Bazı şeyler sigara gibi, insan "İstesem bırakırım" diyor ama istemediğinden mi yoksa beceremediğinden mi bilinmez, bırak(a)mıyor. Zararlı olduğunu bile bile iyi(?!) hissetmek için kendini zehirleyip duruyor mütemadiyen.
Sigaranın zararı içenle sınırlı değil tabii, yakındakiler de zehre maruz kalıyor. İnsan kendi için olmasa sevdikleri için bırakmalı sigara gibi zehirli şeyleri.
Bugün şarkı Mirkelam'dan gelsin, "Hatıralar" ile biraz nostalji yaşayalım :)
"Her şeyin olabileceği ya da hiçbir şeyin olmayacağı, bütün ihtimallere gebe, cüretkâr, vaatkâr anlardan biriydi."
Bu cümle sevgili Handan'ın okuduğu bir kitaptan alıntı. Yazar belirli bir andan bahsetmiş ama bence her an için geçerli bu tanımlama.
Tam şu anda oturduğum salıncaktan kalkabilir ve tüm hayatımızı değiştirebilirim mesela. Tam şu anda dünyanın herhangi bir yerinde ölümsüzlüğü keşfedebilir bir bilim insanı. Tam şu anda yepyeni hayatlar başlıyor bir yerlerde mutlaka. Tam şu anda "Hayat kısa, hayallerimizi ertelemek ahmaklık" diyerek işinden istifa ediyor olabilir biri. Tam şu anda kalbinin kafesini açmış, ruhunu özgür kılıyordur belki de biri. Tam şu anda birilerinin dünyasını başına yıkılırken birilerinin başına talih kuşu konuyordur.
Bence nefes aldığımız her an sonsuz olasılığa gebe. Ama biz özel bir anın hep çok başka olacağını, o özel an gelse hissedeceğimizi sanıyoruz. Oysa her an özel aslında. Her an her şey olabilir. Tam şu anda hayatımızın kontrolünü ele alabilir ya da tam şu anda tüm kontrolü yitirebiliriz.
Evrim katılmıyor bu düşünceme. Şu anın sonsuz olasılığa gebe olmadığını, olabileceklerin sınırlı olduğunu iddia ediyor. Oysa tam şu anda söyleyeceğim bir cümle ile ömrünce aklına gelmeyen olasılıklar ile karşı karşıya kalabilir. Ama insan inkar etmeye meyilli.
İşte şu an da "Her şeyin olabileceği ama hiçbir şeyin olmadığı an"lardan birisi sadece. Şu 'an'ı doldurmak bizim elimizde. Bu yüzden oturduğum yerden kalkıp kahvemi de alıp sahile gidiyorum dışarıdaki muhteşem sonbahar güneşinin tadını çıkarmaya :)
Dipnot: İnişli çıkış hayat tahteravallisinde yukarıda olduğum günler o kadar az ki... Havalanıyorken tadını çıkarmak için her şeyi yapmaya hazırım :) İnişe geçmeden ne alsam kâr kalacak yanıma :)
Bugün Handan bana büyük bir iyilik yaptı hiç bilmeden. "Akşama ne yesek?" derdinden şıp diye ve çoook lezzetli bir çözümle kurtardı beni :))
Bugün okulda nöbetçiydim. Bahçe nöbetçisi. Hava çok soğuktu ama güneş vardı. Dışım dondu ama kalbim sonbahar güneşi ve Handan'ın yazısıyla ısınıp sıcacık oldu 🧡
Handan sarımsaklı ekmekten bahsetmiş blogunda. Okuyunca tabii ki canım çekti ve tüm gün sarımsaklı ekmekler uçuştu zihnimde. Çok da iyi oldu, gereksiz şeylere yer kalmadı :D
Akşam yemeği için sarımsaklı ekmek ve domates çorbası yapmaya karar verince alışverişe gittim ve hazır gitmişken sıcak şarap için gerekli malzemeleri de aldım :D
Alışveriş dönüşü önce şu manzaranın tadını çıkardım.
Sonra sarımsaklı ekmek ve domates çorbasının 😋
Şimdi de sırada sıcak şarap var 🤩
Blogger ve telefonum izin verirse şuraya bırakacağım onun da fotosunu 😁😁😁
Momentos'un paylaştığı şarkıyı dinliyorum 2 gündür 🤗
Merak ettim, Türkçe halini de dinleyeyim dedim. Önce Ajda Pekkan'dan dinledim sonra Renan Bilek'ten. Aşağıya her iki versiyonu da bırakıyorum.
Ajda Pekkan - Ne Tadı Var Bu Dünyanın
Renan Bilek - Ne Tadı Var Bu Dünyanın
Şarkının Türkçe sözleri hoş. Sonlara doğru bir yerde "Vazgeçtim ben bu sevgiden / Sen düştün kalbimden*" diyor şarkı. Dinlerken aklıma geçenlerde izlediğim bir TEDx konuşması geldi. Konuşmacı "aşk"ın kalpteki değil de beyindeki etkilerinden bahsediyor:
"But romantic love is much more than a cocaine high -- at least you come down from cocaine. Romantic love is an obsession, it possesses you. You lose your sense of self. You can't stop thinking about another human being. Somebody is camping in your head. As an eighth-century Japanese poet said, "My longing has no time when it ceases." And the obsession can get worse when you've been rejected."
Çevirisine bakarsak:
"Ama aşk (romantic love), kokain kafasından daha fazlasıdır - en azından kokain kafasından çıkarsınız (gerçekliğe geri dönersiniz demek istiyor :) Aşk, bir saplantıdır, sizi esir alır. Benlik algınızı kaybedersiniz. Başka bir insanı düşünmekten kendinizi alamazsınız. Biri kafanızda kamp yapar. Bir 8.yy. Japon şairinin dediği gibi "Arzumun/hasretimin dindiği bir an bile yoktur". Ve bu saplantı, reddedildiğinizde daha da kötüleşebilir."
...
"And indeed, it has all of the characteristics of addiction. You focus on the person, you obsessively think about them, you crave them, you distort reality, your willingness to take enormous risks to win this person. And it's got the three main characteristics of addiction: tolerance, you need to see them more, and more, and more; withdrawals; and last: relapse. I've got a girlfriend who's just getting over a terrible love affair. It's been about eight months, she's beginning to feel better. And she was driving along in her car the other day, and suddenly she heard a song on the car radio that reminded her of this man. Not only did the instant craving come back, but she had to pull over from the side of the road and cry. So, one thing I would like the medical community, and the legal community, and even the college community, that indeed, romantic love is one of the most addictive substances on Earth. "
"Ve aslında, aşk, bir bağımlılığın tüm karakteristik özelliklerini taşır. O kişiye odaklanırsınız, saplantılı bir şekilde onu düşünür, onu çok arzular, gerçeği çarpıtır, o kişiyi kazanmak için büyük riskler almaya hazırsınızdır. Ve bağımlılığın 3 temel ayırt edici niteliğine de sahiptir: tolerans, giderek daha çok görmeye ihtiyaç duyarsınız; gerileme ve son olarak, nüksetme. Berbat bir aşk ilişkisini yeni yeni atlatan bir kız arkadaşım var. Neredeyse 8 ay oluyor ama yeni yeni iyi hissetmeye başlıyor. Önceki gün tek başına arabasını kullanırken, radyoda ona, o adamı hatırlatan bir şarkı duymuş. Karşı konulmaz bir arzulama hissi gelmekle kalmamış, kız arabayı kenara çekmek zorunda kalmış ve ağlamış. Yani, tıp camiasına, hukuk camiasına ve hatta akademik camiaya söylemek istediğim tek şey, "Aşk"ın gerçekten yeryüzündeki en bağımlılık yapıcı maddelerden biri olduğudur."
Konuşmanın yapılan bilimsel çalışmalara dayandığını belirtmekte fayda var. Yani ellerinde somut kanıtlar var. Mr. Kaplan'ın da dediği gibi aşk bir çeşit hastalık, saplantı hatta kokain bağımlılığı gibi bir çeşit bağımlılık.
Şarkının sözlerinden yola çıkıp yine Aşk'a vardı yolum :)
Sizce aşk nerede başlar, nerede biter? Kalpten mi düşer aşıklar, beyinden mi? Beyninizde kamp yapan bir yabancı olsaydı nasıl kovalardınız? Ya da kovalamayıp bırakır mıydınız kendi haline?
Update: Evrim'in beynimde kamp yaptığı ilk zamanları hatırlıyorum. Gecem o, gündüzüm o :) Tam da videoda anlatıldığı gibi giderek daha çok görmek istiyor, ondan şüpheye düşünce geri çekiliyor ama çok geçmeden yine nüksediyordu ona olan saplantı seviyesindeki bağımlılığım. Reddedildikçe değil de görüşemedikçe daha da kötüleşiyordu halim. Sevgisinden emin olana dek böyle devam etti sanırım. Birlikte geçen 15 yılın ardından Evrim'in beynimdeki yeri ayrı, kalbimdeki yeri apayrı :) İstediğini seçip kamp kurabilir her daim :))))
Bugün Face sağolsun 12 yıl önce yazdıklarımı hatırlattı. Çocukluk hayalimi anlatmışım:
"Çarşamba günleri resmi tatil ilan edilsin herkes şimdi olduğundan 2 kat fazla çalışıp üretken olmazsa adım Rüya değil! Düşünsene 2 gün çalışıyosun 1 gün yatıyosun sonra yine 2 gün çalışıyosun. Böyle işe canım feda yani canla başla çalışırım ben."
12 yıl sonra gerçek oldu hayalim ve bu yıl Çarşamba günlerim boş, dersim yok :) Ben de sözümde duruyor ve canla başla çalışıyorum bu yıl :) Her ünite için çocuklara oyunlar ve ünite özetleri hazırlıyorum keyifle. Hafta ne ara başlayıp ne ara bitiyor fark etmiyorum bile :) Okula neşeyle gidiyorum ve tükenmişlik hissi başlamadan ara verip kendimi toplama fırsatım oluyor :) Yüzüm genelde gülüyor (bkz. Foto 1:)))
Oldum olası dil ile ilgili her şeyi çok severim. Öğrencilik yıllarımda Türkçe ve edebiyat derslerine bayılırdım. Bu sevgim öğrendiğim her yeni dille daha da arttı. Diller, kuralları, sanatları, değişik kullanımları beni adeta mest ediyor. Türkçede kullanılan edebi sanatları ne kadar seviyorsam İngilizcedekileri de o kadar seviyorum diyebilirim. Sevgili Momentos blogunda tevriye sanatından bahsedince benim de aklıma İngilizcedeki "pun"lar geldi hemen. Pun yaparken ya birden fazla anlamı olan kelimeler kullanılıyor ya da yazılışı farklı ama telaffuzu birbirine çok yakın kelimeler kasıtlı olarak bir diğerinin yerine kullanılıyor. Biraz Türkçe'deki soğuk esprilere benziyor :))) Türkçe örnek vermem gerekirse mantığı aşağı yukarı şu tip esprilere yakın:
- En inatçı peynir hangisidir?
- Keçi peyniri
- Bir problem, bir probleme ne demiş?
- Benim problemim daha zor demiş.
Aşağıya sevdiğim birkaç İngilizce pun örneği yazayım :) Baştan uyarayım İngilizce ile içli dışlı olmayanlar için anlamsız gelebilir, olanlar için bile bazıları epey cheesy pun (dandik espri).
Umarım linç edilmem :)))))
I still miss my ex but I'm getting better and better at aiming.
(miss: özlemek / ıskalamak - aiming: nişan almak)
What’s the difference between a hippo and a zippo? One is really heavy and the other is a little lighter!
Why is six scared of seven? Because seven eight nine!
(6 neden 7'den korkar. Çünkü yedi dokuzu yemiş. Türkçe'de nasıl 7 = "yedi" kelime olarak "bir şeyi yedi" ile benziyorsa İngilizcede de 8 = eight --> ate ses benzerliği var :)
What did the sushi say to the bee? Wasabee!
The past, the present, and the future walk into a bar. It was tense!
One lung said to another, “we be-lung together!” (belong together: birbirimize aitiz - lung: ciğer)
What did the father buffalo say to his son when he left for college? - Bison. (Bison--->Bye son)
I want to be cremated as it is my last hope for a smoking hot body.
Ladies, if he can’t appreciate your fruit jokes, you need to let that man-go.
Arya bu sabah kahvaltı yaparken elini kalbine koyup dinlemeye başladı ve aramızda şöyle bir diyalog geçti:
- N'oldu annecim?
- Kalbimi dinliyorum anne. Bana doğruyu söylüyor.
- Nasıl oluyor o, Aryacım :)
- Şimdi içimden bir şey geçiriyorum. Doğruysa kalbim normal atmaya devam ediyor. Eğer yalan ya da yanlışsa kalbim hızlı hızlı atıyor.
- Evet kalbimiz bize her zaman doğruyu söyler Arya'm. Neler söylüyor sana bakalım bugün?
- Nasıl bir çocuk olduğumu düşündüm. Annemi hiç üzmüyorum deyince kalbim hızlı hızlı atıyor, tamam birazcık üzüyorum deyince normal atıyor.
- Hımm :))
- Ama daha az yaramaz olmayı öğreniyorum annecim. Bak böyle derken normal atıyor kalbim, demek ki doğru :)
- Evet, Arya'm. Doğru. Çok şanslısın sen. Herkes duyamaz kalbinin sesini. Daha doğrusu duysa da dinlemeyi bilmez.
- Neden dinlemez anne?
- Eğer herkes dinlese kimse yanlış yapamaz. Herkes durup dinlese hırsızlar, katiller, kötü insanlar olmaz. Ama bazen insanın işine gelmez kalbini dinlemek. Bile bile duymazdan gelip yanlış şeyler yapar insan. Sen hep kalbini dinle olur mu?
- Tamam anne. Zaten yanlış yapınca çok hızlı atıyor, güzel bi'şey değil.
Sohbetin devamında doğru ve yanlış cümleler ile denemeler yapmaya devam ettik. Doğruyu söyleyince normal seyrine devam etti, yanlış şeyler söyleyince gün güm atmaya, içimiz sıkışmaya başladı.
Az önce bir arkadaşım bize gelip saçlarımı kesti ve ben şu an inanılmaz mutluyum. Arkadaşım kuaför değil, sadece benim gibi kıvırcık saçlı ve kuaförlerden çekmiş biri. Kendi saçını keserek başladığı macerasına sırasıyla kardeşinin ve eniştesinin saçlarını keserek devam edince dedim benim saçı da keser misin? Neden olmasın diyerek bugün gelip kesiverdi saçlarımı :)
Kıvırcık saç gerçekten kesilmesi zor bir saç. Çünkü ıslak ve düz hali ile kuru ve kıvırcık hali çok başka. Nedense kuaförlerin büyük çoğunluğu bu gerçeği göz ardı ediyor. Kıvırcık saçı kesmenin en mantıklı yolu kuru kesim. Böyle yazınca kuru yolum tavuk gibi oldu ama böyle gerçekten :))) Çünkü kıvırcık saçın yapısı çok farklı. Kuruduğunda ne kadar kısalacağını kestirmek zor. Ayrıca ensedeki saç başka kıvrılıyor, tepedeki saç başka, önler, yanlar bambaşka :))) Islatıp kesilen saç kuruduğunda top gibi tepede toplanıyor. Oysa kuruyken kesince istenilen görünüme ulaşmak çok daha kolay. Kuaförde kesilip fönlenen saç eve gelip duş alana kadar mükemmel görünebilir. Ama bir kez suya deyince işler epey değişiyor. Kuru kesilen saç da tam tersi bir risk içeriyor tabi ki. Kuruyken yapılan kesim fön çekilince uzunlu kısalı, düzensiz gözükebilir. Bu benim göze aldığım bir risk çünkü ben neredeyse hiç fön çektirmiyorum.
Arkadaşım saçımı kesmeden önce ne kadar kısalmasını istediğimi sordu. Toplamak istediğimi söyleyince o zaman enseden hiç kısaltmayacağını, yukarıları kısaltıp bırakacağını söyledi ki bu tam da benim istediğim şeydi. Kuaföre gidip de hiç kesilmeden bırakılan bir tel bile saçınız kalmaz. Eğer siz de kıvırcık saçlıysanız bir dahaki gidişinizde kuaförünüzün biraz yeniliğe açık olmasını umarak saçlarınızı kuru ve sizin her zaman kullandığınız haliyle kesmesini isteyebilirsiniz.
Dün gece eşimle "Tanrı kim, nerede? Merhametli mi, tam aksine sadist mi? Bizi izliyor mu yoksa umurunda bile değil miyiz?" gibi sorular üzerine çeşitli varsayımlarımızı konuştuk. Çok keyifli bir sohbetti. İkimiz de çok uzun zamandır Deistiz, yani bir yaratıcının varlığını kabul ediyoruz ama dinlere inanmıyoruz.
Tanrı ile ilgili ikimizin farklı tezleri var. Bir tezime göre Tanrı, evrenin ta kendisi. Yani bilinen tüm evren, bütünüyle Tanrı. Biz de Tanrı'nın bir parçasıyız, onun içinde yaşıyoruz. Belki hiç yaratılmadık, sadece onunla birlikte var olduk. Bu yüzden "Neden yaratıldık?" sorusunun net bir cevabı yok.
Akla gelen diğer sorulara bakarsak:
- Peki Tanrı bizi izliyor mu?
- Bence özel olarak durup da izlemiyor ama onun bir parçası olduğumuz, içinde yaşadığımız için bizi hissediyor.
- Yaptıklarımıza neden müdahale etmiyor peki?
- Belki sadece izlemekle yetiniyor ya da istese de müdahale edemiyor, yani öyle bir yetisi yok belki de. Biliyorum şimdi herkes itiraz edecek:
- Allah/Tanrı her şeye muktedirdir, ol demesi yeter, her şey oluverir. Ne demek öyle bir yetisi yok?
- İyi de ne malum öyle olduğu?
- E kutsal kitapta yazıyor?
- Pardon, hangi kitap? Ben dinleri en baştan reddettiğim için, Tanrı kavramını o kitaplardaki gibi kabul etmek zorunda değilim. Belki tanrı sadece boşlukta varolan ve içinde yaşam olan bir varlık. Kendi iradesi ile değil de varoluşundan kaynaklanan bir yaşam kaynağı belki de Tanrı.
Tanrı'nın safi iyi ya da kötü, merhametli ya da acımasız olduğunu düşünmüyorum. Her şeye muktedir olduğunu ise hiç düşünmüyorum. Dinlere inanmayınca, dinlerin tanrı için çizdiği çerçeveye uygun düşünme zorunluluğu da ortadan kalkıyor.
Ya da belki yaratmayı çok seven bir sanatçı Tanrı. Bildiğimiz evren de onun yarattığı bir sürü yaşam alanından sadece biri. Belki bizim algımızın çok ötesinde başka evrenler, bambaşka yaşamlar var. Belki de bizim bildiğimiz evren gibi daha nice evrenler var. Bir antika dükkanının rafında sıralanmış kar küreleri gibi belki de o evrenler.
Yukarıda dediğim gibi dinlere inanmayınca klasik manada Tanrı inancına bağlı kalmak zorunda da değiliz. Yani Tanrı illaki mükemmel bir varlık olmak zorunda değil. İyi de olabilir, kötü de; merhametli de olabilir acımasız da... Ya da tüm bunların bir bileşimi de olabilir.
Dinlerin gerçek olmadığına eminim ama tanrının varlığı ve varlığını ortaya koyma biçimi üzerine henüz net olmayan çeşitli fikirlerim var :) Ancak eşimle ikimizin fikir birliğine vardığımız en temel şey, tanrının yukarıda bir yerlerde oturup insanları izleyip "Bu namazını kılmadı, öbür dünyada ateş üstünde kılacak. Bu Müslüman olmadı, ne yapsa cennete giremez. Şu da içki içiyor, onu da eledim. Bu çok günah işledi, cehennem ateşinde yansın da aklı başına gelsin. " gibi bir mantığa sahip olamayacağı. Eğer öyleyse de hesap günü geldiğinde "Tüh! Keşke zamanında kutsal kitaplarda yazanlara inansaydık. Sorgulamayıp körü körüne uygulasaydık" diyeceğimizi sanmıyoruz.
Mevzu derin ve çooooook geniş. Üzerine düşünmek, konuşmak keyifli. Gelecek yorumları düşünmek, beklemek heyecanlı :D
Bu hafta tam 5 farklı yazı yazıp yayınlamadım. Bu 6. yazım. Suya sabuna dokunmadan öylesine yazacağım.
Dün uzunca bir zamandan sonra perdeleri yıkayıp camları sildim. Sonra perdeleri ütüleyip - normalde hiç ütülemem - astım. Hazır camlar temizken blogda bu manzarayı paylaşmadan olmaz diyip fotoğraf çektim :D
Dünün listesi şöyleydi:
To do list
Perdeleri yıka ✔️
Camları sil ✔️
Sütü kaynat ✔️
Balkonu yıka ✔️
Banyoyu temizle ✔️
Arya - Karate Kursu ✔️
Arhavi pazarı ✔️
Perdeleri ütüle & as ✔️
Barbunya ayıkla & "buzluğa at ✔️
Pizza & game night with friends ✔️
Yürüyüş ✔️
Sütü mayala ✔️
Sondan 3. maddeyi zevkle gerçekleştirdik, üstüne de Evrim'le sahilde uzun bir yürüyüş yaptık :) Eve dönünce de sütü mayalayıp uyudum.
Bugünün listesi ise şöyle:
Arya - Karate Kursu ✔️
Sahilde kitap keyfi ✔️
Çamaşır ✔️
Ütü ✔️
Anne - kız kitap okuma saati ✔️
Dipnot: İçimden delice yazmak geliyor aklımdan geçenleri ama içimdeki şeytana uymayacağım. Çünkü gerek yok, çünkü manasız.
Hani derler ya "Dünya yansa umurunda olmaz", işte öyle bir adamdan bahsedeceğim şimdi size. O adam bizim evde yaşıyor. Evet, doğru bildiniz, kendisi benim eşim. Eşim mutlu olmak konusunda o kadar başarılı ki 15 yıldır bana rağmen benimle mutlu kendisi.
Bu sabah eşime sarıldım ve ağlayarak "Mutlu değilim. Mutlu olamıyorum." dedim. "Biliyorum" dedi eşim ve aşağı yukarı şöyle devam etti aramızdaki diyalog:
- Bensiz mutlu olacağına inansam, şu an çıkıp gideceğim hayatından ama biliyorum ki senin derdin benimle de değil aslında. Senin en büyük derdin sensin Rüya'm. Senin derdin maymun iştahlılık. Evlenmek istedin, evlenince mutlu olacağını düşündün. Oldun da ama uzun sürmedi. Çocuk istedin, oldu. Ama o da yetmedi. Kariyer istedin, oldu. Başka şehre taşınmak istedin, taşındık. Araba istedin, aldık. Arya büyüsün, rahatlayalım dedin. O da oldu. Dağ tepe gezeyim dedin, kışın bile yüzeyim dedin.. Bunları da yapabiliyorsun. Koşuyorsun, bisiklete biniyorsun, yazıyorsun, okuyorsun... Ama sana yetmiyor. Elde ettiğin her şey bir süre sonra değersizleşiyor. Belki de şu an sanıyorsun ki biz ayrılsak sen mutlu olacaksın. Canın ne isterse yapacaksın. Peki ya o sonra?
- Bilmiyorum. Ne istediğimi, ne olursa mutlu olacağımı bilmiyorum. Evet haklısın hayat bana yetmiyor. Sürekli daha fazla istiyorum. Mutlu olamıyorum. Seni de mutsuz ediyorum diye daha da çok mutsuz oluyorum. Bir yanım "Bırak adamı, yeni bir hayat kursun kendine, sevsin sevilsin, huzur bulsun." diyor; diğer yanım "Sakın yapma, yalnız kalınca kafana dank edecek, çok pişman olacaksın." diyor Evrim. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum gerçekten.
- Ya sen niye benim mutsuz olduğumu ya da nasıl mutlu olacağımı düşünüyorsun. Benim aklım yok mu? Ben düşünemez miyim kendi mutluluğumu? Sen sanıyor musun ki ben bunların farkında değilim? Ben daha ilk günden biliyordum seninle kolay bir hayatımız olmayacağını. Senin diğerlerinden farklı olduğunu, mutsuz olduğunu, mutlu olamadığını... İlişkimizde her zaman gelgitler olacağını... En başından beri biliyorum tüm bunları ve evet bunları bile bile, sana rağmen seninle mutluyum ben Rüya'm. Ama sen bunu göremiyorsun. Benim tek mutsuzluğum bunca şeye rağmen seni mutlu edememek, elimden geleni yapsam da senin mutlu olmaya karşı gösterdiğin direnci kıramamak. Bunun dışında ben seninle geçen her anımdan mutluyum.
- Bana rağmen nasıl mutlusun benimle anlayamıyorum.
- Anlayamazsın. Ben her zaman her durumun içinde beni mutlu edecek bir şey bulup sadece ona odaklanıyorum. Gerisini görmezden geliyorum. Ama sen tam tersini yapıyorsun. Hep elinde olmayana odaklanıyorsun. Hep yapamadıklarına bakıyorsun. Oysa benim için ve Arya için yaptıkların o kadar önemli ki. Varlığın bile yeterli mutlu olmamız için. Keşke aynısı senin için de geçerli olsa.
- Böyle olmak istemiyorum ama inan elimde değil.
- Biliyorum.
Bir süre daha eşime sarılıp ağlamaya devam ettim. Eşim "Şimdi nasıl hissediyorsun?" diye sorduğunda durup düşündüm ve çok daha iyi hissettiğimi fark ettim. Evrim'le uzun zamandır konuşmamış, dertleşmemiştik. O kadar tükenmiştim ki anlatacak gücüm bile yoktu ama bu sabah gözyaşlarımla birlikte döküldü her şey dilimden. Mutsuzluğumun sebeplerini tek tek bulup söyledi. Haklıydı. Söylediği her şeyi içten içe biliyordum zaten ama ona halimi anlatmak, halimi bir de ondan dinlemek iyi geldi.
Kalkıp kahvaltı hazırladım. Kahvaltıdan sonra dışarı çıkıp arkadaşımla buluştum. Eve dönerken okuldan öğretmen bir arkadaşıma rastladım. Bisiklet sürüyordu, bisikletini ödünç alıp yarım saat kadar sahilde bisiklet sürdüm. Sonra eve dönüp Arya ile yemek yedim. O arada Evrim'in 7 saatlik online eğitimi bitti ve kahve hazırlayıp birlikte dışarı çıktık. Sahilde yürüdük, deniz kenarında kayalarda oturup sohbet ettik. Önümüzdeki yaz için Amerika planı yaptık. Evrim'in en yakın arkadaşı orada yaşıyor ailesi ile, eşi Amerika'lı. Mümkünse bize davetiye göndermesini istedi Evrim, vize işlemlerini kolaylaştırmak için. İlk adımı attık bakalım :)
Ağlayarak başladığım günü müziğin ritmine kapılıp dans ederek bitiriyorum. Hayat çok ilginç ve aslında mutluluk o kadar uzak ve ulaşılması güç bir şey değil. Sadece biz bazen o kadar yanlış yerlere bakıyoruz ki bir türlü göremiyoruz. Doğru yöne bakmayı öğrenmek gerek :)
Yarın ne olur, nasıl olurum bilmiyorum ama şu an iyiyim ve bu hisse sıkı sıkıya tutunmak istiyorum.
Van Morrison - "Brown-Eyed Girl"
(Benim gözlerim şarkıdaki gibi "kahverengi" ama eşim bana hep
"Bal gözlüm" der, ben de ona her defasında "Göz doktoruna mı gitsen acaba?" diyorum :)))
En üstteki 3 kitaptan Buraneros, altındaki 2 kitaptan da Handan sayesinde haberdar olup aldım kitapları. Sağolsun idefix bir de hediye gönderdi: unutulmaz klasik, "Suç ve Ceza".
Bugün dersim olmadığı halde koşarak okula gidip kavuştum kitaplarıma :) Eve dönüp salıncağa yerleştim. Hangisinden başlasam diye karar vermeye çalışırken yazıyorum bu satırları :D
Biraz ondan biraz bundan okuyayım. Hangisi en çok sararsa ordan devam ederim :)
Dipnot: Suç ve Ceza'yı lisedeyken halk kütüphanesinden ödünç alarak okumuştum ama bence tekrar tekrar okunması ve üzerinde çalışılması gereken bir klasik Suç ve Ceza.
İlla olacaksam, bozuk plak olmak yerine bozuk saat olmak isterdim. En azından günde iki kez doğruyu gösterirdim. Oysa şimdi tek yaptığım hep aynı noktada, aynı yanlışlarda takılıp kalmak.
Hayat seçme şansı vermiyor bazen. Ya da ben göremiyorum önümü bile bazı günler. Bilmiyorum.
Örneğin kahveyi hep aynı dükkandan almak, pazarda hep aynı tezgahtan alışveriş yapmak, hep aynı benzinlikten benzin almak, dişleri tam 2dk fırçalamak, eve hep sağ ayakla girmek gibi gibi... (Biraz batıl inanç konusuna benziyor farkındayım ama tam öyle de değil, daha kişiye özel takıntılardan bahsediyorum :))
Benim için 11.11 ve 23.23 saatleri özel anlar. O anları yakalarsam sevdiğim birinin yanımda olduğunu, o anlarda beni kalbinden geçirdiğini düşünüyorum. O kişi bazen yıllar önce kaybettiğim annem oluyor, bazen candan ötem Ceren'im oluyor, bazen uykusunda gülümseyen kızım...
Hep aynı benzinlikten benzin alıyorum ve arabanın tekerlerini de hep aynı yerde kontrol edip şişiriyorum.. Gideceğim yer ters istikamette olsa bile yolumu uzatıp yine de o benzinciye gidiyorum. Bir de arabamı mümkünse hep aynı yere park ediyorum. Okulun önünde de evin sokağında da yerim belli. Oralar doluysa gıcık oluyorum hafiften ama yedek yerlerim var :))))
Yoğurdumu hep gece yatmadan önce mayalayıp sabah olunca dolaba kaldırıyorum. Es kaza böyle yapmazsam yoğurt istediğim gibi olmuyor.
Sofra kurarken her şey takım olsun diye dikkat ediyorum. Yani biz bize basit bir yemek yiyorsak bile tabaklarımız aynı olsun, kaşık-çatalımızın modeli aynı olsun diye dikkat ediyorum (çekmecede 2 farklı set var :) Eşim için bunun zerre kadar önemi yok tabi. O hiç bakmadan koyuyor masaya kaşığı bıçağı, ben değiştiriyorum.
Geç kalmama takıntıma kendim bile uyuz oluyorum ama bu takıntımı aşmak için yol kat ettiğimi söyleyebilirim. Erken gidip bekleyen kişi olmak nispeten iyi de geç kalıp bekleten olmak beni delirtebiliyor bazen.
Düşündükçe baya da bir takıntım çıktı. Daha yazsam neler çıkacak :))) Siz de iyice düşünün lütfen, bu kadar takıntıyla başbaşa kalıp kendimi kötü hissetmek istemiyorum. Hadi çok da yalnız olmadığımı söyleyin lütfen bana :))
Bugün Hopa Kültür Sanat Evi'nde 5-7 yaş çocuklar için Colors&Animals temalı ücretsiz İngilizce Atölyesi yapacaktım. Günler öncesinden başladım hazırlanmaya. Balonlar, şarkılar, keçeden mıknatıslı hayvan figürleri, boyama sayfaları... Sadece 1 çocuk geldi. Arya da asistanım olacağı için heyecanlanmıştı.
Kısacası bir anda boşa çıktık. Üzgünüm.
Tam bu yazıyı yazarken üst katta tadilat başladı. Dayanılmaz bir gürültü var. İyi ki çok çocuk gelmemiş diye sevineyim bari diyorum şu an.