Pazartesi, Mart 30, 2020

Sakınmadan*


"Kitaplar birikiyor, saçlarım uzuyor, her yerde gümbür 
gümbür bir telaş 
Gencim daha, dünyayı görmek istiyorum, öpüşmek ne 
güzel, düşünmek ne güzel, bir gün mutlaka yeneceğiz! "

Ataol Behramoğlu - Bir Gün Mutlaka"


Hiç sakınmadan, kendimi hiç tutmadan yazmak istiyorum. Hayatı durmadan sevmek, hiç uzak kalmamak, hep bir nefes yakınında olmak istiyorum sevdiğim şeylerin ve kimselerin.

Sevgili *DBE'min tam tersine - belki de tam da onun gibi -!

Sakınmak istemiyorum Hayat'tan! Elimden kayıp gider, kırılır dökülür diye korkmak istemiyorum sevmekten! Çünkü korktukça ben kırılıp dökülüyorum. Herkes yerinde duruyor, ben kırılıp dökülüp tuz buz oluyorum. Çatır çatır eziliyorum sakınmanın ağırlığı altında. Yok oluyorum.

Biliyorum az sonra tüm bu yazdıklarıma inat yine sakınmak zorunda kalacağım kendimi hayattan. Belki 3-5 saat sonra yine kendimi ezip tuz buz edeceğim yazdığım her bir kelimeyi silerken. Ama işte bunu bildiğim halde tam şu anda hiç mi hiç sakınmak gelmiyor içimden. Hatta tam aksine bağıra çağıra söylemek, gök yüzünü pembelere, morlara, kızıllara boyamak, tüm dünyaya haykırmak istiyorum. Yaşamak istiyorum! Yeni olasılıkların heyecanıyla ürpermek istiyorum, yeni hayaller kurmak, dünyayı gezmekle yetinmeyip fethedilecek kaleler bulmak istiyorum. 34'ten 35'e giderken yolun geri kalan yarısına sıfırdan başlamak istiyorum. Görünmez - aslında hiç var olmayan - prangalardan kurtulmak istiyorum. Kimseye de tek kelime dert anlatmak, kendimi haklı çıkarmak zorunda hissetmek istemiyorum. Haklı olsam kime ne, haksız olsam kime ne? Belki de hem suçlu hem güçlü olmak istiyorum artık!


Sakınmadan, saklamadan, saklanmadan tüm varlığımla bangır bangır "Burdayım işte! Yaşıyorum!" demek istiyorum.





Kartpostal Mimi

Sevgili Ceren bir mim başlatmış, onun ilk mimi! Ben de hemen yapmak istedim. Bir ara çok kullandığım bir online kartpostal sitesi vardı. Biraz baktım ama bulamadım. Ararken karşıma çıkan sitelerden birkaç tanesini denedim ve şu site hoşuma gitti. İlk kartpostalımı yaptım. Ceren el emeği göz nuru yapmış kartpostalını. Ben hemen yapmak için biraz kolaya kaçtım. Ama içine sevgimi de kattığım için kabul olur diye düşünüyorum :D


Dipnot: Ben de Handan Abla'nın foto-şarkı fallarından esinlenerek bir şarkı sakladım kartpostalıma :) (Kartpostalın üzerine sağ tıklayıp bağlantıyı yeni sekmede aç derseniz açılacak şarkı :)



Pazar, Mart 29, 2020

Corona Günlükleri - 15. Gün

Bugün evde kalmaya başlamamızın 15. günü. Son 2 güne kadar öyle ya da böyle dışarı çıkıyordum ama 2 gündür tamamen evdeyim. Sahiller, parklar, bahçeler spor amaçlı yürüyüş/koşu dahil tüm etkinliklere kapatıldı.

Cumartesi günleri Arhavi'de pazar kurulur - kurulurdu -. Sabah tam gitmeye niyetlenirken pazarın kurulmayacağını öğrendim. Peşine polislerin sahildeki ağaçlara olay yeri bandı sararak sahili kapattığını gördüm. Öylesine şaşırdım ki bir an ölüp bedenimi terk etmişim de polis cinayet mahalini güvenlik kordonuna alıyormuş hissiyle izledim polisleri.

Hayat kıyamet senaryolu filmlere döndü iyice. 1-2 saat önce de çocukların market, pazar gibi yerlere girişi yasaklandı. Park - bahçe yasak, sahil yasak, market yasak... Ne yapayım ben şimdi çocuğu? Ben sokakta büyüdüm, çocuk ev hapsinde! Aklıma mukayyet olmakta zorlanıyorum. Bugün kendimi geçtim, çocuklara üzülüyorum. Televizyon, ödev, oyun, yemek... İyi de nereye kadar? Havalar ısınınca ne olacak? Parkı olan sitelerde oturanlar şanslı, günde 5-10 dk da olsa çıkabilir çocuklar. Keşke bahçeli bir evde otursaydık. Ufacık, 3x5 bilemedin 5x5 bir alana bile razıyım şu an. İki koşturup biraz zıplardık en azından açık havada. Bakalım ne yapacağız ilerleyen günlerde.

Sabahları iyice geç kalkmaya başladık. Geceleri çok geç yatıyoruz. Kalktıktan sonra rutinimiz şöyle:  kahvaltı, çizgi film, ödev, yemek, oyun, çizgi film, oyun, uyku. Ödev işini Evrim'le nöbetleşe hallediyoruz: bir gün o, bir gün ben. Onlar baba-kız ödev yaparken ben de spor yapıyorum.


Bugün Muay Thai öğrenmeye başladım Instagram'daki Koç Spor Topluluğu sayfası üzerinden. Online dersi Yılmaz Calayır  veriyor. Sıfırdan başladı derse. Duruş, direk vuruş, tekme ve dirsek vuruşlarını gösterdi. Kan-ter içinde kaldım ama çok da eğlendim. Stresimi attım. Evrim üzerinde denedim öğrendiklerimi :)))) O da bana nerede yanlış yaptığımı falan gösterdi. Yumrukları omuzdan çıkarmak gerekiyormuş, dirsekten değil :D Baya yumruk, dirsek, tekme derken nefes nefese kaldım. Antrenman 1 saat sürdü. Aralarda jumping jack, makas, squat, yerinde koşu gibi hareketlerle tüm vücudu komple çalıştırmış oldum.



Spordan önce biraz gitar çalışmıştım. Gitar derslerim belirsiz bir süreliğine ertelendi tabi ki Corona yüzünden ama vazgeçmedim. Bir arkadaşımdan gitar dersi videolarını aldım. İzleyerek çalıyorum kendi kendime. Hatta yeni bir şarkı öğrendim bile. Haluk Levent'ten gidiyorum. En son "Beni Biraz Anlasana"yı öğrenmiştim, videolardan da "Hani Benim Olacaktın"ı öğrendim. Her gün az da olsa çalmaya çalışıyorum.




Corona'ya ve ondan sebep içine düştüğümüz bu ev hapsine yenik düşmemeye çalışıyorum. Yıllardır yapayım, öğreneyim dediğim ne varsa hepsini tek tek yapayım diyorum ama bakalım bu ruh halim ne kadar devam edecek. 

Akıl sağlımızı korumak için arkadaşlarımızla ve ailelerimizle iletişim halinde kalmak çok önemli bu süreçte. Çeşit çeşit yeni uygulama var. Şimdilik arkadaşlar arasında sohbet için Houseparty ve Whatsapp kullanıyoruz ama sanırım yakında online dersler için de Zoom kullanacağız.  

Günler böyle geçiyor şimdilik ama çember giderek daralıyor gibi hissediyorum ve nefes almak giderek zorlaşacak gibi geliyor. Umarım bir an önce geçer gider bu günler.




Cuma, Mart 27, 2020

Aynı Göğün Altında




Aynı göğe bakan bir avuç insandık oysa...
Yer yarıldı, gök ayrıldı
Artık güneş bile ısıtmıyor kalplerimizi

...

Üzgünüm.
Bugün bahardan, umuttan bahsedemeyeceğim

...

I'm just feeling blue...



13.Gün: Gidip Gelen Bahar ve Gitmeyen Corona

"Sosyal mesafelendirme"nin 13. günündeyiz.

Geçen gün tam da ufuk çizgisinin kızıla boyandığı anda geldiğinden emin olduğum bahar çok da kalmadan yerini yağmurlu günlere bırakarak kaçtı yine. Corona yüzünden şimdilik 5 hafta evdeyiz. Okullar -eğer açılırsa- 4 Mayıs'ta açılacak. Arya ile uzaktan eğitim maceralarımızı diğer blogda anlattım dün. Bugünse ben durumla nasıl başa çıkıyorum daha doğrusu başa çıkamıyorum onu anlatacağım biraz.

Geceleri önce feci bir uyku basıyor, uykuya yenilmeyip biraz daha oturayım diye diye uykumu kaçırırsam 3'e, 4'e kadar uyuyamıyor ve dolayısıyla da sabahları uyanamıyorum. Zaten uyansam ne olacak? Ne yapacağım sabahın köründe kalkıp? Uyandıktan sonra kahvaltı faslı ve Arya ile ödev faslı var. Bunlar bile şu an bana çok zor geliyor ama kaçacak yer yok. Bunları atlattıktan sonra kendimi internete atıyorum ve kopuyorum dünyadan. O site senin, bu sayfa benim, bakıyorum, okuyorum, yorum yazıyorum ama öykü yazamıyorum. Aklımdan hayatlar, hayaller, öyküler geçiyor ama ben birini yakalayıp yazıya dökemiyorum. Kitap da okuyamıyorum. Mr. Kaplan hislerime şu cümleleri ile tercüman olmuş adeta:
"Açıkçası bugün sudan çıkmış balık gibiyim. Kitap okumak, yazmak, film seyretmek için bir fırsat bu değerlendirmek lazım. Yok öyle olmuyor. Sanki biri silah dayamış kafama, bana bunları yaptırmak istiyor. Ya da hepsini bir anda yapmak istiyorum. Üniversitede aldığım seçmeli dersim olan psikoloji "Introduction to Human Behavior" dan öğrendiğim bir konu geliyor aklıma: Eğer birden fazla şeyi aynı anda aynı şiddette isterse insan, çakılıp kalır hiçbirini yapamaz. İşte aynı bu haldeyim şimdi ben."

Tam olarak böyle bir ruh hali içindeyim ama bugün kırdım biraz döngüyü. Kalkıp spor yaptım. Sonra da çıktım yürüyüş yaptım. Akşam da günlerdir bir türlü açıp izlemediğim gitar derslerini izlemeye başladım hatta bir şarkının ilk dörtlüğünü de çaldım. 2 aydır gitar dersi alıyorum ama Corona yüzünden ona da ara vermek zorunda kaldım. Arkadaşlarla konuşurken bir arkadaşım "Ben video ile öğrendim, sana da vereyim" dedi. Videoları alalı birkaç gün olmuştu ama bir türlü açıp da bakmamıştım. Akşam 4-5 ders izledim. Umarım yarın daha da ileri gidip günlük plan yapıp uygulamaya başlarım :)

*Şarkıları bahara ithafen söylermiş gibi dinleyelim :)


Gel günahı boynuma gel
Dur birazcık, bir ara ver
Hasretin canımı tüketti 
Bari bir gün sohbete gel




Hakkında her şeyi duymak istiyorum 
Bu aşk değil de nedir 
Aklımda hep yine görmek yine öpmek filan 
Her şeyi tek tek anlat istiyorum 
Bu aşk değil de nedir 
Aklımda hep yine görmek yine öpmek filan 



Bu aralar en çok bu şarkıyı dinliyorum. Her yazıya ekleyebilirim kusuruma bakmayın lütfen :)



Pazartesi, Mart 23, 2020

An Absolute Impossible

How can an obvious impossible get more impossible?

Unfortunately, Life creates special ways and obstacles for each and every one of us without any hessitation.

So, an obvious impossible becomes an absolute impossible just in a few seconds.



 Obvious: Bariz
Absolute: Mutlak

Pazar, Mart 22, 2020

Aynı Göğün Altında...

"Bir gün, biri için, bahar geliverir" demiş sevgili DBE.

Geldi! Bugün, benim için geldi! Günün geceye kavuştuğu anda, karanlığın denizle birleşeceği yerde, kıpkızıl bir çizgiyle attı imzasını kalbime bahar! Kalır mı? Ne kadar sürer? Bilinmez ama bir anlığına da olsa geldi işte!







Dipnot: Yalın dinlemeyeli çoooooook uzun zaman olmuş. Instagram'da yaptığı canlı yayına denk geldim ve içtenliğine, samimiyetine, naifliğine hayran kaldım. Aşıkların mesajlarını okuması, istek parçaları çalması, onca konser deneyimi olmasına rağmen hâlâ ilk günkü gibi heyecanlanması... Ne bileyim, çok güzeldi işte :) Birkaç gündür dinliyorum, iyi geliyor :)





Cuma, Mart 20, 2020

Ağaç Ev Sohbetleri #30 - Koronavirüs Gündemi

Bu haftanın konusu Menfi Ebru Taş'tan gelmiş: Koronavirüs Gündemi.

Corona bizim gündemimize ülke gündeminden önce girdi maalesef. Çünkü İtalya'dan Amerika'ya İngiltere'den Almanya'ya, bir sürü ülkede arkadaşımız var. Onlardaki gelişmeleri takip ederken benzer durumların bizde ne zaman ortaya çıkacağını konuşmaya başlamıştık bile. Peki şu anda ne durumdayız?

Hayatlarımız artık bir filmden sahneler gibi. Gerçeklik algım ve dengem sınırda geziyor. Ciddiye alıp depresyonun dibine vurmakla, yok sayıp her şey normalmiş gibi yaşamaya devam etmek arasında gidip geliyorum. Bu yazacaklarımdan sonra muhtemel eleştirileri tahmin edebiliyorum ama yine de yazacağım.

Biz henüz "sosyal mesafelendirme"ye riayet etmiyoruz. Hopa küçük bir yer ve yapılacak çok fazla aktivite yok. Bu yüzden burada dostluklar çok önemli ve çok güzel. Bizim de 10-12 kişilik bir yakın arkadaş grubumuz var. Eşli, çoluklu çocuklu hep bir aradayız 4 yıldır. Geçen yıl tayin olup Antalya'ya giden arkadaşlarımız birkaç gün önce buraya geldiler ve o kadar özleştik ki görüşmemek bizim için bir seçenek bile değil. Grup olarak Corona'yı tartıştık aramızda Whatsapp üzerinden ve çoğunluk olarak görüşmeye karar verdik. Aramızdan bir çift grip belirtileri gösterdikleri ve birinin kronik rahatsızlığı da olduğu için evlerinden çıkmak istemedi. Hepimiz de bu kararlarını destekledik zaten.

Görüşmek üzere uzlaşan ekiple Salı sabahı kahvaltı yaptık, dün gece de yine bir masanın etrafında toplanıp şarkılar söyledik, hasret giderdik ve bir an hepimiz birbirimize bakıp şu an burada gitsek hiç üzülmeyiz dedik aynı anda. Aramızda bir anlaşma yaptık: ekipçe başka kimse ile görüşmüyoruz. Kendi aramızda görüşünce de öpüşüp koklaşmıyoruz. Tabi ki bu yeterli demek istemiyorum asla. Ama biz durumu etraflıca konuştuk ve bu yolda anlaştık. Başka türlüsüne hazır değiliz henüz. Buluştuğumuzda video çekip neler hissettiğimizi, bugünleri nasıl geçirdiğimizi kayıt altına alıyoruz ileride çocuklarımıza, torunlarımıza izletmek için. Genel olarak ortak fikrimiz bu virüsten kaçamayacağımız yönünde. Yani öyle ya da böyle yakalanacağız ama umarım zor da olsa atlatıp hayatlarımıza devam edeceğiz.

Biliyorum çok tedbirsiz hatta çok sorumsuzca davrandığımızı düşünenler olacak. En iyi ihtimalle fazla iyimser yaklaştığımızı, daha mantıklı davranmamızı söyleyeceksiniz. Sadece kendinizi değil, toplumu da tehlikeye atıyorsunuz diyenler de olabilir. Mümkün oldukça dışarıdan kişilerle temastan kaçınıyoruz. Zaten mevcut koşullarda herkes herkesin kişisel alanlarına ve kararlarına fazlasıyla saygı gösteriyor. Tüm bunları konuştuk. Birbirimize şu soruları sorduk: Hayatın neyi cazip, değerli olan ne, yaşamaya değen anlar neler? Cevaplar: Hayat mutlu olduğumuz anlar kadar değerli, hayat sevdiklerimizle güzel, hayatı yaşanmaya değer kılan anlar hep sevdiklerimizle birlikte olduğumuz anlar. Bunlardan feragat etmeye hazır değiliz. "Bir zahmet dişinizi sıkın, bu virüs derdi / riski / tehlikesi geçince görüşürsünüz." diyecek olanlara bir şey sormak istiyorum:

Şu hayatta neyin garantisi var? Kim biliyor yarına çıkıp çıkmayacağını? 3 gün görüşmeyelim derken bir daha hiç görüşememe riskini nasıl alabiliriz göze?

Demem o ki Corona'nın bizdeki etkileri çok derin aslında. Sevdiklerimizi ne kadar çok sevdiğimizin farkına varıp daha yakın olmak istiyoruz. Hayatın ailemizle, dostlarımızla, sevdiklerimizle güzel olduğunu iliklerimize kadar hissediyor ve bakışlarımızla, sözlerimizle, endişeyle "Nasılsın?" diyen seslerimizle ölçüyoruz olasılıkların ağırlığını. Öyle 2 haftalık bir "sosyal mesafelendirme" ile çözülebilecek bir sorun değil bizce bu durum. Daha ağır sonuçlara da içten içe hazırlanıyoruz.

Mevcut mesafelendirme uygulamasının bir sonraki adımda ciddi bir ev hapsine dönüşebilme olasılığını göz ardı etmemek lazım. Henüz fırsat varken yaşamı değerli kılan anlardan nasibimizi almaya çalışıyoruz. Hepimiz kocaman insanlarız, risklerin farkındayız. Evde kalana, tüm tedbirleri alana saygı duyuyoruz hepimiz. Biz de mümkün olan, elimizden gelen tedbirleri alıyoruz ve grup dışındaki kişilerle temas kurmamaya özen gösteriyoruz. Şimdilik herhangi bir semptom gösteren yok aramızda. Umarım böyle de devam eder.





Bahardan, çiçekten, böcekten, kedilerden bahsetmemiz gereken şu günlerde Corona'dan bahsetmek... Umarım bahar bitmeden yakalarız ucundan.

Bir de şuraya 3 tane film önerisi bırakmak istiyorum. Filmlerin aklıma gelme sebepleri Momentos ve Deep'e teşekkürler :)

Sefertası
A Hologram For The King
Terminal

Tom Hanks'e sevgimizi evrene bırakırsak hep birlikte eminim iletir bir şekilde :)

Salı, Mart 17, 2020

Corona Günlükleri ve TEDx Talks

Resmi olarak Cumartesi gününden itibaren "sosyal mesafelendirme" -karantina değil- uygulamasına başlandı. Bugün 6.gün. Hafta sonu rutin hayatlarımızda halihazırda tatil olduğu için nispeten kolaydı. Ama dün ve bugün daha ağır sanki. Malum okullar kapalı yani full time evdeyiz Arya ile (blogu takip edenlerin bildiği üzere İngilizce öğretmeniyim.) Peki nasıl geçiyor günler? 

Sabahları geç kalkıyoruz. Yatak keyfi, kahvaltı, çizgi film derken öğleden sonra oluyor. 3-4 gibi ödev yapıyoruz ki en büyük zorluğu bu kısımda yaşıyoruz. Normalde ödevlerini okul çıkışı etütte yaptığı için evde ödev yapma alışkanlığı yok maalesef. O yapmak istemiyor, ben de yaptırmakla uğraşmak istemiyorum ama elimiz mahkum yapıyoruz. Ödev bitince oyun oynuyoruz. Bu ara yeni favorimiz mangala. Onun dışında resim yapıyor, lego oynuyor, çizgi film izliyor. Ben de çok çok az kitap okuyorum, belki bir sayfa belki iki; bloglara bakıyorum, yarım bıraktığım öyküleri bitirmeye çalışıyorum, belki bir paragraf belki iki... Müzik dinliyorum, radyodan şarkı tutuyorum, yemek pişiriyorum, sütlü kahve - kuru yemiş keyfi yapıyorum, bol bol Instagram'da ve Whatsapp'te vakit öldürüyorum.

Eve kapandığımız bu süreç film ve diziler olmasa çok daha zor olurdu sanırım.  Sevdiğim filmleri izliyorum tekrar. Netflix'teki dizilere bakıyorum. Bazıları iyi, bazıları vasat. Dizilerden sıkılınca YouTube'a dalıyorum. TEDx konuşmalarına bakıyorum. Evrim'le birlikte dinliyoruz bazen. Bugün ilişkilerle ve evlilikle ilgili iki konuşma dinledik. Aşağıya bırakıyorum.



Evrim bu videoyu çok beğenmedi. Sebebi kadının "Ben her şeyi yaşadım, gördüm, ben biliyorum. Bu böyle, o öyle" gibi bir tavırla konuşması. "Her kesin algısı başka, evliliğe, aşka bakışı farklı ama kadın olayı çözmüş gibi konuşuyor." diyerek tavır aldı kadına Evrim hafiften :) Kadının tavrı biraz "bilmişlik" barındırsa da ben söylediği bazı şeylere katılıyorum.



İzlediğimiz ikinci videoyu ikimiz de beğendik. Bir sürü cümleyi not almak istedim izlerken. Hep düşündüğüm ama net şekilde bir cümleye bağlamadığım düşüncelerimi dile getirmiş Psikiyatrist Mehmet Sungur :) 

"Aşk bir görme kusuru ise evlilik de onun tedavisidir. Çünkü evlendiğiniz zaman hayal edileni değil, elinizde olanı görürsünüz. Aşk hayal edilenle gerçek arasındaki fark, fark edilinceye dek geçen zamandır."

"Aşk başınızı döndürür, sevgi dünyayı."

"Aşk bir ihtiyaç, sevgi bir sanat?"

"Aşk bulunan bir şey, sevgi özenle büyütülüp geliştirilen bir şey."

"Aşk: Seni seviyorum çünkü sana ihtiyacım var. Sevgi: Sana ihtiyacım var çünkü seni seviyorum."

"Aşk yakıcıdır, sevgi ısıtıcı."

"Aşk coşkulu, sevgi dingin...."

Böyle bir sürü tespit var videoda. Bir de sonlara doğru affetmekle ilgili çok güzel tespitler var. Sadece sadakatsizlik olarak bakmamalı bence. Geçmişte yaşanılan her şey için geçerli affetmek. Yola devam etmek için, geçmişi değil geleceği kurtarmak için affetmek gerekli. 

"Affetmek geçmişi değil, geleceği değiştirmek için yapılan bir işlemdir."

Sungur'un söylediklerinin çoğuna katılsam da pek katılmadığım fikirleri de var: 

"Aşk bittiğinde aşkın yerine gelecek olan duygunun en az aşk kadar doyurucu olduğunu bilseydik "Aşk ne zaman biter?" sorusu hâlâ bu kadar önemli olur muydu?"

Aşk ve sevgi birbirinden çok farklı iki olgu, çok farklı iki his. Biri diğerinin yerini, boşluğunu dolduramaz bence. Tabi ki aşk bitip yerini sevgi alınca o sevgi sonsuza dek sürebilir. Ama aşkın yeri, coşkusu, heyecanı, acısı, sancısı, tekinsiz sularda yüzme hissi ayrı, sevginin yeri, yüceliği, dinginliği, güvenli limanlarda dinlenme huzuru apayrı.

Aşktan bahsedip şarkılara uğramadan olmaz :) 




Dipnot: Bir de bir şarkıda şöyle diyordu: "Seni öpüyor gibi bi'şey şarkı söylemek"


Cumartesi, Mart 14, 2020

Cuma, Mart 13, 2020

Kazanırken Bırakmalısın Bazı Oyunları

Kazanırken bırakmalı bazen oyunu. Kaybederken bırakılmıyor çünkü kötü alışkanlıklar. Dibe vurdukça daha çok kapılıyor insan. Bataklığa düşmek ve çırpındıkça batmak gibi. "Şimdi kazanacağım, şimdi toplayacağım. Bir tuttursam tüm kaybettiklerimi geri alacağım." diye diye batıyor insan.

...

Leyla'nın 3. gidişiydi kumarhaneye. Daha önceleri küçük miktarlarla oynamış ve yine küçük miktarlar kazanarak ayrılmıştı kumarhaneden. Ama bu gece büyük oynamaya gelmişti. Şansına güveniyordu. Hayat'ın ona borcu vardı. Büyük kayıplar yaşamıştı, şimdi büyük kazanma sırası ondaydı. Ya da belki de öyle olduğuna inanmak istiyordu sadece.

Rulet masasına oturduğunda gerçekten de şansı yaver gitmiş kısa sürede parasını üçe katlamıştı. Leyla için büyük bir zaferdi bu ama yeterli miydi? Tabi ki hayır. Leyla daha fazlasını istiyordu. Tüm kayıplarının acısını bir gecede, şu masadan çıkarmak istiyordu. O kadar kaptırmıştı ki kendini damarlarından kan değil safi adrenalin akıyor, aldığı heyecanla karışık hazdan başı dönüyordu. Topun dönüşünü izlerken kalp atışları hızlandıkça hızlanıyor ve kazandıkça şen kahkahaları salonu dolduruyordu. Bir süre sonra etrafını bir kalabalık sarmış, salondaki herkes arka arkaya kazanan şu sarışın güzel kadından bahseder olmuştu. Ne şanslıydı ama!

Leyla kazandıkça salondaki hava değişmiş, herkes kendi oyununu bırakmış Leyla'nın olduğu rulet masasının başına toplanmıştı. Leyla kazandıkça kazanıyordu. O kazandıkça salonu kah şen kahkahalar kah gergin bir sessizlik kaplıyordu. Leyla her turda aynı sayılara oynuyor ve sürekli kazanıyordu. Arada oynadığı miktarlarda değişiklik yapıyor, tamamen içinden geldiği gibi oynuyordu. Sonra birden durdu ve masayı terk etmeye karar verdi. Herkes şaşırmıştı. "Şansı bu kadar yaver giden biri nasıl olup da bırakabilirdi oynamayı?"

Belki bir süre daha kazanmaya devam edebilirdi Leyla. Hiç birimiz bilemeyeceğiz. Ama Leyla biliyordu ki şu hayatta hiçbir şey karşılıksız değildi. Ne kadar verirse o kadar alıyordu Hayat. Leyla'dan önce almış, şimdi vermişti. Haddini aşarsa elbet fazlasını alırdı Hayat geri. Peki nerede durması gerektiğini nasıl bilmişti ki Leyla?

Çok da zor değildi aslında duracağın anı bilmek şu hayatta. Leyla topun dönüşünü heyecanla izlerken birden bir sancı hissetmişti, tam da iyileşeli sadece 1 ay olan dikiş izlerinin altında. "Bu kadar da şans olmaz canım! Kaybetmesi yakındır." diyenleri duymaya başlayalı çok olmamıştı. Leyla şansını zorlamaması gerektiğini biliyordu. Üstelik canı hiç "Kumarda kaybeden aşkta kazanır" sözünün doğruluğunu test etmek istemiyordu. Zaten her şeye aynı anda sahip olamazdı insan. Leyla, bu gece kaybetmeye değil, kazanmaya, alacağını alıp yoluna devem etmeye gelmişti. Öyle de yaptı. Kazanırken, işler yolunda giderken, şans ondan yanayken, bırakmanın en zor olduğu anda içi gide gide, yana yana kalktı masadan.

...




Dipnot: Sonra n'oldu Leyla'ya? Henüz bilmiyorum. Belki evine dönüp kazandıklarıyla mutlu oldu, belki yetmedi elindekiler. Kazanmanın hazzı içine öylesine işledi ki tekrar denemek istedi şansını belki de. Dedim ya henüz bilmiyorum. Bakalım kolektif bilinç fısıldayacak mı bir kez daha Leyla'nın ismini ve hikayenin devamını kulağıma :)

Salı, Mart 10, 2020

Cumartesi, Mart 07, 2020

Tüm Modlar Tam Kapasite (Yayınlayıp Kaldırdığım Yazı)

Hayatın içinde farklı rollerimiz var: kadın, erkek, anne, eş, evlat, kardeş, öğretmen, doktor, avukat... Ben bu rollere mod (Evet, yine İngilizce'den bir kelime: "mode") demeyi seviyorum. En çok şu 4 modu kullanıyorum:

1) Sadece Ben
2) Anne (Arya, Kağan, hatta bazen Evrim için bile)
3) Eş
4) Öğretmen

Bir süre önce "Sadece Ben" modunda geçirdiğim süre yetmediği için arızalanmış, tüm modları askıya almıştım. Sadece "Ben olmak" istiyorum diye kendimi ordan oraya vuruyordum. Yanıma yanaşanı da gözüm görmüyordu, uzaklaşanı da. Tek derdim "Ben olmak"tı. Ama kim olduğumu da, nasıl "ben" olacağımı da bilmiyordum. Sadece şikayet edip esip gürlüyordum ama arkası boştu. Ne istiyorsun diye sorsalar verecek cevabım da yoktu sanki. İşte klasik şeyler: daha çok okumak, daha çok gezmek, dünyayı görmek, kendime vakit ayırmak, yazmak... Bla Bla blah... Sonra eşim bir gün "Ne istiyorsan yap! Yeter ki sızlanıp ağlanma artık!" diyerek isyan etti.

Peki ne istiyorum? Gerçekten elimde fırsat olsa neyi değiştireceğim? Kendi başıma vakit geçirmek, arabaya binip saatlerce sürmek, sağa çekip gün batımını izlemek, arkadaşlarımla vakit geçirmek, yazmak, hayal kurmak... "Anne" olmamak, "eş" olmamak, "öğretmen" olmamak... Sadece "BEN" olmak işte! Anlattım hepsini eşime.

Ben olmak için ne gerekiyorsa yapıyorum bir süredir. İyi geliyor. İstediğim kadar ben olunca diğer modları açıp kapatmak da kolaylaşıyor. Bu haftasonuna ben olarak başladım, eş olarak devam ettim, anne moduna geçip Arya'ya kakaolu kek, bize ıspanaklı yalancı börek derken rekorlara koşarak kapatıyorum :)) Hatta arada 2-3 saatliğine evden kaçıp tek başıma kahve, araba, sahil keyfi bile yaptım ki nasıl iyi geldi anlatamam :) Yarın sabah itibariyle de öğretmen modundan devam edeceğim.

Kısacası demem o ki her şey "Ben olmak"la başlıyor. İnsan kendi olup nefes aldıkça başkaları için de nefes olabiliyor. Ama "Ben olmak" o kadar kolay değil. Kim olduğunuz, kim olmak istediğiniz, olmak istediğiniz kişi ile olmak zorunda olduğunuz kişinin çıkar çatışmaları... Sorular çok, çözmek zor. Öyle hadi deyince olmuyor yani. Ama denemeye değer :)


Dipnot: Yazıyı yayınladıktan sonra Hayat'tan korktuğum için kaldırmıştım ama işe yaramadı. Hayat yaptı yine yapacağını o yüzden yayınlıyorum tekrar. Bitmez bir kavga bu Hayat'la aramda. Akışına nasıl bırakılır bilmiyorum. Kabul etmekse fıtratımda yok maalesef. İki ileri bir geri bitecek bu hayat. Kah ben kazanacağım, kah Hayat!' Dedim ya son nefese dek bitmeyecek bir kavga bu hayat!

Perşembe, Mart 05, 2020

Olmayacak Duaya Amin Denmez

- Hele sen bir de, olmayacağı ne malum?

- Cıks. Yemiyor Hayat!

                                      ...

Deniyorum. Her gün sıfırdan, sil baştan. Bazı günler harikayım. Başarıyorum. Bazı günler ne yapsam olmuyor. Yerlerdeyim. Geceler mi? Onu hiç sorma! Ben mi şu karanlık denizin içindeyim, yoksa o karanlık deniz mi benim içimde bilemiyorum.

Bir tepesindeyim tahteravallinin, bir yerlerdeyim yara bere içinde. Fırtınanın ortasında kalmış bir küçük tekneyim kimi zaman. En büyük fırtınalara bile göğüs gerebilecek kocaman bir geminin pruvasıyım tüm cesaretimle başka bir zaman. Ayaklarım yerde, aklım havada! Ya da denizde galiba. Kış soğuğuna rağmen saçlarıma tuzlar yapışsın istiyorum sonbahardaki gibi. Ama işte gece olmasın. Kararıyor her şey.

Kendimi aramaktan o kadar çok yoruldum ki bitsin istiyorum ama bitmesini ne kadar çok istiyorsam, ben olmayı da o kadar çok istiyorum. Aynı anda hem ben olmak hem de huzur bulmak, kimseyi üzmemek istiyorum ama ne mümkün! Çok yaman bir çelişki! Keşke zararı sadece bana olsa! Maalesef öyle değil.

O karanlık denizden kaçmak yerine aydınlatmak için kendimi, evi, içindekileri, dışındakileri, şehirleri, yeri göğü, dağı tepeyi de yakıyorum usul usul. Bir yangın başlıyor kimsenin bilmediği bir yerde. Bir yangın yakıp kül edecek değdiği her şeyi  herkesin gözü önünde.


Dipnot: Ne zaman tamam çözdüm desem, denklemi değiştiriyor Hayat. "Aaa şurda da şöyle bir parantez vardı canım. Unutmuşum ben. Ekledim. Bir daha çözüver sen." diyor sanki. Acımasızca ama itiraz da edilemeyecek bir kibarlıkla alay ediyor adeta. Belki de hepsi benim iyiliğim için ama ben henüz göremiyorum tam olarak. İstese çok daha sert vurabilir ama insaflı davranıyor şimdilik. Bakalım beni adam (?!) edebilecek mi göreceğiz birlikte. 

Pazartesi, Mart 02, 2020

Kimsin Sen? - Ağaç Ev Sohbetleri #27

Ağaç Evi çok seviyorum. Okumak, yazmak, yorum yapmak, diğer yorumları okumak, yeni bloglar keşfetmek... Her yönüyle çok şey katıyor insana. Bu hafta konuyu seçme şansı benim oldu :)

Haftanın soruları şöyle: 

1) Kimsin sen? Kendini ne kadar tanıyorsun? 

2) Sahi, nasıl tanırız kendimizi? Nasıl buluruz hayattan ne istediğimizi? 

3) Ne kadar gerçekten "ben" olabiliriz acaba? 

Daha önceki özgürlük konusunu çağrıştırıyor ama şöyle düşünebiliriz belki: Tut ki toplum baskısı yok. Sen biliyor musun kim olup ne yapmak istediğini? Yani bazen insan daha ne istediğini, kim olduğunu bilmeden tüm suçu topluma ve toplum baskısına atabiliyor. Bence birçoğumuz bilmiyor hayattan ne istediğini. Yani toplum "Hadi, buyur! Yap istediğini!" dese ne yapacağını bilemeden öylece mal gibi pardon şaşkın bir halde kalabiliriz çoğumuz.

Hadi beraberce düşünelim şimdi kim olduğumuzu.

1) Kimim ben?

33 yaşında evli barklı, çoluklu çocuklu bir kadınım. 

Evlenmek için sevgilisini 6 yıl beklemiş bir kızdım, şimdi birlikte yapacağımız bir şeye 10 dk geç kalmaya dayanamıyorum. 

Mutlu ama acemi bir anneydim, şimdilerde mutsuz anneler kulübünün en gedikli üyesiyim. 

3 dil biliyordum, Dünya'yı gezecektim. Netflix olmasa İngilizce'yi bile unuturum ki İngilizce öğretmeni olduğum halde!

Eskiden kitap canavarıydım. Kitap kurdu değil, bildiğin kurabiye canavarı gibi yalar yutardım bir günde 500-600 sayfalık kitapları. Şimdilerdeyse kitap okuma özürlüsüyüm.

Yazardım, şairdim. Sayfalarca, dizelerce yazardım. Şimdilerde bölük pörçük, sonu olmayan hikayeler anlatıyorum sadece.

Peki tüm bunlar yeterli mi "beni" tanımlamaya? DEĞİL!

2) Sahi, nasıl tanırız kendimizi? Nasıl buluruz hayattan ne istediğimizi? 

Mr. Kaplan'ın şu yazıya yaptığı bir yorumu buraya taşımak istiyorum.

"Kendimizi nasıl tanırız Mrs. Kedi? Koklayarak? Hayır, anlamsız. Tadımıza bakarak? Komik :) Görmek suretiyle? Eh, ne kadar tanıyabilirsek? Ayna ayna güzel ayna, söyle bana benden güzeli var mı dünyada? Aynalar da aldatabilir bazen bizi, taktığımız maskelerle.

Dokunmak? Zannetmem. Kendi sesimizi dinlemekle tanır mıyız kendimizi? İç sesimiz değil bu, dikkatinizi çekerim :) Yok, bu da mümkün değil. O zaman bütün bu duyu organlarının merkezi olan beynimizde tanımak zorundayız kendimizi. Hiçbir organımıza ihtiyaç duymadan, aracısız, doğrudan. Düşünerek, aklımızı kullanarak sadece. O da yetmiyor işte!"

Keşke kavun gibi koklayarak anlayabilsek, tanıyabilsek kendimizi. Ama ne mümkün!

Kendimizi ne zaman tanırız biliyor musunuz? Başkalarını uzaktan izleyip eleştirdiğimiz bir durumda bulunca tanırız! İşte tam o anda gerçek yüzümüz, gerçek benliğimiz ortaya çıkar. Hiç bilmeden ahkam kestiğimiz şeylerle burun buruna gelince işler değişir. Örnek vereyim.

Kızım 2 yaşına girene dek bizzat ben baktım 7/24. Ama 2 yılın ardından evden kaçacak hale gelmiştim ve işe girdim. O sıralar henüz bebek sahibi olmayan bir arkadaşım "Ayy, nasıl kıyacaksın bebeğine? Ben bırakamam kreşe falan, kendim bakarım." demişti. Sonra çocuğu oldu ve bam 6. ayda işe başladı. Tabi ki yüzüne vurmadım ama kendisi "Rüya, hiç öyle sandığım gibi değilmiş. İşe gitmesem deliririm." dedi. Gördüğümüz üzere farazi varsayımlarla "mükemmel" olmak, her koşulda "doğru" olanı yapmak kolay ama iş başa gelince pek de öyle değil.  

Daha önce bir yazımda bahsetmiştim. Sevmediğimiz bazı kişilerde -her zaman ve herkes için demiyorum- ya kendimizden bir parça vardır, inkar edip görmezden geldiğimiz ya da olmak isteyip de olamadığımız bir hal. O kişiyi eleştirir dururuz. Ama elimize fırsat geçse tam da o kişinin yaptığı/yapacağı şeyi yapma olasılığımız çok yüksektir aslında.

İyi günümüzde tanıyamayız kendimizi. İhtiyaç da hissetmeyiz. İşin sırrı kötü günde ne yaptığımız. Hani bir söz vardır, "Birini tanımak için onunla ya alışveriş etmeli ya yola gitmeli." diye. Kendimizi tanımak için de yolculuğa çıkmamız, kendimizle bir alışveriş yapmamız gerekir. Şimdi "ben"den mevcut yaşam koşullarımı, imkanlarımı alsam, dımdızlak sokağa bıraksam beni, ne olur? Ne kalır geriye ve o kalan nasıl devam eder hayat yolculuğuna? diye düşününce tanıyabiliriz kendimizi bence. Ama tek bir kural var: "Dürüstlük" Kimseye anlatmasak bile sadece kendimize karşı dürüst cevaplar vermeliyiz. 

3) Ne kadar gerçekten "ben" olabiliriz acaba? 

İşte geldik en zor kısma. Hadi tanıdık kendimizi, hayattan ne istediğimize de karar verdik. Peki bunu gerçekleştirecek cesaretimiz var  mı? Bu aşamada yol çatallaşıyor. Bana göre 3 yol var.

1) İstediklerimizi elde edip kendimiz olmak için elimizden geleni yapmak,
2) Cesaretimiz olmadığını, "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak" istemediğimizi kabul edip k.çımızın üstüne oturmak.,
3) Kaçak oynamak. Yani hem durumdan şikayet etmeye devam etmek, hem de komple değiştirmeye yanaşmadan sistemin açıklarından faydalanmaya çalışmak. Bu üçüncü seçenek en zoru. Çünkü her sistemin bir kırılma noktası var.

Ben kendim olmakla ilgili halihazırda uzun uzun yazdım. Onu da Şuraya bıraktım.

Dipnot: "Müzik önerilerine açığım. Acilen çıkmam gerek, siz yazın ben ekleyeyim." dedim ve bu şahane şarkı geldi sevgili DBE'den :) kalp... kalp... kalp...






            

Hayat, sen bambaşka planlar yaparken başına gelenlermiş gerçekten...

Bu akşam bir elimde kitabım, bir elimde sıcak çikolata ile tam kendi kendime "Huzur bu işte" derken telefon çaldı ve kardeşim ağla...