Geçen yıl ektiğim limon çekirdeği büyüyor yavaş yavaş :)
Şu limonu geçen sene okullar yeni kapandığı zamanlarda ekmiştik Arya ile. Zaman nasıl geçmiş! 1,5 yıldır yasaklarla, açılmalarla, kapanmalarla yaşıyoruz. "Evde kal", "Hayat eve sığar", "Maske, mesafe, temizlik"... sloganları havada uçuyor. Ama şimdi birbirimizi hiç kandırmayalım, bir çoğumuz için Hayat eve sığmıyor!
İlk zamanlardaki en ateşli sosyal mesafe taraftarları bile artık yasakları delip sevdikleriyle, eşle dostla görüşüyor çünkü insan doğası gereği sosyalleşmeye meyilli bir varlık. Tabi ki eskisi gibi sarmaş dolaş, can ciğer, kuzu sarması modunda değil hiç kimse ama işte yine de buluşup görüşüyoruz bir şekilde.
Tam ne güzel havalar da ısındı, park, bahçe, sahillerde mesafeli mesafeli görüşürüz artık derken tam kapanma geldi ki evlere şenlik! Biz çoğunluğa göre oldukça şanslıyız çünkü deniz gören balkonlu bir evde yaşıyoruz. Balkonu da epeyce yeşillendirdik. 1 haftadır hep balkondayız :)
Tüm fotolara şarkı ekledim. Bakalım ne çıkacak şansınıza :)
Dipnot: Avocado şarkısı için özür dilerim dicem ama itiraf ediyorum ki ben çok sevdim klibi ve melodiyi :)))) Nasıl da eğleniyorlar, kıskanmamak elde değil :D
Bu haftanın konusu geçen haftadan ilhamla ortaya çıktı aslında. Sessiz Gemi'nin izlememizi istediği video beni çok etkiledi. Videodaki konuşmacı en başta tüm izleyicilere bir kağıt dağıtılmasını istemiş ve izleyicilerden onları farklı kılan şeyleri yazmalarını istemiş. Videonun devamında farklılıklardan ve bu farklılıklar yüzünden "öteki"leştirilmekten bahsediyor.
Şimdi ben de size sormak istiyorum:
Sizi başkalarından ayıran, sizi "ötekileştiren" bir niteliğiniz var mı ya da bugüne dek kendinizi hiç "ötekileştirilmiş" hissetiniz mi? Sizi "öteki" yapan niteliğinizin aslında sizi "özel" ve "güçlü" kıldığını farkında mısınız?
Hiç "öteki" olmayanlar için bir soru daha eklemem gerektiğini hissettim:
"Fark etmeden sizin yaptığınız ya da yapıldığına şahit olduğunuz bir ötekileştirme hikayeniz var mı?"
Kendi deneyimlerimden bahsetmeden önce ötekileştirmenin bir yüzünü ailem üzerinden anlatmak istiyorum. Annem ve dayım sarışın, bembeyaz tenli, yeşil gözlü ama dedem ve anneannem inadına esmer, koyu tenli, kara gözlü, kara kaşlı. Çalışmak için Almanya'ya ilk gittiklerinde evlerine polis gelmiş "Hakkınızda şikayet var, Alman çocuklar kaçırdığınızdan şüpheleniyoruz" diye. Anneannem o polisler tekrar gelip annemleri alırlar diye o kadar korkmuş ki annemleri apar topar Türkiye'ye yollamış hemen. İnsanların onlara bakıp düşündükleri ilk şeyin "Bunlar kara kuru Türkler, güzelim Alman çocukları kaçırmışlar (?!)" olması ne kadar acı!
Toplumun genelinden farklı olmanın direk suça meyilli olmakla ilişkilendirilmesi ne kadar garip! Oysa farklılıklarımız utanmamız gereken şeyler olmanın tam aksine bizi özel kılan şeylerdir aslında. Biz bazen onları önümüzdeki engeller gibi görürüz ama tam tersine bizim için zıplama tahtası olabilirler. Yeter ki onları sahiplenelim. Videodaki gazeteci Mariana Atencio önceleri "öteki" olmasına sebep olan kökeninin, daha sonra yardım amaçlı bir açık artırma etkinliğinde açtığı dans derslerinin diğer tüm etkinliklerinden daha çok talep görmesini sağladığını anlatıyor. Ben de birçok defa onun gibi "öteki" olduğumu hissettim ama bir noktadan sonra olumsuzlukların içindeki iyi yanları görmeyi öğrendim.
Benim "öteki" olmamın sebebi boşanmış aile çocuğu oluşumdu. Buna bir de annemin kalıcı psikolojik rahatsızlığı da eşlik ediyordu. Çok uzatmadan anlatacak olursam toplumun "arızalılar" sınıfına kafadan yazdığı bir bileşimdi benimkisi. Tüh tüh, vah vah derken bile üzülmekten çok "Aman bizden uzak olsun, böyleleri(?!) hep arıza çıkarır" diye bakılan kategorideydim maalesef. Hatta "Annen hasta, sen de hastasındır ya da hastalanırsın"a kadar gitti bu mevzunun ucu. Hasta olmak da bir suç bizim topumumuzda.
Kendi kişisel ötekiliğimi bir kenara bırakıp yakın zamanda eşimin yaşadığı bir olumsuzluktan bahsedeceğim. İş yerinde açılan bir konu uzayıp mevzu Evrim'in inancına kadar gitmiş; o da "Ben Deistim" demiş saklamadan(?!). "Biz gayrimüslim biriyle çalışmak istemeyiz" den önceden bilinse işe bile alınmayacağına kadar gitti bu mevzu ama kimse daha öteye gidip bunu eyleme dökmedi. Açılacak davalardan, olayın büyümesinden çekinmeseler onu da yaparlardı.
Şimdi belki "Aman canım sen de! Bunlar mı seni "öteki" yapan şeyler? Hiç de öyle büyük şeyler değilmiş. Sayılmaz bile bunlar!" diyeceksiniz. Evet, Türk / Kürt / Ermeni / siyah / beyaz / sağcı / solcu ya da eşcinsel diye ötekileştirilmedim belki ama inanın mücadele etmek zorunda kaldığım onca şeyin üstüne bunlar da beni toplumun dışına itiyor, kendimi sürekli savunmak, korumak, ispatlamak zorunda bırakıyordu.
Az önce uyandım ve aynı Mr. Kaplan gibi rüyamı yazmak için koşarak bilgisayar başına geçtim :)
Rüyamda genç kızım ve ailemle bir apartmanda yaşıyorum. Apartmandaki daire kapılarının ikisi bitişik, bir katta 3 ya da 4 daire var. Yan dairede Evrim bir arkadaşıyla yaşıyor. O da delikanlı çağlarında :D Arya da var rüyamda ama kızımız değil tabi ki, benim kardeşim ve işe bakın ki Evrim'i çoooook seviyor.
Evrim'le sevgiliymişiz ama bir şey olmuş ayrılmak üzereyiz sanırım. Hafta sonundayız. Odamda kitap okuyorum, Arya geliyor. "Evrim abiyi görmek istiyorum ben. Hava ne kadar güzel, hadi dışarı çıkalım beraber." diyor. "Aryacım şimdi hafta sonu ya, Evrim abin ailesinin yanına gitmiştir." diyorum ama Arya mızmızlanmaya başlayınca dışarı çıkıyoruz. Telefonla Evrim'i arıyorum, telefonu çalıyor ama Evrim açmıyor. Sonra bir bakıyorum karşıda otobüsten iniyor. Bugünkü haliyle görüyorum bir an Evrim'i, bir an sonraysa Evrim bambaşka biri. İşte rüyanın en güzel kısmı burası!
Evrim 18-20'li yaşlarında, acayip tatlı 😍 Açık gri penye bir şort, sarı tshirt, beyaz spor çorap ve spor ayakkabı giymiş. Üzerinde sanırım grili siyahlı bir kapüşonlu (ne acayip bir kelime bu) fermuarlı bir sweat var. Saçları omuzlarına kadar uzun sanırım, düzleştirmiş ve arkada tek, gevşek bir örgü yapmış. Yüzüne düşen bir perçem var. Allahııııııımmm, nasıl tatlı anlatamam görmeniz lazım :)))))
Evrim yolda beni ilk gördüğünde hızla caddenin karşısına geçiyor, koşarak sahildeki kayaların oraya iniyor. Ben arkasından sesleniyorum: "Arıyorum açmıyorsun. Arya seni görmek istediği için aramıştım. Biz konuşmuyoruz diye Arya ile de mi konuşmayacaksın yani?" diyorum ve Evrim'in cevabını beklemeden hızla eve doğru yürüyoruz Arya ile. Sanırım Arya eve gidiyor, ben ellerim cebimde yürümeye devam ediyorum. Evrim arkamdan geliyor, elini uzatıyor omzuma dokunmak için ama son anda vazgeçiyor. Yürümeye devam ediyorum. Bir arkadaşımı arıyorum ama bulamıyorum. Tam görüyorum ama o da benden kaçıyor. Bir binaya giriyor, peşinden ben de giriyorum, içerisi inanılmaz kalabalık. Galiba mevlüt gibi bir şey var. Bina iki katlı, inanılmaz aydınlık, içeri güneş ışığı doluyor. Arkadaşımı bulmak için üst kata çıkıyorum. Arkadaşım orda ama epeyce arkalarda. Orda durmak istemediğim için çıkıyorum. Bu kez de kendimi karmakarışık bir sokakta bir sürü dönerci, pideci, börekçi dükkanı arasında buluyorum. Nereye gideceğimi tam bilemediğim anda uyandım.
Rüyam gerçekten çok ilginçti. Evrim'i ilk önce şimdiki haliyle görüyorum, demek ki mevcut haliyle aramızda bir şeyler olmuş ve ayrı düşmüşüz. Sonrasında Evrim değişmiş, zayıflamış gençleşmiş. Arya benimle ama onun yanına gidelim istiyor. Evrim, Arya'yla tabi ki görüşecek ama beni görmeye hazır değil. Elini uzatıyor ama vazgeçiyor. Ben olan biteni anlatmak için bir arkadaşımı arıyorum ama bulamıyorum. Bulunca o da benden kaçtığına göre o da bana kızgın demek ki. Sonuçta yanımda Evrim yok, arkadaşım yok, Arya yok. Rüya burada karamsarlaşıyor gibi ama öyle de değildi o anki hislerim :)
Durduğum nokta karmaşık, hareketli, kalabalık bir sokağın ortası. Kavşak gibi bir yerdi diyeceğim ama sokaklar daracık ve düzgün bir 4 yol ağzındansa karmaşık bir labirent gibi farklı yönlere uzanıyor. İçimde şimdi nereye gitsem hissiyle orda durup merakla etrafıma bakarken yani önümdeki yeni olasılıkları değerlendirmeye çalışırken bitti rüyam. Geldiğim yoldan geri dönüp eve gidebilir ya da yeni yerler keşfetmek için önümdeki o karmaşık yollardan birini deneyebilirdim.
Rüyamın en çok hoşuma giden anı Evrim'in 20'li yaşlarında, uzun saçlı halini gördüğüm andı. O kadar tatlıydı ki o halini fotoğraflaştırabilmeyi ve Evrim'e gösterebilmeyi çok isterdim. Yüzündeki o tatlı, masum ve hafif mahzun ifade o kadar tatlıydı ki gözümün önünden gitmiyor. Bilinçaltım kendini bu rüya ile feci açık ediyor. Yeniden genç olalım, üzerimizdeki fazla sorumluluk azalsın, birileri alsın o yükleri; gençleşelim, yeniden aşık olalım, atışalım, barışalım :) Keşke bu rüyanın devamını görmem mümkün olsa :D
Günlerdir 23 Nisan ile yatıp kalkılıyor bizim evde çünkü bu yıl anne-kız görevliyiz kendi okullarımızın etkinliklerinde. Arya hem okul için hazırlanan ana videoda hem de kendi sınıfının videosunda görevli. Birinde mektup okuyor, birinde şiir. Şiir videosu nispeten kolaydı ama mektup videosu için 6-7 kez video çektik. Neyse ki hallettik hepsini :) Ben de kendi okulumun online kutlama programı koordinatörü ve sunucusuyum.
Programı belirleyip öğretmen arkadaşlarımdan yardım istedim. Kısa, sıkmayan, dinamik bir program olsun istedim. Öğrencilerin kutlama videosu, 23 Nisan resim çalışmaları ve 23 Nisan şarkısının aralarına günün anlam ve önemi konuşması ile bir adet şiir sıkıştıracağız :D Umarım program esnasında her şey yolunda gider*. Defalarca online ders yaptım ama ilk kez böyle bir program yapacağım. Heyecandan sabah 07.30'da kalktım, hazırlandım :D
23 Nisan coşkusu için şuraya bir adet Arya videosu bırakıp kaçıyorum :D
Yaşasın 23 Nisan!
*Gitmedi :( Programın sonlarına doğru sesle ilgili sorun oldu maalesef ve şarkıların sesi gitmedi katılımcılara ama n'apalım alıştık artık teknik hatalara.
"Dünyayı geniş bir açıdan görebildiğinizi düşünüyor musunuz? "Ötekileştirme" kavramı size ne ifade ediyor? Hümanist olmanın tam anlamını biliyor muyuz? "Normal" kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Bu sorularla birlikte bir de video paylaşmış ve video ile ilgili fikirlerimizi de paylaşmamızı istemiş Sessiz Gemi. Videoyu izlemekten büyük keyif aldım. Aşağıda paylaşıyorum. TEDx videolarını ne kadar ilham verici bulduğumdan mutlaka söz etmişimdir blogta. Öğrencilerime de sürekli tavsiye ediyorum Hem İngilizcelerini geliştirmek hem de dünya görüşlerini genişletmek için.
Videonun konusu "öteki" olmak. Ne zaman ve nasıl "öteki" oluyor insan ve bu "öteki" etiketi bireyi nasıl etkiliyor? Ben oldum olası ötekileştirmeyi mantık dışı bulurum. İçine doğduğumuz hiç bir koşulu seçme şansımız yokken nasıl olup da doğduğumuz anda mecbur olduğumuz ırk, din, dil, renk, cinsiyet ya da fiziksel özelliklerimiz sebebi ile ayrımcılığa maruz kalabiliyoruz ki? Hangimiz kendi ırkını, rengini, cinsiyetini, dilini hatta dinini kendi seçti ki? Hepimiz bunların içine doğduk ve bir şekilde hayatta kalmaya çalışıyoruz. Amerika'da doğan birinin Meksika'da doğan birine ya da bir beyazın bir siyahiye ya da Asyalı'ya 2. sınıf insan muamelesi yapmasının ardındaki mantık nedir? Hepimiz "insan" değil miyiz? Detaylara inecek olursak hepimiz birbirimizden farklıyız tabi ki ama bu farkları hayatı güzelleştiren, çeşitlendiren şeyler olarak görüp kucaklamalıyız.
21. yüzyılda hâlâ böyle saçma şeyleri tartışıp mantıklı olanı anlatmaya çalışmak zorunda olmamamızı çok garipsiyorum. Benim gördüğümü bir başkası nasıl göremiyor anlayamıyorum. Bir insanı ten rengi yüzünden ya da doğduğu yer yüzünden "ötekileştirmek" ne kadar trajikomik ve saçma! Mr. Kaplan yazısında "Ötekileştirmeyi bütün toplumlara sinsice kabul ve nüfuz ettiren iki önemli kurumdan biri siyaset, diğeri ise dindir." demiş. Tamamen katılıyorum. Tarihteki tüm savaşlar ve en saçma anlaşmazlıklar hep siyaset ve din yüzünden, daha doğrusu bunların altında yatan güç arzusu yüzünden olmuştur. Parçala-Böl-Yönet metoduyla insanları birbirine düşürüp çıkan kargaşa sayesinde durumdan çıkar sağlamıştır güç peşinde koşanlar.
Maalesef bugün bizim ülkemizde de dünyanın geri kalanı gibi "öteki"leştirme kavramına örnek teşkil eden şeyler yaşanmaktadır. Türk, Kürt, Laz, Hemşin, Ermeni, Yahudi, Müslüman, Hristiyan, Sağcı, Solcu... Herkes diğerini "öteki"leştiriyor. Farlılıklarımız hayatın renkleri olmak yerine aramıza ekilen nifak tohumlarının kaynağı oluyor maalesef. Peki bu "ötekileştime" kimin ekmeğine yağ sürüyor sizce? Hangimiz ne kazanıyoruz bu saçma tutumdan? Bu noktada milliyetçiliğin de bir çeşit ötekileştirme olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Sırf burada doğduğum için "Türklüğüm"e sahip çıkmam gerektiğini söylemek, herkesten bunu beklemek çok saçma. Almanya'da doğsam Alman, İsveç'te doğsam İsveç, Fransa'da doğsam Fransız olacaktım yahu. Neden böylesine basit gerçeklerden saçma çıkarımlara varıyoruz ki?
Siyah, beyaz, çekik gözlü, koyu tenli, Avrupalı, Asyalı, Afrikalı, Hristiyan, Müslüman, Hindu, Yahudi, gay, trans... Ne olursa olsun karşımızdakinin "insan" olduğunu unutmamalıyız. Etiketlerin hepsi sökülüp atılınca geriye ortak payda kalıyor: "İnsanlık". İşte hümanist olmak da burda başlıyor bence. Din, dil, ırk, siyasi görüş... Bizi tanımlayan, kaçıncı sınıf insan olduğumuzu belirleyen kriterler bunlar değil, olmamalı da! Hümanizmin temelinde insanın önce kendini bilmesi esastır. Kendini bilen karşıdakini ön yargıların esiri olmadan tanıyabilir.
Her türlü ötekileştirmeye karşıyım ama eminim ki ben de bir yerlerde, bir noktada birilerini ötekileştirdim, dışladım, itham ettim. Aynı şekilde birileri de mutlaka beni ötekileştirdi bir noktada. Maalesef insan doğası gereği bazı şeylerden ne kadar istesek de kaçamıyoruz. Ama her fırsatı değerlendirip bu konuda bilinçlenmeli ve çevremizi de bilinçlendirmeliyiz.
"Normal" kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz sorusuna gelirsek, hep aynı şeyi soruyorum kendime "Bu normal kime göre, neye göre belirleniyor?", "İnsanlığın da Greenwich meridyeni gibi bir sıfır noktası mı var acaba?" Yani kısacası gerçeklikte "normal" diye bir şey olduğunu düşünmüyorum, sözüm ona "normal" denen şey sadece toplumun dayattığı bazı kısıtlamalara birebir uyan kişi ya da durum bence. Ama hiçbirimiz bir başkasının fikrini, dayatmasını, "normal" bulduğunu yapmak ya da "normal" olmak zorunda değiliz. Herkes "kendi" olma ve kendi fikirlerini savunma hakkına sahip, tabi ki saygı çerçevesini göz önünde bulundurarak.
Yazımı videoda da yer alan ve Voltaire'e ithaf edilen şu alıntı ile bitirmek istiyorum:
"Fikirlerinize katılmıyorum ama onları söyleme hakkınızı ölümüne savunabilirim."
Tezer Özlü ile tanıştığımda bir kez daha anlamıştım yalnız olmadığımı. Benim gibi kendi içinde kendiyle boğuşan başkalarının da olduğunu... Geçenlerde Mr. Kaplan yazınca dönüp yeniden okumaya başladım Özlü'nün yazdıklarını.
Sözü Tezer Özlü'ye bırakıp bir köşeye çekiliyorum şimdi.
"Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelerde otur - artık hiçbir yerdesin."
"Nereye gitmek istiyorum ki? Nereye gidebilirim ki? Sürekli gitmek istemek de, bir yerde, hiçbir yerde olmak istemek değil mi? Olabileceğim bir yer kaldı mı? Hiçbir yerdeyim."
Hayatın boyunca "kendin gibi" olman konusunda telkinler dinlersin, olacağın bir yer ararsın; en kendin olduğun haldeyse değişmen istenir."
"İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleridir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi istediği biçimdedir."
Biriktirmek istemiyorum. Olduğu gibi yazıp bırakmak istiyorum tüm yüklerimi ama işte "en kendin olduğun haldeyse değişmen istenir" sözü bağlıyor elimi kolumu.
"Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bu, bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altında alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazılır ya da kendi kendine kanıtlamak için. Çünkü insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalımı yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olabilmeyi edebiyatla öğrendim."
Ben henüz öğrenemedim, öğrenebileceğimi de sanmıyorum pek.
"Ve bana geceler yetmiyor. Günler yetmiyor. İnsan olmak yetmiyor. Sözcükler, diller yetmiyor."
"İnsan ne denli derin düşünebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. O denli doyumsuzdur. Ve acısı da o denli büyük."
Bir kez düşünmeye başlayınca hiçbir şey yetmiyor insana. Gece de, gündüz de, sevgiler de, hayat da...
İnsanın delice istediği şeyler yanlış, doğru olanlar yetmiyorsa?
Doğru kime göre doğru? Yanlış neye göre yanlış?
O kadar çok soru var, cevaplar o kadar karmaşık ki... Felsefenin derinliklerine inesim de yok hiç. Sadece doğru olduğu varsayılana uymaya çalışıyorum ama her hücrem isyan ediyor. Her hücrem isyan ederken doğru olanı yapmak çok zor. Neden böyle olmak zorunda? Bazı günler daha da zor.
İçimde hiç bitmeyen bir münazara var. İki taraf da sebepleri, sonuçları, artıları, eksileri sıralıyor sürekli. Mantıklı olanı seçiyorum ama mantığım mutluluk getirmiyor. Mantıksızı seçeyim diyorum bu kez de içim el vermiyor. Birinden biri vazgeçsin artık. Tükendim içimdeki bitmek bilmez bu savaştan.
Çok yoruldum. Durmak istiyorum Duramıyorum. Koşmak istiyorum, koşamıyorum.
Belki de gerçekten gönülden sevdiğim ilk şairdir Orhan Veli. Halk dilinde ve gündelik konular üzerine yazdığı şiirleri ile lise edebiyat öğretmenim sayesinde tanıştım. Şiirin sadece yüksek tabaka için olmadığının, aşk,-ölüm-ağıt-kahramanlık gibi konular haricinde de şiir yazılabileceğinin en güzel örneğidir şiirleri. Süleyman Efendi'nin nasırı için de şiir yazılabilir, ciğercinin kedisi ile sokak kedisinin atışması da pekala şiir olabilir.
Orhan Veli ile yolculuğa çıkmak pek keyiflidir. Gözlerimizi kapatıp İstanbul'u dinleriz, Boğaziçi'nde bir garip Orhan Veli oluruz. Yeri gelir ciğercinin kedisi, yeri gelir sokak kedisiyizdir. Bazen handan hamamdan geçeriz, bazen alırız başımızı maviliklere gideriz. Ah bir de rakı şişesinde balık olmak isteriz :))
Tüm bunları Evrim'le anlattım az önce ama hiç etkilenmedi çünkü inatla şiir sevmediğini iddia ediyor. İddia ediyor diyorum çünkü öyle bir şey mümkün değil. Yeryüzünde şiir sevmeyen birinin varlığını kabul edemem. Olsa olsa henüz sevdiği şairi bulamamış, içine işleyen, onu ona anlatan bir şiirle karşılaşmamış biridir şiir sevmediğini söyleyen biri. Eminim orda bir yerlerde sizi bekliyor şiirsever olduğunuzu size öğretecek olan şair ve şiirleri :)
Kitabe-i Seng-i Mezar
I
Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah'ın adını,
Günahkâr da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.
II
Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duysalar öldüğünü alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince...
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.
III
Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir rüzgar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısıyla:
"Ölüm Allah'ın emri,
"Ayrılık olmasaydı."
*Bu şiiri seçmemin sebebini merak ederseniz belki. Bu şiir, eğer Orhan Veli yazmasa belki de asla farkına varmayacağımız, her gün yanından geçip gittiğimiz bir sürü Süleyman Efendi'yi görünür kılar gözümüze kısa süreliğine de olsa :) Ne zaman okusam kendi dertlerimden sıyrılır bir anlığına Süleyman Efendi'nin arkasından hüzünlenirken bulurum kendini ama bir yandan da gülümsetir beni Süleyman Efendi'nin nasırının bir şiire konu olması :D
Gelin şimdi gözlerimizi kapatıp birlikte dinleyelim bir kez daha Orhan Veli'nin İstanbul'unu :)
Ramazan deyince aklıma ilk gelen şey yıllar önce İstanbul'da bir camide gördüğüm "Ey oruç, tut bizi!" mahyası. İşin özü bu cümlede saklı bence. Olay aç kalmak, oruç tutmak değil; kendimizi tutmak. Hırslarımızdan arınmak; elimize, dilimize, nefsimize hakim olmak. Hayatımızdan fazlalıkları atıp asıl önemli olanlara daha çok yer açmak. Oruç tutmak için kendimizi sıkmak değil, orucun bizi tutması için teslim olmak.
Küçükken 30 ramazan oruç tutardım. Hatta bir ramazan başladığım 5 vakit namaza tüm yıl devam etmiştim. O yıl içimde hissettiğim maneviyatı bir daha asla hissedebileceğimi sanmıyorum. 10-12 yıldır oruç tutmuyorum. Mümkün oldukça kendimi tutmaya çalışıyorum. Ne kadar başarılı olduğum tartışılır tabi. Son 2-3 yıla kadar iyiydim de 33 sonrası sallantıda biraz. Oruç tutmadığım gibi artık din de tanımıyorum. Deistim diyebiliriz.
Beni geçip asıl mevzuya gelirsek, tutulan oruçların boşa gitmediği, zihinlerin ve nefslerin terbiye edildiği, tutanla tutmayanın kutuplaştırılmadığı, kul hakkının yenilmeyip aksine asıl sahibine teslim edildiği, sözde değil özde ibadet edilen bir ramazan olur umarım. Tüm kalpten inananlara hayırlı ve huzurlu bir ramazan ayı dilerim.
"Hiç öyle şey olur mu?" dediğinizi duyar gibiyim. Bence de olmaz, yani bir şey olsa bile adı bugur pilavı olmaz ama işte Corona yüzünden neler olmuyor ki :D
Yemek yapmak için mutfağa geldiğimde evde tek bir soğan kaldığını gördüm ve saat 5'ti. Tek soğanı buzluktaki son taze fasulyeler için kullandım. Ama canım günlerdir şöyle bol sebzeli bulgur pilavı da istiyordu. Şansımızı deneyelim diyerek bakkala gitti Evrim ve bir torba soğanla geldi. Tam kapatırken yakalamış bakkalı. Soğanı doğrayıp kavurdum ve bulguru çıkarmak için dolabı açtım. Tahmin edin n'oldu. Evet, evde bulgur da yokmuş. Ne yapsam diye düşünürken aklıma geçenlerde dolabın derinliklerinde bulduğum bir kavanoz kinoa geldi. Ben de bulgur pilavı niyetine bol sebzeli kinoa pilavı yaptım. Tadı da gayet güzel olmuş :)
Yasaklar depresyona sebep olabileceği gibi bazen de yaratıcı çözümler bulmaya sevk ediyor insanı :D Bakalım bitene dek daha neler göreceğiz.
Ağaç Ev Sohbetleri'nin bu haftaki sorusu Kağıttan Dünyam'dan gelmiş:
"Bir kitabın veya filmin içine dilediğiniz zaman girebildiğinizi düşünün. Kurguya yeni bir karakter olarak ekleneceksiniz. Hangi kurguya neden girmek ister ve girdiğiniz kurguda neler yapardınız?"
İçine girmek, unutulmaz bir parçası olmak istediğim o kadar çok kitap var ki... Özellikle de bilim kurgu, fantastik dünyalar ya da ütopyaların içine dalmak ve farklı dünyaları deneyimlemek isterdim. Aklıma ilk gelen kitaplar:
Yeni Cesur Dünya - A. Huxley
Vakıf Serisi - Asimov
Robot Serisi - Asimov
Orman Muhafızı Serisi - John Flanagan
Drizzt Efsanesi Serisi - R. A. Salvatore
Asimov'un herhangi bir kitabına girip galaksiler arası maceralara atılmak... Ah hayali bile çoooooook güzel! Peki ya tam şu anda okuduğumuz kitabın içine dalmak zorunda olsaydık? Şu an yıllardır duyup da bir türlü okumaya kalkışmadığım bir kitabı okuyorum: "Oblomov". Ah içine girip Oblomov'u bir güzel silkeleyip kendine getirmeyi, Zahar kovmayı, eve dadanan yancıları bir güzel derdest edip kapıya koymayı, Oblomov'un çifliğine gidip her şeyi rayına oturtmayı o kadar çok isterdim ki anlatamam. Her sayfada "Hadi be adam kalk, bir silkelen, kendine gel!" demekten içim şişti.
Kitap değil de film seçecek olsam tercihlerim yine bilim kurgu ve fantastikten yana :)
Geleceğe Dönüş - Marty ile sevgili olup geçmiş senin, gelecek benim gezerdim :)
Matrix'e girip bugüne dek öğrenmek istediğim her şeyi doğrudan zihnime yükletmek ne kadar harika olurdu. Bir fırsatını bulup Neo gibi Ajan Smith'i benzetmek de hiç fena olmazdı.
Superman'e gidip "Hadi ama Clark o gözlüklerle ve saçınla yaptığın sözüm ona kılık değiştirme ile bunca yıl gerçek kimliğini saklayabilmen cidden komik değil mi sence de?" demek isterdim :))))
Aquaman filmine girip ne yapmak istediğimi anlatmama gerek var mı bilemiyorum :))))
Yeşil Yol filmine girip John Coffey'in suçsuzluğunu kanıtlamayı çok isterdim.
"İlk 50 Öpücük" filmine yeni bir karakter olarak değil, bizzat baş kadın karakter olarak girmeyi ve her gün yeniden aşık olmam için elinden gelen her şeyi yapan biriyle olmayı delice isterdim.
Film değil de dizi seçebilsem... Offf bu yazı bitmez :))
Relic Hunter'da muhteşem arkeoloji profesörü Sydney Fox,
Alias'ta en az Sydney Bristow kadar dişli bir ajan,
The Bold Type'ın meşhur dergisinde bir yazar,
Younger'da Liza Miller olmayı çok isterdim.
Görüldüğü üzre rutin ve sıkıcı hayattan kaçmak için her şeyi yapmaya hazırım :D Bu eğlenceli konu için Kağıttan Dünyam'a teşekkürler :) Hayal kurarken bol bol gülümsedim, iyi geldi :)
O kadar çok çelme takıyoruz ki kendimize... Kafamızda bir "Ben yapamam" klişesi... Daha denemeden bir sürü şeyi yapamıyoruz yapmıyoruz. Oysa her zaman "yapmak" değil asıl olay, sadece "denemek" bile yeterli olur bazen.
Geçen hafta bahsettiğim, okulda açacağım İngilizce kursu için 2 farklı sınıf oluşturup gün belirlemeli ve uygun materyal seçmeliyim. Kafamda bir sürü fikir var ama arkada hep o uyuz ses: "İşe yaramayacak. Yapamayacaksın. Bilmeyen kursa gelmeyecek, gelen 3 gün sonra bırakacak." diyor mütemadiyen. O sesi susturup "Ben neler yapabilirim?" sorusuna odaklanmak istiyorum sadece. Sonuçtan değil, gidişattan puan alırım belki bu kez. Kafamdaki yapamazsın diyen sese inat yapmak istiyorum. İstediğimi elde etmek, edemesem bile elimden geleni yaptım diyebilmek istiyorum.
Kendi kendime takmaya çalıştığım ilk çelme değil bu kurs mevzusu. Daha önce de defalarca kez çelme taktım kendime. Üniversitede akademisyen olarak kalmak olan hayalimden daha ilk yıllarda vazgeçtim o aptal ses yüzünden. Sürekli yalakalık yapmadan, torpil olmadan, ya da derece yapmadan olmaz dedi o ses. 4 üzerinden 3,16 ortalama ile mezun olduğum halde şansımı bile denemedim. ALES sınavının zor olduğunu düşünüp girsem de çok yüksek puan alamam, hadi iyi puan aldım, yüksek lisansa başvursam da mülakatı var, ıvırı zıvırı var diye hep uzak durdum. Taa ki bu yıla kadar. Bu yıl ALES'e girdim ama kafamın içindeki o gerizekalı ses hâlâ "Başvursan da puanın düşük, üstelik bu işler torpilsiz olmuyor. Başkası varken seni mi alacaklar?" diyor tüm uyuzluğu ile. Kulağımı tıkıyorum diyeceğim ama ne mümkün! Beynimi kemiriyor alttan alttan vıdı vıdı vıdı... Ama boş veriyorum. Ben üstüme düşeni yapayım, şansımı deneyeyim de olmazsa "Denedim, olmadı." der yola devam ederim.
Bu kendi kendime çelme takma mevzusu o kadar derin ve geniş ki... Sayfalarca yazabilirim sanırım. Kökenine inersek özgüven sorunu olabilir gibi duruyor ilk bakışta ama tam öyle değil. Daha çok bir hayata güvenmeme sorunu. Çünkü ne zaman işler yolunda gitse hayat anında basıyor tekmeyi tokadı. Çelme taksa yine iyiydi dedirtiyor çoğu zaman. Tabi bu da hayattan ne beklediğimizle ilgili biraz. "Kötüyü düşünme, dillendirme, çağırma" diye boşuna denilmiyor tabi ki. "Hah şimdi kesin kötü bir şey olur." diye düşündükçe o kötüler de gelip bizi buluyor. Biz en baştan "İyisi beni bulmaz, kötüsü peşimi bırakmaz" diye yaklaşırsak her duruma olacağı belli tabi ki.
Bu yıl kendime koyduğum hedeflerden birisi kendime çelme atmamak, oltaya gelmemek, içimdeki o uyuz sese uyup yapacaklarımı denemeden bir köşeye atmamak. Şu satırları yazarken bile o gıcık ses: Çocukların ders programı o kadar karışık ki hepsi için uygun olan saati bulamayacaksın." diyerek taş koymaya çalışıyor yoluma. Bulacağım diyorum, bu kez de bel altı vuruyor: "Sanki daha önce denediklerin çok işe yaradı da bu kez yarayacak. Boşver işte kızım, öğrenmek isteyen her türlü öğrenir. Sen zorla öğretemezsin!" diyor. Hrrrrrrrr... Şu düşüncelerin zihnimden gelip geçmesi bile sinir ediyor beni. O sesi ve tüm saçmalıklarını geri püskürtmek, kendimi motive etmek; geriye değil, ileriye bir adım atmak istiyorum kendim için.
Umarım önümüzdeki hafta buraya olumlu şeyler yazabilirim.