bir Oda'sı uzun zamandır rafta beni bekliyordu. Pazar okula giderken attım çantama.. Neden şimdiye kadar okumamışım acaba? Kitapta sevdiğim bölümleri paylaşayım :)

Woolf, benden, daha doğrusu bir Manx kedisinden bahsetmiş :D


Tam da Woolf'un dediği gibi sanki "... bir çimenliğin orta yerinde duraklayıp evreni sorguluyorum; bir şey eksik, bir şey farklı..." 



... tuhaf, güzel olmaktan ziyade ilginç...


 "Belki de evrendeki en çok tartışılan hayvan olduğu/n/m/uzun farkında mısınız?" 


Erkeklerin - sözüm meclisten dışarı, istisnalar var tabi ki - kendilerini nasıl dev "ayna"sında gördüklerini açıklıyor bu satırlar. 


Biraz acımasız bir eleştiri gibi görünebilir ama erkeklerin yüzyıllar boyunca kadınlar için "eksik etek", "saçı uzun, aklı kısa" gibi tanımlar kullandığı düşünüldüğünde pek de haksız denilemez. 


Kadının kendine ait bir odası olmasını geçtim, kendi hayatı üzerinde en ufak bir söz hakkı bile yokmuş. 



Hayatın içinde yok sayılan kadın, ne ilginçtir ki en büyük edebi eserlerde baş karakter oluveriyor. 


Kurmaca kralların kaderine hükmeden kadın gerçekte kurmaca yazma hakkına bile sahip değil. 
Ne yaman çelişki! 



Böyle bir dünyada yetişen kadınların kendilerini ifade etmeye çalışacak cesareti bulması mucize! 



Bugün bile toplumun büyük bir kesiminde aynı bakış açısı hakim. 



Woolf, kitap boyunca kadınların erkek egemen toplumda yüzyıllarca mütemadiyen ezilip, küçük ve değersiz görülüp arka plana itildiğini; kurmaca bir eser yazmak bir yana, kendilerini ifade edecek gücü bulmalarının bile ne kadar zor olduğunu gözler önüne seriyor. O zorlu süreçte bir şekilde yazan, gizli saklı da olsa yazmaya cesaret eden cesur kadınlardan bahsediyor. Woolf; Fanny Burney, Eliza Carter ve Aphra Behn'in kadınların edebiyat alanındaki öncüleri olduğunu ve Jane Austen, George Eliot ve Emily Bronte gibi kadın yazarların onlar sayesinde daha kolay kabul gördüğünden de bahsediyor. 

Kitap 160 sayfalık, kısa bir eser ama hemen bitmiyor. Biraz ağır gidiyor nedense. Belki de bahsi geçen konular insanı sık sık durup düşünmeye ittiği içindir. Kitap kadın yazarlara, tüm engellere ve zorluklara rağmen vazgeçmeyip yazmaya devam ettikleri için haklarının teslim edilmesi gerekliliğini hissettiriyor. 

Henüz okumayanlara tavsiye edilir :) 

Hayat, sen bambaşka planlar yaparken başına gelenlermiş gerçekten...

Bu akşam bir elimde kitabım, bir elimde sıcak çikolata ile tam kendi kendime "Huzur bu işte" derken telefon çaldı ve kardeşim ağla...