Cumartesi, Şubat 29, 2020

Kabul Etmekten Geçiyor Tüm Yollar

Kabul etmek zor ama aslında tek seçenek bu. Daha doğrusu tüm seçeneklerden önce mevcudu kabul etmek gerekiyor. Her durumda seçenek var tabi ki ama işte "keşke öyle olsaydı"  ya da "keşke böyle olsa" bir seçenek değil sadece gerçekleri inkar etme yolu. Mevcudu kabul edince işler basitleşiyor.

Mevcudu kabul ettikten sonra ne yapabileceğimize bakabiliyoruz. Seçenekler belli her durumda. Her seçim farklı sonuçlarla birlikte geliyor. Sonuçları baştan kabul edersek istediğimizi yapmakta özgürüz. Kimse aksini iddia edemez. Dedim ya mühim olan kabul etmek.

Peki, nerde ve neden tökezliyoruz?

Mevcut durum hoşumuza gitmeyince ve durumu değiştirecek cesaretimiz de olmayınca bunu kabul etmek yerine inkar ediyoruz. Bir mucize olsun, her şey kendiliğinden çözülsün, ne şiş yansın, ne kebap! Oldu canım :) Öyle bir Dünya mevcut değil maalesef. Olsa dünya senin :p Hayır, yani ben de karşı değilim öyle bir dünyaya, olsa ben de atlarım direkt :)))

Diyelim ki mevcudu olduğu gibi yatırdık masaya, gerçekleri kabul ettik ve yüzleştiğimiz mevcuttan memnun değiliz. Bu durumda yapılacak iki şey var: birincisi durumu değiştirmek için elimizden geleni yapmak, ikincisi ise cesaretimiz olmadığını, "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" istemediğimizi kabul edip k.çımızın üstüne oturmak. Aslında üçüncü bir seçenek de var bazılarımız için: Kaçak oynamak. Hem durumdan şikayet etmeye devam etmek, hem de komple değiştirmeye yanaşmadan sistemin açıklarından faydalanmaya çalışmak. Bu üçüncü seçenek en zoru. Çünkü her sistemin bir kırılma noktası var.

Tahta bloklardan kule yapılarak oynanan Jenga'yı bilirsiniz. Kuleyi devirmeden tahta blokları almaya çalışır oyuncular ama kulenin bir noktada devrileceği en başından bellidir. Deviren kaybeder. İşte yukarıdaki üçüncü seçeneğin sonu da başından belli. Sistemde delikler açıldıkça sistemin komple çökmesi an meselesi haline gelir. Elbette kule yıkılmadan bir yerde durmak da mümkün ama egolarımız o kadar büyük ki "Bu parçayı da alayım, bu son olsun. Buraya kadar gayet iyi gittim, bir tur daha giderim ben ya!" diye diye bir bakmışsın kule yerle bir.

Demem o ki mevcut durumun gerçekliğini ve bu durum karşısında seçtiği yolun sonuçlarını kabul ettikten sonra ne isterse yapabilir insan. Al sana özgürlük!

Kabul ediyor musun?

...

İstersen aşağıdaki şarkı eşliğinde kendini kandırmaya da devam edebilirsin tabi :)



Dipnot: Bu yazıyı Sevgili DBE'nin bir yazısına yaptığım şu yorumdan yola çıkarak yazdım.

"Bir çaresi olduğuna, bir yolu olduğuna, bir çözümü, bir ferahlama noktası olduğuna inandığımız ve o çareyi bulamadığımızı sandığımız için bu kadar zor oluyor belki de. Ama bazen kabul etmek lazım. Olduğu gibi. Çare yok, çözüm yok, varolup da bizim göremediğimiz bir bir yol yok ortada. Her şey şu an neyse o. İrdeledikçe karışıyor işler. Sadece yaşamak lazım bazen. Her gece uyuyup birbirinin aynı günlere uyanarak, sadece nefes alıp vererek... Evet aldığın her nefes göğse batsa bile! Kabul etmek ve devam etmek lazım belki de. Neden diye sordukça, ne olacak diye bekledikçe, ya öyle olsaydı ya da şöyle olsa diye bir çare aradıkça zorlaşıyor işler. Sadece koyverip gitmek lazım bazen belki de :) Her türlüsü zor. Kolay yol olmadığına göre o zorlar arasından en basit -bak kolay değil sadece basit- olanı seçmek lazım belki de :) "


Cuma, Şubat 28, 2020

Ters Orantı

Hayatın bana öğrettiği en büyük derslerden biri istemekle elde etmenin ters orantılı olduğudur belki de. Ne zaman bir şeyi çok istesem gözümün önünden, elimin erişeceği mesafeden uçup gidiverir. Bazen Hayat izin vermez, bazen uygun koşullar sağlanamaz. Ama en kötüsü Hayat izin verir, koşullar da el verir ama bu kez de heves kalmaz.

İngilizce'de çok sevdiğim kelimeler ve ifadeler olduğundan daha önce bir çok kez bahsetmişimdir. "So badly" ifadesi de onlardan biri. "Bad" kelimesi tek başına "kötü/fena" manasına gelip negatif çağrışımlı iken "so badly" ifadesi zaman zaman pozitif çağrışım yapabilir. Misal "I want to be successful so badly" dediğimizde "Başarılı olmayı fena halde çok istiyorum." demiş oluruz. Buradaki "so badly = fena halde" ifadesi isteğimizin ne kadar fazla olduğunu vurgular -ki bu noktada çoğu zaman kendimizi başarısızlığa mahkum etmiş sayılırız:D - Aslında bu da bir çeşit negatif çağrışım gibi oldu. Örneği değiştirelim :)

I wanted to eat some chocolate cake so badly that I made a cake at 11 p.m. last night.
(Çikolatalı kek yemeği öyle fena halde istiyordum ki dün gece 11'de kek yaptım :)

Örnekte görüldüğü üzere her ne kadar "fena halde" demiş olsak da aslında anlaşılan, bir şeyi "çok fazla" istediğimiz olacaktır.

Konu bir şeyleri çok isteyip elde edememekten nerelere geldi. Ama işte İngilizce öğretmeni olup yabancı dillere karşı büyük ilgi duyunca böyle oluyor. Laf İngilizce'den açılmışken şu videoları da bırakayım. Devamı da var ama henüz hepsini izleyemedim. Şimdilik favorim 2 numaralı video.




Dipnot: Farkındayım ülke gündemi çok başka, çok acı. Şehitler var, virüs var, ekonomi tepetaklak... Zaten ben de tepetaklağım ve bünyem bu gündemi kaldıramayacak . Kaçıyorum. Ortada kuyu var, yandan geç diyorum. Odanın ortasında kocaman bir fil var, hepimiz etrafından dolaşıp devam ediyoruz hayata.


Perşembe, Şubat 27, 2020

Being Extraordinary - Ağaç Ev Sohbetleri #26

Bu haftanın konusu Deep'ten geldi. Başlık neden İngilizce diye sorarsanız, bilmiyorum. İçimden öyle geçti.

Konumuz: “Sıradan olmak, farklı olmak. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sıradan olmak gibi bir korkunuz var mı?”

Yazarken cevapları düşünmeye devam ediyorum. Henüz karar vermedim. Benden önce yazan arkadaşlarımın sayfalarında tartışmalar alevlenmiş, çarşı karışmış, mevzu epey ilerlemiş. Hepsine yetişmem mümkün değil ama genel olarak fikir ayrılıklarının "sıradan" kelimesinin farklı algılanmasından, sözlük anlamındansa zihinlerde oluşan farklı çağrışımlardan yola çıkılarak seçim yapılmasından kaynaklanmış olduğunu sanıyorum. Bu durumda kelimenin önce sözlükteki anlamına sonra da bana çağrıştırdıklarına bakalım.

Sözlük anlamı:

Sıradan: Hiçbir özelliği ve niteliği olmayan, bayağı, değersiz, niteliksiz. (Uvvvv epey sert :)

Çağrışımları:

Sıradan: Her an, her yerde karşılaşılabilinecek olan. Benzerlerinden daha değerli olmasını sağlayacak belirgin bir niteliği, bir özelliği olmayan. Bu noktada eklemem gerekir ki benzerlerinden farklı olmamasını çok da negatif bir durum olarak değerlendirmiyorum.

Görüldüğü üzere sözlük anlamı hayli acımasızken bendeki çağrışımı daha ortadan, daha nötr :) Kelimenin sözlük anlamı hayli negatif. Oysa ben sıradanlığı o kadar negatif bulmuyorum sanırım. Sonuçta "sıradan" diye bir şey olmasa "sıradışı" diye bir şey de olmaz zaten.

Genel olarak bakılınca sıradanlık çok cazip gözükmese de bence sıradışılık da çok gerçekçi bir hal değil. Bence dünyada belli archetypelar var ve hepimiz öyle ya da böyle o archetypelardan birine uyuyoruz. Yani hepimiz farklıyız ama o kadar da farklı değiliz. Böyle anlatınca biraz karışık oldu. Demek istediğimi biraz açayım. Şimdi diyelim ki dünyada 100 tip insan var. İşte hepimiz bu 100 tipten biriyiz. "İnsanlar çift yaratılmıştır" derler. Yani dış görünüşü size tıpa tıp benzeyen biri dışarıda bir yerlerde yaşıyor olabilir. İşte ben de kişiliklerimizin de daha doğrusu en genel anlamda benliklerimizin de birebir aynılarının mevcut olduğunu düşünüyorum. Sınırları belli olan bir Dünya ve Hayat söz konusu iken ne kadar sıradışı olunabilir ki zaten? 

Sıradanlıkla ilgili genel fikrimden sonra gelelim haftanın sorularına. Sıradan olmak mı, farklı olmak mı? Sıradan olmak istiyor muyum, sıradan olmaktan korkuyor muyum? Sıradan olmak yukarıda da bahsettiğim üzere negatif bir şey değil benim için ama kendimi sıradan biri olarak değerlendiremiyorum. "Sıradışıyım, olağanüstüyüm, muhteşemim!" demek değil bu asla. Aksine olması gerekenden negatif yönde farklı olduğum için çok sorun yaşamışlığım var. Bazı zamanlarda çaresizce sıradan olmayı, sıradanlığı, rutin hayatı, bir topluluğun benzerlerinden ayırt edilemeyen bir parçası olmayı çok istiyorum. Ama nedense bu konuda pek başarılı olamıyorum. Sıradan olmaktan değil sıradışı olmaktan korkuyorum bile diyebilirim. Ama bu noktada "Dikkat çekmek değil amacım, sadece var olmaya çalışmak!" diyen Mr. Kaplan'ın kulaklarını çınlatarak asıl sorunun sıradan ya da sıradışı olmak değil "kendim olmak, ben olmak, var olmak" olduğunu vurgulamak istiyorum. Keşke hepimiz ister sıradan, ister sıradışı olarak ya da en güzeli hiçbir kalıba sığmaya uğraşmadan sadece kendimiz olabilsek hiç korkmadan, hiç tereddüt etmeden. 

Bu haftaki konuda çok net cevaplarım yok. Sıradanlık mı zor, sıradışılık mı bilemiyorum. Hatta bu kavramların gerçekten var olup olmadıklarını bile sorgulayan sayfalarca yazı yazabilirim gibi geliyor ama şu anki zihinsel durumum bir şeyleri toplayıp bir araya getirmeme pek izin vermiyor. Hafta bitmeden iyi kötü bir şeyler yazabildiğim için sevinmekle yetiniyorum şu an :)

Haftaya yeni bir Ağaç Ev Sohbeti'nde buluşalım :)




Pazar, Şubat 23, 2020

Suffocation

Adım belli, sanım belli. Ayan beyan belli kim olduğum. Yazdıklarım benim kulağıma fısıldanan, zihnimin süzgecinden geçen hikayeler. Üçüncü tekil ya da çoğul şahıslara aitler. Kimi zaman da birinci tekilin yani bizzat benim hikayem.

                                      ...

Koşmak özgürlükse, yazmak nefes almak!

Koşmazsam bilin ki özgürlük yok, yazmazsam bilin ki nefesim yok!

O kadar çok şey var ki anlatacak ama bir o kadar da nafile ki anlatmak...

... 

Çare nedir?

Hayır, hayır! Anlatmadığım bir derdin çaresini sormuyorum. "Çare" nedir? Yani kelime anlamı nedir? Kimin işine yarayınca "çare" olur. Herkese aynı anda uyan gerçek bir "çare" var mıdır acaba? Bence bütün çareler ya o anlık, yani günü kurtarmalık ya da sadece iştirakçılardan birini, bilemeden birkaçını memnun etmeye yönelik.

"Çare" nedir cidden?

Doğru çareyi ya da "çare" doğru anlamını bulmanın yolu nerden geçiyor? Yazmaktan mı, çizmekten mi, koşmaktan mı yoksa boşverip  boğulmaktan mı?

Ben sanırım şu an yazarken bile içten içe nefessiz kalıyorum.






Cuma, Şubat 21, 2020

Ayşe*

Maraton koşularının tam 42 km olduğunu sanıyordu Ayşe. 41,195 m olduğunu öğrenince hem şaşırdı hem de bu küsuratlı rakama anlam veremedi. Maraton mesafesini 42 km sanmasının sebebi, yarı maraton mesafesinin 21,1 km olmasıydı. Düz mantık yürütüp maraton da olsa olsa 42 km olur canım diyordu. Yıllardır hayaliydi yarı maraton koşmak. 5 km ile başladığı koşuya 10 km ile devam etmiş, 21 km'lik hedefi için daha çok koşmanın daha sık antrenman yapmanın yollarını aramıştı uzunca bir süre. Sonra araya hayat girdi. Birlikte yarı maraton koşmak için plan yaptığı arkadaşının koşamayacağını öğrendi önce sonra da kendi koşamaz hâle geldi.

Araya giren mesafeler, dargınlıklar, hastalıklar derken koşudan uzaklaştı yavaş yavaş Ayşe. Ama tamamen de atamadı içinden. Çok uzun süre sonra tekrar koşmayı denediğinde hiç umudu yoktu ama önceleri 8-10 tur atıp 45 dk koşabildiği parkurda 20 dk aralıksız 4 tur koşmayı başarınca çok mutlu oldu. Demek ki tükenmemişti henüz içindeki koşu sevdası. Koşuyu bitirdiğinde nefes nefese ama çok mutluydu. Bir süre haftada 2-3 gün 4 tur koşmaya devam etti. Ahmet de onunla birlikte koşsun istiyordu ama Ahmet buna pek de hevesli değildi. Bir iki denemeden sonra vazgeçti Ayşe ısrar etmekten. Bir süre sonra kendinden de vazgeçti hatta. Yine bıraktı koşmayı.

En başında neden koşmaya başladığını düşünüyordu Ayşe son günlerde. İlk önceleri zayıflamak, fit olmak, güçlenmek için başladığı koşu yavaş yavaş hayatının vazgeçilmezlerinden biri olmuştu. Koşmak onu özgürleştirmişti. Hiç durmayan beyniyle verdiği mücadelede kazandığı nadir zaferleri hep koşarken elde etmişti. Koşarken kendini rüzgara bırakıyor, alabildiğine vahşileşiyor, sonra yavaşlayıp soluklanıyor, bedeninin kendi ritminde hızlanıp durulmasına odaklanıyor, düşünmüyor, sadece bedenini dinliyordu. Özgür olduğunu hissediyordu Ayşe koşarken. Öylesine güzel bir histi ki bu... Peki neden vazgeçmişti Ayşe? Neden bırakmıştı koşmayı? Düşündü, düşündü... Bulamadı.

...

Hayır!

Buldu!

Özgürlük hissi bir kez damarlarında dolaşmaya başlayınca o hissi bırakıp eve dönmek, o kadarcık özgürlükle yetinmek çok zor oluyordu Ayşe için. Giderek daha çok koşmak, daha da vahşileşmek, en ilkel haline dönmek, dünyanın olmayan sonuna dek koşup olmayan köşelerinden aşağı düşmek istiyordu Ayşe. İşte tam da bu yüzden bıraktı koşmayı. Söylenecek çok söz, koşulacak çok yol vardı ama hepsi nafileydi.


*Ayşe ile Ahmet'in hikayesinin "Sil Baştan" yazılması için önce Ayşe ve Ahmet'in kendilerini tekrar tekrar sil baştan yazmaları gerek belki de.

Çarşamba, Şubat 19, 2020

Fırtına

Sen bir şey arıyorsun
Hayatı dolduracak,
Ben kendimi arıyorum
Hayatı baştan yaşayacak.

Ne dolacak bir kap bu hayat,
Ne de baştan yazılacak bir masal.
Bundan ötürü tüm savrulmalarımız.

Ne sen doldurabilirsin hayatı,
Ne ben yeniden yazabilirim bu masalı.



*Bu aralar aynı kelimeleri başka şarkılarda bulmayı/duymayı seviyorum :) 

Pazar, Şubat 16, 2020

Hem Hüzün, Hem Huzur...

Hayat en güzel renkleriyle geçiyor pencerimizin önünden! Sevmemek elde değil! 





Müzik, Momentos'tan (ç)alıntı. Son yazısında gördüm ve dinlerken çektim yukarıdaki fotoğrafları. Hissettiğim bu hüzünlü huzur için çok teşekkürler, Momentos :) 

Perşembe, Şubat 13, 2020

Kar Sonrası Gelen Yağmurlar

Bembeyazdı günlerdir tüm sokakları şehrin. Karlara gömülüp beyazın tadını çıkardı tüm şehir. Şimdiyse karanlığa gömülüyor kardan sonra gelen yağmurla.

Hayat ne ilginç! Mevsimler renkten renge boyuyor şehirleri. Sonbaharın kızılı, sarısı, turuncusu; karın kışın beyazı, yağmurların grisi, baharın yeşili, yazın sapsarı güneşi, masmavi denizi... İçimizde olmasa bile dışımızda uzun soluklu ve alışılmışın dışında bir gökkuşağı var aslında. Renkler arası geçiş zamanı uzun olduğu için farkına varıp tadını çıkaramıyoruz belki de gökkuşağının.

Madem ki yağmurdan bahsettim, madem ki dışarıda griye boyamaya devam ediyor yağmur tüm şehri, o zaman aynı sesten iki farklı yağmur şarkısı dinleyelim :)




*İlk şarkıyı yeni keşfettim ama ikinci zaten bilinen bir şarkı :)


P.S: Son zamanlarda yazdıklarım boş, bir şey anlatmıyor gibiyim. Aslında o kadar çok şey anlatıyorum ki... Yazarken anlıyorum ben kendimi, yazarken kendime anlatıyorum kendimi. Kağıda, kaleme, yazıya yansımıyor pek ama kusuruma bakmayın bu aralar ancak bu geliyor elimden :)


Çarşamba, Şubat 12, 2020

Sordukça Artan Sorular

Neden saklar insan kendini?
Sevilmekten korktuğu için mi?

Neden korkar sevilmekten?
Daha kendi kendini sevemediği için mi,
Sevilmeye layık olmadığı için mi?

Neden iter insan insanı?
Sevip de kırılmaktan mı korkar daha çok
Yoksa sevemeyip kırmaktan mı?

Korkmadan var olamaz mı insan?
Korkmadan sevemez mi?
Kırmadan dökmeden usul usul bırakamaz mı kendini sevgiye?








*Şarkıların böyle akustik hallerini dinlemeyi çok seviyorum. Akustikhane'yi takip ediyorum Youtube'ta ve Instagram'da. Sertab Erener de kendi kanalını açmış, az önce şans eseri denk geldim.
Dinlemeye devam ediyorum, siz de bir göz atın :)





Pazartesi, Şubat 10, 2020

Beslemeli Ruhu

Ölmek nedir?
Son bir kez nefes almak ve son nefesle beraber terketmek bedeni.

Ruh ne zaman terkeder bedeni?
Nefes alacak yer bulamayınca.

Alan açmak lazım ruha, nefes alacağı kapılar, pencereler lazım yaşaması için :)
İşte okumak, yazmak, çizmek, müziği son ses açıp gaza basmak ya da en sevdiğin filmi açıp tekrar izlemek, ağlamak, gülmek...

Bugünlük birkaç şarkı bırakıyorum ruhlarımızı beslemek için :)





P.S: Gitmiyorum. Gidemem. Tam burdayım. Ben yazmadan duramam, yazmadan nefes alamam. Yazamadığım zamanlar da bile "Yazamıyorum" diye isyanımı yazıya döker, alırım nefesimi :D

 Sonbaharı çok sevdim. Yapraklar kızılın, sarının, kahvenin her tonunu tüm güzelliğiyle serdi önüme. Şimdi mevsim kış. Ağaçlar döktü son yapraklarını da. 
Ama her kışın sonu bahar elbet :) Yemyeşil yapraklar, rengarenk çiçekler var az ilerde :)  Açan ilk çiçekle güzelleşecek yeniden Dünya :) 




Pazar, Şubat 09, 2020

Dostluk*

Gerçek dostluk, gerçek dost var mıdır?

Vardır. Olmadığına asla inanmak istemiyorum. Vardır ama çok nadir bulunur. Bulununca dünya güzelleşir, hayat daha çekilir olur. 

Dün ve bugün benim için çok zor geçiyor. Bir dostum tüm kalbiyle beni seviyor, benim onu sevdiğim gibi ama birbirimize iyi gelmiyoruz. Aynı döngüden kısıldık, dönüp duruyoruz. Sanki bir tahtaravelliye binmişiz, ikimiz aynı anda uçamıyoruz. Birimiz düşüyor, diğeri uçuyor. Ama asıl sorun bu değil. Sorun ikimizin de dengeye ihtiyacı var ama bulamıyoruz. Her şeye rağmen biliyoruz ki kalplerimiz bir. Dostluğumuz ebedi.  Sadece anneyiz ikimiz de, önce kendimizi toplamalıyız ki ailemize iyi gelelim :) Onu tüm benliğimle anlıyorum ve destekliyorum. (Edit: Yanlış anlaşılma olmasın. Benden ya da ondan ötürü değil, dostluğumuzla hiç ilgili değil. Kimse kimseyi bırakmadı. Hâlâ aynı dostluk yolundayız beraber :) 

Bir diğer dostumsa birden inmeye karar vermiş tahteravalliden. O pat diye inince benim havadan yere düşeceğimi göremedi mi bilemiyorum. Bir anda yerde buldum kendimi. Acıttı. Hiç ummazdım diyemiyorum. Umuyordum sanırım içten içe. Demiştim ya kimse 100'lük değil benim gözümde. Ne acı! 

*Mr. Kaplan, kulaklarınızı çınlatıyorum. Ben her şeye rağmen yine de inanıyorum dostluklara :) Dostlarım var uzakta olsak da birbirimizden %100 kalbimdeler, dostlarım var kalbimdeler ama %100'lük değiller.




Cumartesi, Şubat 08, 2020

Bir Yolu Var Mutlu Olmanın

Bir yolu var mutlu olmanın. Hem de dahil olan herkesin aynı anda mutlu olabileceği bir yol! Ama... Ama işte "AMA"sı var bu işin ve çok büyük bir "AMA". Bu "ama"yı ya yok sayıp görmezden gelecek taraflar ya da bile bile lades diyecek taraflardan biri. Bu yolu bir anlasa taraflar her şey çözülecek ne sorun kalacak ne mutsuzluk. Tüm olumsuzlukların yerini bir huzur, bir coşku, yepyeni bir düzen alacak. Nasıl mı bu kadar eminim? Eminim çünkü ben o yolu görebiliyorum. Keşke herkes görebilse! Anlat o zaman diyeceksin şimdi. Olmaz ki anlatmakla! O yolu kendi göremezse kişi yürüyemez ki görmediği, varlığına inanmadığı bir yolda. Herkes anlatır, herkes dinler, herkes hak verir ama herkes kendi bildiğini okur sonunda. Bildiği yollara çıkmayı bile sevmeyene görmediği, inanmadığı, hayali bir yolu sevdiremem ki ben. Keşke olsa! Keşke anlatmak işe yarasa!



Edit: İçimdeki ses dayanamadı, "Dürüst ol!" dedi, "Önce kendine sonra da tüm dünyaya! Bulduğun yol kimi mutlu edecek? Sadece seni!"

O yolun herkesi mutlu etmesi için herkesin benimle aynı yerden, aynı dünyaya bakması, aynı şeyleri görmesi, aynı şeyi hissetmesi lazım! Mümkün mü? Keşke olsa! Bu kadar çok "keşke" ve öyle büyük bir "ama" varken yine de umut ediyorum bir yolunu bulmayı :)

Nefes aldıkça, nefes alacak pencereler, kapılar, nefes aldıracak yazılar, şiirler, şarkılar oldukça umut var :)

Cuma, Şubat 07, 2020

Evsiz Kapı

Evler yıkılır, kapılar kalır bazen...



Duman Yeri




Ay saçı burma
Uzakta durma
Gel ay sevgilim
Boynunu burma

Dağda duman yeri var
Kaşta keman yeri var
Yarim benden incinmiş
Dinip danışmayır*
Duman** yeri var

Güllü yazımsan
Hoş avazımsan
Gel ay sevdiğim
Telli sazımsan

Gel ay gülüm
Barışak barışak
Diyek, gülek, danışak, danışak***
Yarim benden incinmiş
Dinip danışmayır
Duman yeri var

Dağda duman yeri var
Kaşta keman yeri var
Yarim benden incinmiş
Dinip danışmayır
Duman yeri var



*Dinip danışmak: Susup konuşmamak
**Türkünün orijinal halinde "güman" dendiğini söyleyen kayıtlar var. "Güman" kelimesinin tam anlamına ulaşamadım maalesef. Bulduğum anlamlar türküye uymuyor pek. Keşke bir bilen çıksa da öğrenebilsem.
***Danışmak: Konuşmak

Çarşamba, Şubat 05, 2020

Kaybederken Kazanmaya Çalışmak* - Ahmet'in Hikayesi

Kırgındı Ahmet. Kırgın olmakta haklıydı da kendince. Bunca yolu yalnız kalmak için kat etmemişti. Bunca yılı kaldırıp çöpe atmak için yaşamış olduklarına inanamıyordu. Tam yokuşun tepesine gelmiş rahat bir nefes alacakken eli boşlukta asılı kalmıştı. Boşluk Ayşe'nin içinde, derinlerde bir yerdeydi. O boşluk yolda bir yerde kara deliğe dönüşmüş, her şeyi içine çekiyordu şimdi. Öyle bir boşluktu ki Ayşe'nin içindeki ne yapsa, ne yapılsa dolmayacaktı. Ahmet yokuşun başından sonuna dek yanında da olsa Ayşe görmüyordu. Çünkü Ayşe yanına yöresine, eline, elindekilere, kalbinin içine bakmıyor, sadece boşluğa bakıyordu. Yokuşun tepesinde de olsa dönüş yolunu yarılamış da olsa, Ayşe'nin tek gördüğü boşluktu.

Ahmet kendi için tırmanmamıştı bu yokuşu. Ayşe için atmıştı her adımı. Aslında zamanında kendi için tırmanmalıydı zaten ama işte, içinden gelmemişti. Gerek duymamıştı. Ta ki Ayşe'yi görene kadar. Doğrudur, ilk başlarda belki görmemiştir Ayşe'yi ama o zamanlar kendinden hiç umudu yoktu Ahmet'in. Ama sonra Ayşe ondan vazgeçmedikçe Ahmet oldu, Ahmet. Anladı ki aynı yastığa baş koyacaksa Ayşe'yle önce bu yokuşu tırmanmalıydı. Yolda eksikleri tamamlamalı, fazlalıkları atmalıydı. Bilmiyordu ki o ne yaparsa yapsın Ayşe kendi yüklerini atmayacaktı; içindeki onulmaz boşluğu yolda kazandıklarıyla dolduramayacaktı.

İlk yıllarda boşluk itici bir güç olmuştu. Son yıllarda ise yıkıcı... O kadar sevdi ki Ayşe Ahmet'i, içindeki tüm boşluğun üzerine Ahmet'i serdi; hayata dört elle sarıldı. Ahmet o kadar sevdi ki Ayşe'yi yolun yarısında herkesi sildi, Ayşe'yi evi bildi. Yokuşu bile gözü görmedi Ahmet'in, yürümüyor kuş gibi uçuyordu. Ama yolun ikinci yarısında işler birden zorlaştı. Ayşe yoruldu. Ahmet geçmişin tüm yüklerini atmış, yenilerini ise nasılsa az ötede bunlardan da kurtuluruz diye gık demeden taşımayı öğrenmişti. Ama Ayşe görmezden geldiği yüklerine yenilerini ekliyor, yolda kazandıklarını değil, sadece yanından akıp geçenleri görüyordu.

Tek yokuş onlarınki değildi elbet. Yan yana bir sürü yokuş vardı ve her yokuşta başka manzaralar, başka mevsimler hüküm sürüyordu. Diğer yokuşlara baktıkça Ayşe'yi bir "Hayat akıp gidiyor" sanrısı sarmış, bu korkuyla yüküne yük eklemiş, içindeki boşluğu büyütmüştü. 365 gün doya doya yaşasalar kalan 6 saatte "Ölüyoruz işte, hayat akıp gidiyor yanımızdan, üstümüzden başımızdan! Herkes yaşıyor, biz ölüyoruz usul usul!" diyecekti Ayşe neredeyse. Ahmet ne yapsa yetişemiyordu. Kolunu kanadını açmış, Ayşe'nin içindeki kara deliğe siper olmaya çalışmış ama Ayşe'yi boşluktan uzak tutamamıştı. Şimdi hem yorgun hem kırgındı Ahmet. Ne yapacağını bilmez halde eli boşlukta asılı bekliyordu Ayşe'yi. Dayanacak çok gücü kalmamıştı. Son bir gayret gözünü, kulağını kapatıp kalbini açmış bekliyor; Ayşe'ye göre kaybederken, kendince elinde kalan son kaleyi savunarak kazanmaya çalışıyordu.


*Öykünün ilk versiyonu: Kazanırken Kaybetmek

Dipnot: Bu öyküde haklı ya da haksız yok bence. Bu öykü aynı zaman tünelinden farklı zamanlarda geçen, aynı yokuşta ayrı düşen bir çiftin hikayesi sadece. Taraf tutmak pek mümkün değil, kim haklı kim haksız bilmek de. Zaten haklı olmakla çözülse tüm problemler hayat bu kadar karmaşık olmazdı :)

Pazartesi, Şubat 03, 2020

Kazanırken Kaybetmek

Kazandığını sandı Ahmet tam o anda. Zafer onundu. İstediğini almıştı. Oysa büyük kaybetmişti Ahmet. Tam da kazandığını sandığı o anda yılların sevgisini bir kez daha zedelemiş, saygısından bir parça daha kaybetmişti karşısındakinin. Bu ne ilkti, ne de son olacaktı. Defalarca kez anlatmıştı derdini Ayşe, Ahmet'e ama işte Ahmet anlamamakta ısrar ediyordu.

Ahmet ne zaman şüpheye düşse, kendini altta kalmış hissetse aynı şeyi yapıyordu. Ayşe'ye hükmetmeye, kendi isteklerine boyun eğdirmeye çalışıyordu. Sorunların üstünü örtmek için çok daha büyük bir sorun yarattığının farkına varamıyor muydu yoksa aklına başka bir çözüm gelmediği için denize düşen misali aklına gelen tek yola mı sarılıyordu bilinmez ama işe yaramıyordu bu yöntem. Attığı her adım onu daha da geri götürüyor, Ayşe'ye yaklaştıkça uzak düşürüyordu. 

18 yıldır birlikteydiler. İlk yıllarda Ayşe sırılsıklam aşıktı, son yıllarda Ahmet. Hayat hep böyleydi. Hep bir taraf daha çok sever, daha çok acı çekerdi. İlk yıllarda Ayşe az beklemedi Ahmet'i sözleştikleri yerde, sözleştikleri saatten saatlerce sonrasında bile... Yıllarca herkese, her şeye inat direndi Ayşe Ahmet için. Başlarda kimse yakıştırmadı ne Ayşe'yi Ahmet'e, ne de Ahmet'i Ayşe'ye. Evet ortak zevkleri, ortak ilgi alanları vardı ama aslında çok başkaydı mizaçları. Biri yerinde duramaz, diğeri yerinden kalkmaz; biri "tez canlı" kelimesinin vuku bulmuş hali, diğeri miskinler prensi; biri koşar diğeri uyur. Ama işte aşkın gözü kördü ya olmuştu, birbirine denk düşmüştü gönülleri bir noktada. Birkaç yıl aynı dalda attı kuş gibi kalpleri pır pır. Sonra Ayşe yokuş aşağı inerken Ahmet yokuşu tırmanmaya niyetlendi. Ahmet tepeye vardığında Ayşe yokuşu yarılıyordu.

Ayşe yıllarca tek başına tırmanırken yokuşu çok yara almıştı ama en çok kendinden vazgeçtiğini anladığında yaralandı. Ahmet bu yarayı anlayamıyordu bir türlü çünkü o kendini Ayşe'de bulmuştu. Oysa Ayşe kendini bırakıp Ahmet olmuştu yıllardır. Ahmet kendini bulurken Ayşe yok olmuştu sanki. Yıllar geçmiş Ahmet büyümemiş, Ayşe yaşlanmıştı. Kendini büyütemeden yaşlandığını anlamak ölüm gibi ağır geldi Ayşe'ye. Yolda kaçırdıklarını dönüşte bulamayacağını anlayınca ayağa kalkamaz, adım atamaz oldu Ayşe. Ne ileri, ne geri... Öylece kaldı yokuşun ortasında. Ne geri tırmanacak hevesi ne de en başa dönecek hali kalmadı. 

Ahmet tepede durmuş Ayşe'yi izliyor, anlamaya çalışıyordu önceleri. "Canı sıkıldı herhalde, şöyle bir dolaşıp gelecek" diyordu kedi kendine. Süre uzadıkça kulaklarını tıkayıp gözlerini kapattı Ahmet. İnkar ediyordu gözünün gördüğü, kalbinin duyduğu gerçeği. Ayşe yorgundu. Kendini kaybetmiş, arayıp bulamamıştı. Ahmet tepede onu beklerken sil baştan da var edemiyordu kendini. Ahmet o tepeden inse, bıraksa kendini yokuşa... Ayşe'yi tepeye çıkmaya zorlamak yerine ne olduğunu anlasa... Ama olmuyordu. Ahmet başka, Ayşe başkaydı. İlk yıllarda Ayşe sırılsıklam aşıktı, son yıllarda Ahmet. Hayat hep böyleydi. Hep bir taraf daha çok sever, daha çok acı çekerdi.

Önlerinde çok fazla seçenek yoktu artık. Ya ikisi de yokuş aşağı salacaklardı kendilerini ya da tam oldukları yere kamp kurup tepeye tırmananlarla tepeden inenler arasında, tüm bu gürültü patırtının tam ortasında birbirlerine ulaşmanın ve hayatta kalmanın bir yolunu bulacaklardı. Ayşe yorgun, Ahmet kırgındı. 

...



Cumartesi, Şubat 01, 2020

Broken

Is the life broken or is it just me?

Not sure but Ain't wanna take all the blame by myself.


Mektubun ucunu yak da gönder, Sevgilim!

*
Yüzümde belli belirsiz bir tebessüm,
Elimde süt yanığı,
Göğsümde kağıt kesiği gibi
İnce bir sızı...

İlginçtir
İyi geliyor bazı sızıların varlığı...





Hayat, sen bambaşka planlar yaparken başına gelenlermiş gerçekten...

Bu akşam bir elimde kitabım, bir elimde sıcak çikolata ile tam kendi kendime "Huzur bu işte" derken telefon çaldı ve kardeşim ağla...