Cumartesi, Ağustos 31, 2019

Sahip Olduklarımız ve Peşinden Gitmek İstediklerimiz

Bir zamanlar peşinde koştuğumuz hayaller gerçekleşip sahip olduklarımıza dönüşünce, hele de hayatımız o gerçeklikte rutine bağlayınca bir haller oluyor bize. (Size olmuyorsa üstünüze alınmayabilirsiniz :)

Rahat batar bazen, zamanında kendimizi zor attığımız güvenli limanlar, sakin huzurlu hayat sıkıcı gelir. Yetmez. Hayallerimizin peşinde koştuğumuz o hareketli, o zorlu günler, fırtınalı denizler daha heyecanlı daha cazip gelir zihnimize. Bir arayış başlar o zaman. Belki de hiç fark ettirmeden alttan altta yıllardır ordadır da bir anda açık kapı bulup çıkıverir ortaya adını koyamadığımız hislerimiz, huylarımız, isteklerimiz. 

Rutinden sıkılınca ruhumuz, bir ateş alevlenir içimizde çerçevelerin dışına çıkmak için. Yazmalı, çizmeli, çalmalı, söylemeliyim der ruhlarımız. Birden şarkılar hep bizi anlatır, kuşlar cıvıldar, güneş parlar. Yağmur bile yağsa bizim hüznümüzden yağar. Evin renkleri soldukça dışarıdaki hayatın renkleri daha bir canlanır sanki.  Turuncular, pembeler gün batımı kızılı, maviler deniz lacisi, kırmızılar boğa çatlatan*... 

O güne dek sadece dururken bir anda durup durup gitmelerimiz gelir. "Ah başımı alıp şöyle bir yola, yolculuğa çıksam, yol nereye götürürse oraya varsam, uzaklara gitsem. Dağlara, tepelere vursam kendimi, doğayla bütünleşsem" ya da "Hiç bilmediğim ülkelere gitsem, sınırlardan geçsem, görmediklerimi görsem, bilmediklerimi öğrensem." hayalleri esir alır benliğimizi. Gül gibi işimiz, evimiz, hayatımız, düzenimiz işkence gibi gelir. Başka bir şeyler yapmam lazım, her şey çok sıradan deyip susarız dışımızdan ama içimiz "Bu kadar basit olmamalı! Bitti mi yani her şey şimdi? Bu mudur hayat? Bu kadar mı yani? Bugünden ölene dek her gün aynı sabaha uyanıp her gece aynı uykulara mı yatacağım?" diye isyan bayraklarını çeker. Kimimiz bir cesaret çıkarız o yollara, koşarız bilinmeyene. Ne buluruz, ne kadar tatmin oluruz, mutlu olur muyuz? 

Değişir! 

O yola çıksak da çıkmayıp içten içe özlem duysak da eninde sonunda döneriz kürkçü dükkanımıza. Dükkan aynı değildir belki ama yaşanacakların muhteviyatı aynıdır. Yine rutine biner hayatlar. Bilinmezliğin cazibesi bilindikçe söner.  

Tüm bu haller de geçer elbet. Ne geçmedi? Neler bitmedi ki? 

Hani bir zamanlar en sevdiğimiz, arka arkaya defalarca kez dinlediğimiz o şarkıyı hatırlıyor musunuz? Şimdi hiç içimizden gelmiyor dinlemek. Arada tesadüfen duysak yine dinleriz tabi ki severek ama o ilk baştaki gibi bize "bizi" anlatıyor gibi gelmez. Kalkıp günlerce bağıra çağıra söylemek aşırıya kaçmak gibi gelir gözümüze. Gençlikte okuduğumuz bir kitap, izlediğimiz bir film, dinlediğimiz bir şarkı... Şimdi okusak / izlesek / dinlesek o kadar derinlere nüfuz etmez. (İstisnalar kaideyi bozmaz. Yazar dünya klasiklerinden bahsetmiyor burda :) 

Kısacası bir kısır döngü hayat! Bir şeylerin peşinden koştuğumuz, elde edince sıkıldığımız, başka şeylerin peşine düşüp önce başladığımız noktaya sonra da tükendiğimiz noktaya vardığımız. Eldekini bırakıp gitmeye değer mi, varılacak yerler bırakıp gidilenlerden evla mı iyice düşünmeli insan böyle anlarda.

Edit: Tabi bir şeyleri bırakmadan, vazgeçmeden de yeni şeylerin peşinden gidilebilir bazen. O zaman yeni pencereler açılır ufka doğru. 


*Dipnot: Boğaların kırmızıya karşı hassasiyeti yoktur aslında. Hatta renk körüdür boğalar. Onları sinirlendiren matadorun ve pelerinin hareketleridir sadece.


Cuma, Ağustos 30, 2019

1 Değil 2 Mim Birden :)

O kadar ferahladım ki beklediğim haberi alınca şimdi 1 değil 2 mim birden cevaplayacağım :)

Mimlerden ilki İrem Can'ın "Kitap Mimi". O kadar çok blogger cevaplamış ki ilk kimde gördüm hatırlayamıyorum (Taha olabilir ama emin de değilim pek) maalesef ama bunlar da benim cevaplarım:

1) Kitap size ne kattı?

Of anlatmakla bitmez ki! Günlerimi, gecelerimi aydınlattı, dertleri unutturdu, yaralarımı sardı, ufkumu genişletti, bambaşka dünyaların, bambaşka hayatların var olduğunu gösterdi, önce büyüdüğüm şehirdeki en iyi Anadolu lisesini, sonra da istediğim üniversiteyi kazanmamı sağladı. Kısaca kitaplar tüm hayatımı, hayallerimi, kişiliğimi şekillendirdi ve hâlâ hayatıma ışık oluyorlar.

2) Kitap arkadaş mıdır sizce?

Bence kitap sıradan bir arkadaştan öte can yoldaşım. Alır götürür beni uzaklara ne zaman kaçmak istesem dünyadan. Arkadaşlarımın bile bana ulaşamadığı, yanımda olamadığı anlar olur ama kitap her zaman elimin altında. Kapağını açıp içine sığındım mı korkmam artık. Başkalarını bilmem de benim için hep böyle oldu :)

3) Neden kitap okuyorsunuz?

Yoksa çekilir mi şu tek düze hayatlarımız? Tek bir hayat yeter mi? Kitapların her biri başka bir hayat. Ne kadar çok okursam o kadar çok hayatım oluyor. Tek bir hayata sığmayacak hayallerim kitap karakterlerinde can buluyor. Kitap beni besliyor. Kitaplarda kavuşamadığım hayalleri de oturup kendim yazıya döküyorum. Kitapsız bir hayat düşünemiyorum. Kitap okumanın, farklı dünyalara/rüyalara dalmanın tadına henüz varmamış olanlara çok üzülüyorum. Neler kaçırdıklarından haberleri bile yok!

4) Kitabı ne sıklıkla okuyorsunuz?

Öğrenciyken çılgınca okurdum. Derslerde bile sıranın altında açık olurdu romanlar. Üniversiteden sonra iş hayatına dalınca azaldı okumalarım ama sonra arkadaşlarımdan biri whatsapp üzerinden bir kitap kulübü kurarak yıllık hedefler belirlememizi ve birbirimizle paylaşmamızı sağladı. Yine de istediğim kadar çok okuyamıyordum ki eşim bana bir e-reader aldı ve dünyam cennete döndü. Şimdilerde gece gündüz, yerde, gökte, evde, yolda, uçakta, plajda, okulda sürekli okuyabiliyorum. Çantamda her daim minumum 80-90 kitap var! Seç, beğen, oku! Bildiğim en muhteşem bağımlılık :D

5) Hangi tür kitapları okuyorsunuz?

Of çok zor soru! Son yıllarda feci bir bilim kurgu fanatiği haline geldim. Aldous Huxley, Asimov, Frank Herbert favorilerim. Vakıf ve Robot serisi, Dune serisi, Yeni Cesur Dünya... Sonra George Orwell ve 1984 distopyası! Ah o kadar çok kitap yazasım geldi ki şimdi buraya. Ama bunlar dışında da çok sevdiğim romanlar var tabi ki! Agatha Christie ve Hercule Poirot'sunu çok severim. Amerikan Kültürü ve Edebiyatı mezunu olup da Poe'yu es geçmem mümkün değil tabi ki. Seçmeli İngiliz Edebiyatı derslerimiz sağ olsun ucundan kıyısından Shakespeare'e bulaşıp da sonelere vurulmayan var mıdır acaba? Sonra fantastik edebiyat severim Drizzt Do'urden serisi favorilerimdendir. Türk yazarlara gelince Sabahattin Ali beni tam kalbimden vurmuştur. Şair ve şiir sevdam Özdemir Asaf'ın "Mum Alevi ile Oynayan Kedi'nin Öyküsü" ile başlayıp Orhan Veli'nin "Ciğerci'nin Kedisi"ne kadar uzanır. Ah anlata anlata bitiremem ki ben burada sevdiğim kitapları :( Ben en iyisi bir tane sevdiğim yazarlar/şairler/kitaplar postu yazayım uzuuuuuun uzun :D

6) Kitap yazmayı düşündünüz mü?

Yazıyorum. Hali hazırda bir biyografi ve bir de iki farklı karakterin gözünden anlatılan çift taraflı yazılıp okunacak bir roman olmak üzere 2 ayrı kitap yazma girişimim var. Bitmeleri çok zor ama yazması keyifli. Ayrıca eşimle ortak bir kitap yazma hayalimiz de var. Bir de tüm kısa öykülerimi bir kitapta toplama hayalim de var tabi :)

7) En sevdiğiniz yazar kim?

Ama olmaz ki! Böyle sorulmaz ki! Seçemiyorum ki! 5. sorudaki cevabıma göndereyim ben sizi ama orası da buz dağının görünen kısmı sadece diyeyim siz anlayın halimi :D

8) Kitapları ciltler misiniz?

Hiç gerek duymadım. Her kitabın kendi özgün kapağını severim. Renginden, boyundan tanırım taaa uzaktan bile görsem :)

9) Gezi kitaplarını sever misiniz?

Sevmem. Mümkünse kendim gezip görmek isterim. Kendim gezemiyorsam da hiiiiiç görmeyeyim, boş yere içim gitmesin, aklım kalmasın :P Eskiden Atlas dergisini alırdım, hep içimde ukte kaldığı için bir süre sonra bıraktım. Sadece çok sevdiğim arkadaşlarımın gezi yazılarını okurum ara sıra.

10) Kitap alırken kapağına göre mi seçersin?

Hayır. Yazarına göre, türüne göre seçerim ya da okuduğum/güvendiğim bir incelemeye göre. Bazen de arkadaş tavsiyesi ile :)

Ayyy ne kadar uzunmuş bu mim ya :))))

İkinci mim ise beni Aysu'nun davet ettiği Can Uzunyol'un hayata dair sorularından oluşan "Bir Mim Gelir Bir Mim Gider" :

1) Yaşınız 60-65 geldiğinde yaşamak istediğiniz yer?

Hımmm. Bilmiyorum. O yaşta nerde, nasıl yaşamak isterim kestiremiyorum ama o yaşa gelmeden önce mutlaka yaşamı deneyimlemek istediğim yerler var. Mesela Floransa, Barselona, Kuzey ülkeleri... Sonra kendi memleketim, eski adıyla Pergamon, şimdiki haliyle Bergama... Son durak neresi olur bilmiyorum ama oraya varana dek gitmek istediğim çok yer var.

2) Bir hedefiniz var mı? Varsa ne/neler?

Evet kısa vadeli ve orta vadeli hedeflerim/hayallerim var. Katıldığım ve katılacağım toplamda 3 farklı bilim kurgu yarışmasından en az birinde ilk 5'e, hatta belki de ilk 3'e girmek ilk hedefim. Bir de öğretmenler arası Anadolu konulu bir kısa hikaye yarışmasına katılacağım. Onda da il çapında dereceye girsem değmeyin keyfime :) Orta vadeli hedeflere gelirsek daha sakin bir anne olmak, Arya'yla anne-kız ilişkimizin inatlaşmalara değil de güvenli sağlam temellere dayanmasını sağlamak.
En uzun vadeli hedefime gelirsek sanırım eninde sonunda bir gün iç huzurumu bulup denge kurabilmek.

3) Bloggerla nasıl tanıştınız? 

Ben ortaokul 2'den beri çok okuyup, liseden beri de hep yazarım. Kompozisyon ve şiirle başlayan tutkum kısa öyküler ve hâlâ bitmeyen roman denemelerim ile devam ediyor. Üniversite yıllarımda ankira.com (yanlış hatırlamıyorsam tabi) diye bir edebiyat sitesi/forumu vardı. Öykülerimi orda yayınlıyordum. Nicknamemim "Lilith"ti. Lilith'in ağzından yazıp anlatıyordum isyankar gençlik hezeyanlarımı. Epey de takip edenim vardı. Hatta yazmayınca üzülen, hadi yazsana diye baskı yapan fanlarım vardı. Gençlik işte :D Ama bir süre sonra ankira.com kapandı. Ben de öykülerim kaybolup gitmesin diye çare ararken blogger'ı keşfettim. Sonra da öykülerimi buraya yazmaya başladım. 2009 senesinden beri de devam ediyorum blog yazmaya. Bu blogdan sonra bir tane yemek blogu, bir tane anne-bebek blogu açtım.  Bir tane de yakın arkadaşlarımla birlikte sağlıklı yemek sitesi açtık ki çok da iyi giderken hayat bizi bambaşka dertlerle bambaşka yerlere sürükledi ama site hâlâ duruyor.

4) Gurur duyduğunuz başarılarınız varsa neler?

Var :) En çok gurur duyduğum şey kendi ayaklarımın üzerinde durabilmek! Sonra feci bir kitap kurdu olmak, okuduklarımdan beslenip yazmaya heves etmek. Yıllarca sadece kendim için, kendi kendime yazdıktan sonra bir gecede yazdığım bir öykü ile yarışmaya katılıp ilk denemede ucundan ilk 10'a girip 9. olmak, ardından katıldığım ikinci yarışmada 7. olmak :) Şimdi yeni yarışmaların peşindeyim.

5) Boş vaktinizde neler yapıyorsunuz?

Kitap okuyorum, müzik dinliyorum, öykü yazıyorum, blog sayfalarında geziniyorum. Arkadaşlarımla buluşup hayatı paylaşıyorum. Hava güzelse derede yüzmeye bayılıyorum. Balkonumdan ya da mutfak penceremden muhteşem gün batımları izliyorum. Tek sıkıntı çalışan bir anne olduğum için öyle çok boş vaktim yok ama fırsat buldum mu hiç boş geçirmiyorum :)


Dipnot: Buraya kadar okuduysanız vallahi helal olsun! Bu kadar uzun tutacağını hiç düşünmemiştim ama oldu artık n'apalım :D

Zil takıp oynamaya 5 kala

Oh be!

Bugün güneş daha parlak, ağaçlar daha yeşil, deniz daha mavi!

Bugün hayat çok güzel be arkadaş!

Hem ne demişler "Sağlık olsun da gerisi hallolur be canım!" :)




Ben Gencim Ama İhtiyarım

Son günler çok hızlı...

Henüz kabuğuma çekilemeyecek kadar genç ama her daim ayak uyduramayacak kadar da yaşlı hissediyorum kendimi.

İnsan yaşlandıkça geceleri çok daha az uykuyla yetinebilirmiş. Gecenin 3'ü olmuş, henüz uyumak istemiyorum. Kulağımdaki müziği saatlerce dinlemek, saatlerce yazmak istiyorum. Ama kendi bildiğimi yazmak, kendi bildiğim gibi yazmak, kendi bildiğimi, kendi sevdiğimi okumak istiyorum.

Zorla güzellik olmuyor. Bazen uyuşmuyor zihinler. Bende de durum öyle işte. Aynı frekansı yakalamak zaten çok ender bir lütuf ama arada yakın notaları duymak da iyi geliyor insana. İnsan kendine, ruhuna yakın olanı istiyor. Gençken her telden çalınıyor da yaş aldıkça teller kopuyor teker teker. Kalan tellere konan kuşları sevgiyle ağırlıyorum ama ben telden tele gezerken herkesten önce yorgun düşüyorum sanırım.

Yetişemez geride kalırsam kusuruma bakmayın. Ben ağırdan almayı seviyorum bazen, siz lütfen devam edin, bana aldırmayın :)


İyiyim

Bu yazıyı yazmam gerek sanırım.

Bir önceki yazıyı yazdım çünkü ara ara çok doluyorum ve yazarak taşıp rahatlıyorum.

Bu sefer niye dolduğuma gelirsek. Can dostumun, can simidimin hatıralarını okurken kendi geçmişime gidip öyle güzel hatıralar aradım ama bulduklarım o yazıda işte. Aslında kimseyi üzmek değildi derdim ya da kendime üzülmek. Sadece güzel hatıralar ararken geride bıraktığım zorluklar tıkadı boğazımı. Ben de yazdım, içimden taşanları attım. Hafifledim, rahatladım. İyiyim :)

Evet çok zordu. Düşününce hâlâ çok zor ama düşünmüyorum. Aklıma gelince de dalga geçerek, komiklikler yaparak anlatıyorum arkadaşlarıma. Öyle yapmazsam tekrar tekrar yaşayıp ezilirim geçmişin altında ama adı üstünde işte: "Geçmiş". Ezilmiyorum. Gözümde büyütüp Kemalettin Tuğcu romanlarına da bağlamak istemiyorum. Benim gibi kimbilir kaç çocuk var dışarda bir yerlerde. Ben kendimi yine de şanslı sayıyorum. Aç değildim, açıkta değildim. Ananem koruyup kolladı kendince, ömrü yettikçe baktı büyüttü bizi. Anladı mı peki, anlamaya çalıştı mı? Maalesef hayır. Belki de bu yüzden en büyük derdim kendimi anlamak, anladığım kadarını olduğu gibi anlatmak ve anlaşılmak istemek delice. Benim için bir ihtiyaç bu. Sevilmek gibi ama değil, daha önemli. Herkes anlasın beni de sevmese de olur büyük çoğunluk.

Kısacası ne yazıyorsam, ne anlatıyorsam kim olduğumu bulmak için, neden "ben" olduğumu anla(t)mak için :)

Geçmişte yaptığım birçok şey için affettim  çoktan kendimi ama bazı hataların affı yok. Onlarla yaşamayı öğreniyor insan mecburen. Ama şanslıyım beni tanıyan, içimi, dışımı bilen ve yine de beni seven bir yol arkadaşım ve paha biçilemez dostlarım var :)

İyiyim yani :)

Sevmese bile en azından dinleyen, okuyan, anlamaya çalışan, boğazımı tıkayanları hisseden herkese çok çok çok teşekkürler.

Çarşamba, Ağustos 28, 2019

Geriye dönüp bakınca...

Çocukluğuma dönüp bakınca güzel hatıralar bulmak, mutlu anıları buruk bir gülümseme ile hatırlamak isterdim ama...

Güzel anılarım yok mu hiç? Var ama o kadar kısa, o kadar az ki... Küçüklüğümden beri minumum mizahla ilerleyen bir dram filminde gibiyim. Annem bana hamileyken hastalanmış, ben doğduktan kısa süre sonra da ölene dek peşini bırakmayacak olan hastalığının teşhisi konmuş. Şizofreni. Hayatımızın her köşesine bulaşan, peşimizi hiç bırakmayan, o yıllarda pek de bilinmeyen, çaresi olan ama bizim anlayamadığımız, bilemediğimiz, çare olamadığımız bir illet. Önceleri annemi zavallı hasta bir kuş gibi tir tir titreten, sonraları her yaz büyük ataklar halinde gelip ne var ne yoksa yakan yıkan, hepimizi tepe taklak edip ezen bir kâbus. En acısı da yıllar sonra öğrendim ki öyle olmak zorunda değilmiş hiçbir şey. Doğru doktorla, doğru ilaçla, düzenli, stresten uzak bir hayatla her şey bambaşka olabilirmiş. 

Ne zaman durup geriye baksam gözümde hep aynı sahne. 5-6 yaşlarındayım. Anneme sarılıp kıvırcık saçlarını okşuyorum "Annecim bir şey yok ki, korkma, birazdan sabah olacak." diyorum. Onun bana söylemesi gerekenleri ben ona söylüyorum geceler boyu. Yıllar geçiyor ama durum değişmiyor. Zaman aleyhimize çalışıyor sanki. Annem titreyen bir kuştan saldırgan bir kaplana dönüşüyor yıllar geçtikçe. Ben büyüyorum ama sabrım benimle büyümek yerine giderek tükeniyor. Hırçınlaşıyorum. Yaralandıkça ben de yaralıyorum.

Abla oluyorum 12 yaşımda. Bu kez durum çok ciddi. 9 aydır ilaçlarını almıyor annem hamilelik yüzünden. Eline geçen ne varsa fırlatıp atıyor, babamı eve bile sokmuyor. Babam "Yeter artık! Bitti! İstemiyorum ne Tülay'ı ne de çocukları!" diyor anneanneme. Kardeşim 14 günlük. Kimbilir kaçıncı kez anneannemin evine geliyoruz, bu ilk ayrılıkları değil ama sonuncusu oluyor. Annem yol boyu kafasındaki hayaletlerle kavga ediyor, hiç susmuyor. İlaçlar fayda etmiyor, annemi hastaneye yatırıyoruz. Kardeşimin şansızlığı 14 günlükken babasız kalıyor, 1 aylık olmadan annesiz. Gece 3-4 uyumuyor, uyumuyoruz. 3-4 yıl her yaz böyle geçiyor hemen hemen. Kardeşim yaşı geldiği halde konuşamıyor. Konuşamadığı için çok hırçın, çok yaramaz. Doktor fiziksel değil, psikolojik diyor. Adam içimizi dışımızı biliyor. Kardeşim konuştuğu gün dünyalar bizim oluyor.

Hiç mi güzel şeyler olmuyor o yıllarda? Arada olur gibi oluyor ama sonu yine kavga gürültü... Allah'tan okul var, Şehnaz var. Her fırsatta kaçıyorum evden. Şehnazlara gidiyorum. Onların evi çok sakin, çok aydınlık, kapıdan girince içime bir ferahlık geliyor ki sorma. Şehnaz'ın odasında hayallere dalıyoruz, kopuyoruz dünyadan. Saatler akmasın istiyorum ama inadına hızla akıyor. Eve dönmek çok ağır geliyor her seferinde. Yaz tatilleri var sonra. Şehnazlar Çeşme'de ev kiralıyor, onlara gidiyorum evden zorla, defalarca kez yalvar yakar izin alarak. Nefes alıyorum. 

Lise yıllarımız... Şehnaz'la farklı okulları kazanıyoruz ama kopmuyoruz çok şükür. Hayat yeterince zor değilmiş gibi bir de ergenlik vuruyor. Ben de zıvanadan çıkıyorum, ben büyüdüm artık kafasıyla atarlanıyorum her şeye, herkese. Sonunda kayaya çarpıyorum, dayımla kavgaya tutuşuyorum. Sofradan, hatta evden kovuluyorum. Ananem gıkını bile çıkarmıyor çünkü biricik oğlu onun en kıymetlisi. Şehnazlar'a gidiyorum. Hatta gece orda kalıyorum sanırım. Bir şekilde eve dönüyorum ama artık evimmiş gibi gelmiyor orası. İlk fırsatta mümkün olan en uzağa gideceğim biliyorum. 

Bu arada babam "Sana bir sürprizim var" diyor. "Sana arkadaş getirdim, çok sevineceksin!". Evlenmiş! Sürpriz! Kızla aramda sadece 6 yaş var. Babamla aralarında 30 yaş! Şok geçiriyorum. Neler geçmedi ki, bu da geçiyor.

Lise yıllarım çok zorlu geçiyor. İlk 2 sene iyi de son 2 sene okuldaki arkadaşlarımı kaybediyorum. Dışlanıyorum. Hatalıyım. Yalan söyleyip yakalanıyorum arkadaşlarıma. Affetmiyorlar. Yapayalnız kalıyorum okulda bir anda. Başka arkadaşlarım oluyor ama pişmanlığım çok ağır geliyor.  Dayanıyorum çünkü Şehnaz var, Soner var, Esra var. 

Lise bitiyor. Hayatımın en güzel yazlarından biri. Ama tabi dram yine eksik olmuyor. Yine bocalıyorum, yine hatalar yapıyorum. Çünkü bir parça sevgi kırıntısı peşinde, ufacık bir bakışta, bir gülüşte umutlanıyorum. Eve dönüyorum. Sınav sonuçları açıklanıyor. Başarıyorum. Evden en uzağa gitme hayalime ulaşıyorum. 8 tercihten 3.süne, İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı bölümüne yerleşiyorum. Evde ölümcül bir sessizlik. Ev halkı İzmir'de okuyacağımı, evden gidip geleceğimi sanırken ben kalkmış İstanbul'a gidiyorum. Kimse tebrik etmiyor, hatta yüzüme bile bakmıyorlar. Olsun. Ben hayalime kavuşuyorum ya gerisi çok da önemli değil.

O zamanlar göremiyorum ama şimdi tokat gibi çarpıyor yüzüme. Evden kaçıyorum ama annemi en büyük kabusuyla, çocuklarından uzak kalma korkusuyla baş başa bırakıyorum. O güne dek az da olsa paylaştığım, annemin ve kardeşimin sorumluluğunu tümüyle anneannemin omuzlarına yıkıyorum. Kardeşim zaten yarı yarıya annesiz-babasızdı, bir de ablasız bırakıyorum onu. O zaman tabi ki tüm bunlar aklıma bile gelmiyor evden kurtulacağım, özgür olacağım coşkusuyla. 

İstanbul'a geliyorum. O kadar büyük ki... Kimsem yok. Ağlıyorum. Çok ağlıyorum. Eve dönmek istiyorum. Anneannem resti çekiyor: "Eve dönersen gelen ilk görücüye veririm. Kendin ettin, kendin buldun. Çek şimdi cezanı! Okulunu bitirmeden gelirsen evlenir, evinin hanımı olursun." diyor. Dönemiyorum. Sonra yine Şehnaz yetişiyor imdadıma. "Oktay da İstanbul'da. O da sıkılıyor. Buluşsanıza!" diyor. Söylerken farkında değil belki ama hayatımı kurtarıyor. Oktay'la buluşup Şehnaz'dan bahsediyoruz. İkimiz de Şehnaz'ı özlüyoruz. Sonra Derya giriyor resme, sonra Pınar. Oda arkadaşlarım var Gülcan, Birsen, Zeynep. Hayat çekilir hale geliyor yeniden yavaş yavaş.

Evi düşünmemeye çalışıyorum çünkü düşününce boğazımda bir yumru oluyor. En çok da kardeşimi özlüyorum. Daha 6 yaşında. Tatillerde eve gittiğimde birlikte uyuyoruz, sımsıkı sarılıyor gece boynuma. Okula dönmek için otobüse bindiğimde hıçkırarak ağlıyor arkamdan. Kalbimin bir parçası orda kalıyor ama diğer parçası kanatlanıp uçuyor özgürlüğe. 

Sonra Evrim giriyor hayatıma. Tanıştığımız gecenin sabahında anneanneme anlatıyorum. "Anneanne, evleneceğim adamla tanıştım ben dün gece!" Anneannem "Tabi kızım, tabi öyledir." diye yarı alaycı bir tavırla geçiştiriyor beni. Ama ben vazgeçmiyorum. "Ya ciddiyim anneanne!" diye anlatıyorum da anlatıyorum Evrim'i. Bu mutluluk da çok sürmüyor tabi ki. Hayat nefes almayı hep çok görüyor bize.

Derya'nın doğum günü için Taksim'e gidiyoruz. Annemle telefonda konuşuyorum. Aradan 10 dk geçmiyor, teyzem arıyor. "Rüya, annen fenalaştı. Hastaneye kaldırdık. Gel." Anlıyorum. Anlıyorum ama kabullenemiyorum. Annem daha 41 yaşında ve az önce konuştuk telefonda. 10 saatlik yol beni annemin ölümünü kabullenmeye hazırlamıyor. Her saniye yok canım, olamaz diyerek gidiyorum.  Neden mi 10 saat? Çünkü uçağa binmek aklıma gelmiyor, otobüsle gidiyorum. Dayım karşılıyor beni. Eli, yüzü, gözleri kıpkırmızı. Kendini tutmaya çalışıyor, en azından eve gidene dek ama ne mümkün!  Çakmak çakmak, yeşil yeşil gözlerinden pıtır pıtır yaşlar dökülüyor.

Annemi o soğuk mermer taşta görüyorum ertesi gün. Uyuyor sanki. Sarılıyorum buz gibi bedenine. Uyan anne diyorum. Sonrası yok. Sonrası safi pişmanlık. Bırakıp gittiğim için pişmanlık, o kadar yalvardığı günlerde çıkıp birlikte bir fincan sahlep içmediğim için pişmanlık, sevdiğim adamı ona anlatmadığım, hiç anlatamayacağım için pişmanlık, o hasta haliyle kendi evine taşınsın biz de anneannemin evinde rahat edelim diye zorladığım için pişmanlık, evine gidip de bu gece benimle kalın dediği halde kalmadığımız için pişmanlık... Hastalığını anlamaya çalışmadığım için, çare olamadığım için, hastalıkla boğuşarak geçirdiği 21 senede ona nefes alacak alan veremediğim için pişmanlık... Öylesine bir pişmanlık ki yakıp yıkıyor, eziyor içimi. Ama ne fayda? Son pişmanlık fayda etmiyor! 

Kardeşim 8 yaşında. Kimse anlatmak istemiyor olanları. "Rüya sen ablasısın, sen anlat" diyorlar. 20 yaşındayım. Nasıl anlatılır ki 8 yaşında bir çocuğa annesinin öldüğü? Bilmiyorum. Bir şeyler geveliyorum. Kardeşim, "Abla neden?" diyor. "Annem neden bizi bırakıp gitti? Biz n'apcaz şimdi? Beni okula kim götürecek?" İsteyerek gitmediğini, elinde olsa asla bizi bırakıp gitmeyeceğini anlatıyorum. Kardeşim bir an duruyor. Hiç beklemediğim şeyler söylüyor. "Şimdi bizim daha çok çalışmamız lazım değil mi abla? Anneleri bırakıp gitti, çocuklar kötü oldu demesinler diye çok çalışmamız lazım değil mi?" diyor. "Doğru söylüyorsun ablam. Aynen öyle." diyorum zorlukla yutkunarak. Hayat 8 yaşındaki kardeşimi acımasızca bir anda büyütüyor. Tam o anda, tam orada.

Ölüm geçiyor ama acısı dinmiyor. Çok geçmeden anneanneme inme iniyor. Allah'tan kardeşim evde hemen teyzemi arıyor, ambulans geliyor. Sol tarafında kalıyor felç anneannemin. "Keşke ölsem de kurtulsam" diyor bir an ama hemen arkasından "Ölemem. Kağan var, onu büyütmem lazım. Rüya kendini kurtarana kadar dayanmam lazım." diyor. Dayanıyor da gücü yettikçe. Kardeşimin 14. yaş gününden 2 gün önce kardeşimi sayıklayarak kapatıyor gözlerini hayata. Aynı günün sabahı ayağımı kırdığım, alçılı ayakla koltuk değneklerine mahkum olduğum için cenazesine bile gidemiyorum. Zaten Allah biliyor ya gidecek, bir sürü insanı görecek, evdeki gereksiz kalabalıkla uğraşacak gücüm de yok. Neredeyse şükrediyorum ayağımı kırdığıma. Allah'tan kardeşim de babamla, haberi olmuyor tüm bu olanlardan. Ama anlatmak yine bana düşüyor. 

Babamla kardeşim İstanbul'a geliyor. Ayağım kırık olduğu için Evrimler'de kalıyorum. Kardeşim ve babam da oraya geliyor beni görmeye. Kardeşim'e "Ablam gel sana bir şey söylemem lazım." diyorum. Başlıyor ağlamaya, "Abla, söyleme! N'olur söyleme!" diyor. Biliyor, anlıyor. Zaten başka ne olabilir ki. Ne kaldı ki hayatta anneannemizden başka! Artık o da yok işte! Sarılıp ağlıyoruz saatlerce. O gün orada çok ilginç bir şey daha oluyor. Evrim'in babası "Hadi Rüya, sen bize bir kahve yapıver kızım." diyor. Ayağım alçıda, tekerlikli ofis sandalyesi ile hareket ediyorum evin içinde. Kahveleri Evrim'in annesi pişirip bana veriyor. Ben o tekerlekli sandalye ile içeri taşıyorum tepsiyi. Sonra o bilindik sözlere geliyor sıra:

"Biz bu yaz gelip Rüya'yı sizden, anneannesinden isteyecektik. Ama kader. Şimdi hazır biraradayken Allah'ın emri, peygamberin kavliyle kızınız Rüya'yı oğlumuz Evrim'e istiyoruz".

Babam hoşnutsuz. "Böyle de olmadı ama n'apalım madem. Yapacak bir şey yok. Zaten onlar çoktan anlaşmışlar" diyor. Kahveler içiliyor. Bu konuda böylece kapanmış oluyor. Kırık ayakla damat evinde isteniyorum. Dünya tarihinde bir ilk yaşanıyor belki de diye dalga geçiyorum içimden. Hiç böyle hayal etmemiştim ama zaten kim böyle bir şeyi hayal edebilir ki? 

Bundan sonrası nispeten daha aydınlık günler. Kağan önce teyzemle, sonra babamla yaşıyor bir süre. Evrim'le evleniyoruz, Arya doğuyor. Kağan da bizimle yaşamaya başlıyor. Evrim askerdeyken ona yazdığım hayallerim gerçek oluyor. Sonrası zaten yakın zaman. Yıllar sakin geçiyor öncekilere nispeten. Sonra geçen sene kanser çalıyor kapımı birden. Ama şükür çok kalmıyor. Apar topar girilen bir ameliyatla bye bye diyerek gönderiyoruz kanseri. Geri gelmediğinden emin olmak için 2 ayda bir doktor kontrolüne gitmek gerekiyor. Ama olsun her işte bir hayır vardır. Hayatıma yeni insanlar giriyor, hala iyi insanların olduğunu bilmek iyi geliyor. Sonra Ankara bilmediğim bir şehir ismi olmaktan çıkıyor artık, yavaş yavaş sevdiğim bir şehir oluyor.  

Yani demem o ki hayat sarsıyor, itip kakıyor ama yıkılmaya da izin vermiyor. Arkada düşünmemiz gereken birileri oldukça devam etmek için gereken gücü damarlarımızdaki kanda buluyoruz belki de bir şekilde. 

Geriye dönüp bakınca mutlu anılar bulamıyorum pek ama yine de her şeyin içinden sıyrılıp çıkıp gelmiş olduğuma seviniyorum.Yolda düştüğümde elimden tutanlar olduğu için, onları hatırlayarak gülümsüyorum yine de.


Edit: Hatırladığım 3-5 güzel anım da başka bir yazının konusu olsun. Mesela anneannemin muhteşem yemekleri, sobanın üzerinde kızarmış ekmekle yaptığımız kahvaltılar, büyük dayımın terasında koşturup oyunlar oynadığımız akşamlar, gecenin karanlığına kadar sokakta oyun oynayarak geçirdiğim okul öncesi yıllar...

Pazartesi, Ağustos 26, 2019

Keşf-i Blogger Etkinliği

Bloglarını yeni keşfettiğim Edischar ve Taha ortaklaşa bir Keşf-i Blogger Etkinliği düzenlediler. Yeni bloglar keşfetmek isteyenlere ve kendi bloglarının keşfedilmesini isteyenlere duyurulur :)


Edit: Şuraya kocaman bir açıklama bırakmak istiyorum ki başka türlü huzursuz olacağım. Etkinlikte gerçekten güzel bloglar var. AMA her blog herkese hitap etmeyebilir. Yani kimse kendini birilerini takip etmek zorunda hissetmesin. Benim blogumda öyküler olduğu kadar, hatta daha da fazla, kişisel zırvalamalarım, hayallerim, hezeyanlarım var. Yani kafasına uymayan, ruhu daralan olabilir. Sonuçta herkes kendini iyi hissetmek için blog yazıyor, okuyor. Zorlamanın anlamı yok :) 

Bir Mektup* (Vol. 1)


Arin,

Umarım bu mesaj eline geçer. Mesaj sana ulaşana dek GERTA’nın uzaktan müdahale edilemeyen bir alt alanında saklanacak ve sen dinler dinlemez iz bırakmadan silinecek. Gelecekte her şey sana bağlı olabilir.  Bu gece olacaklardan kurtulamazsak son umudumuz doğru zamanda açılacak bir zaman birimi olacak. Mesajımı planlanan zamanda alırsan 502. yılın 3. döngüsünün ilk tutulmasında GERTA’nın sana vereceği koordinatlara gidip zaman birimini aktif hale getirmelisin. Aksi takdirde bir daha görüşemeyebiliriz. Bu olasılığı göz önüne alarak nereye ve neden gittiğimi sana anlatmak istiyorum. Haber vermeden ortadan yok olduğum için kızgın ve kırgın olacağını tahmin ediyorum. Ayrılırken olanları açıklayacak vaktim yoktu ama şimdi başıma gelenleri ve tüm gerçeği bilmen gerekli. Her şey yolunda giderse bu mesaja gerek kalmayabilir ama şu an en kötüsünü düşünerek hareket etmeliyim.

Biliyorsun, bir süredir yeni kitabımı yazmak için sıra dışı ilham kaynakları arıyordum. Nereye baksam hep aynı şeyleri görüyor, aynı şeyleri duyuyordum ve bir daha asla yeni bir şeyler üretemeyecek gibi hissetmeye başlamıştım. Bu yüzden yazmaya çalışmaktan vazgeçip okumaya yöneldim. Elime geçen bir sürü ıvır zıvır arasında çok eski bir günlük vardı. Günlüğü aktarıcıya yerleştirip duşa girdim. Duştayken GERTA’nın kitabı okumasını istedim. Başlarda anlatılanlar sıradan, günlük detaylardı. O an için bunun basit bir teknikerin sıkıcı hatıraları olduğunu sanmıştım. Ancak tam duştan çıkmak üzereyken bir şey oldu. GERTA okumayı sonlandırdı. Ne olduğunu sorduğumda görüntüyü kabinin içine yansıtarak bu sayfadan sonra yazı olmadığını, sadece anlamını çözümleyemediği bir takım şekiller, sayılar ve resimler olduğunu söyledi. Ekrana baktığımda ne demek istediğini anladım ama bu işte bir gariplik olduğunu düşündüm. Evrendeki tüm veri tabanlarına ulaşabilen, yetkin bir dil uzmanı ve şifre çözücü olan bu son sürüm yapay zekâ o şekilleri ve sayıları nasıl çözümleyememişti bilmiyorum ama olmuştu işte.

Ekranda görünen şekiller, sayılar ve resimler tamamen anlamsız olamayacak kadar özenle hazırlanmış görünüyordu. Rastgele sayılar, şekiller gibi gözükse de her şey büyük bir titizlikle yazılıp çizilmişti. Ne olduğunu tam olarak anlayamadım ama içinde belli belirsiz bir örüntü olduğunu kavramıştım. O an ekranı kapatıp günlüğü tümden unutabilirdim ama içimden bir ses bunun tam da aradığım o sıra dışı ilham kaynağı olabileceğini söylüyordu. GERTA’ya yeni bir dosya açmasını söyleyip kaydetmesini istedim. Günlüğü okumaya başladığım andan itibaren olan her şeyi aynı bir günlük tutar gibi aktardım. GERTA, yanıldığını anlattığım bölümde, “Sanırım yanlış anlatıyorsunuz ya da yeni kitabınız için gerçeği bilerek çarpıtıyorsunuz” diyerek yanıldığı bilgisine itiraz etti. Durumu açıklamakla uğraşmadım ve yeni dosyayı kapatıp günlük üzerinde çalışmaya başladım. Öncelikle tekrar eden sayı dizinlerini ayırıp bu dizinlerin sistemde araştırılmasını istedim. GERTA ilk andan itibaren bu verilerin anlamsız olduğunu söylediği için dizinlerle ilgili bir şeyler bulma olasılığının çok düşük olduğundan emindim. Giyinip Görsel Hafızalar Kütüphanesi’ne gitmeye karar verdim. Hatırlarsan o sıralarda Görsel Hafızalar Kütüphanesi’ne dışardan erişim kısıtlaması getirilmişti. Sebebinin, son günlerde sisteme sürekli saldırı yapan bir grup cyber teröristin kütüphanedeki üst düzey yetki dosyalarını hedef alma olasılığı olduğu söylenmişti. O saldırıların arkasındaki amacı daha sonra keşfettim.

Kütüphaneye ulaştığımda temel hafıza katlarını es geçip direk üst düzey görsel hafızalar katına çıktım. Kendi yetki alanım dâhilinde bir şeyler bulabileceğimi düşünmüştüm. Günlükteki şemaları ve resimleri kütüphanenin arşivi ile karşılaştırarak bir eşleşme bulmayı umuyordum. Yaklaşık 1 saatlik bir beklemenin ardından ekranda “Hiçbir eşleşme bulunamadı” yazısı belirdi. Çok şaşırmamakla beraber yoğun bir hayal kırıklığı hissettiğimi hatırlıyorum. Vazgeçip eve dönebilirdim ama engellerle ve bilinmezliklerle karşılaştıkça kendimi o eski gizli ajan filmlerinden birinde gibi hissetmeye başlamıştım. “En kötü ne olabilir ki, bir günümü sonu olmayan bir hiç uğruna harcamış olurum” diyerek araştırmaya devam ettim. Yeni hedefim 2. Seviye Görsel Hafızalar katıydı. Bu bölüme sadece 2. Seviye Yönetici Yetkisi ile giriş yapılabiliyordu. Ian’ın yetki şifresinin değişmemiş olmasını umarak giriş butonuna bastım. Umarım Ian, o işlemi yapanın kendisi değil de ben olduğumu kanıtlamayı başarmıştır.

2. seviye görsel hafızalarda eşleşme bulmaya çalışırken birden ekranda bir uyarı belirdi ve ekranın köşesinde bulunan kameraya yaklaşarak ikili kimlik doğrulaması yapmam istendi. Bir an tehlike çanlarını duyar gibi olmuştum ama o noktada geri çekilemezdim. Kameraya yaklaşıp kimlik doğrulaması için beklemeye başladım. Hayatımda ilk kez Ian ile birebir aynı öncel-kurgulanmış DNA”ya sahip olduğum için mutlu olmuştum. Doğrulama gerçekleştikten sonra ekranda beliren eşleşmeyi görünce Ian’ın senatodaki görevini de ilk kez faydalı buldum. Bulunan eşleşme eski bir CainTECH teknikerinin hafızasına aitti. Bu kişinin elimdeki günlüğü yazan kişi olduğunu sandım ama öyle olmadığını çözmem çok uzun sürmedi. Bulduğum eşleşmeden yola çıkarak hafızayı taradığımda arattığım görsellerin o teknikerin iş arkadaşlarından birine, Arya Carman’a ait olduğunu öğrendim. Hâlihazırda Görsel Hafızalar Kütüphanesi’nde iken Arya Carman’ı araştırmayı denedim ama ekranda yeni bir uyarı belirdi: “BU BİLGİ YETKİ ALANINIZ DIŞINDA”. Alt tarafı eski bir teknikerle ilgili bilgiler neden bir senato üyesinin yetkisi dışında olsun ki? Bu soru zihnimi kemirmeye başlamış olsa da bir üst seviye hafıza katına giriş yapamayacağım için kütüphaneden ayrılmaya karar verdim ama ayrılmadan önce bulduğum eşleşme bilgilerini GERTA’ya aktarmayı ihmal etmedim.



*Bu öykü benim bir yarışmaya gönderdiğim ilk öyküm ve bu öykü ile ilk 10'a kıyısından da olsa girerek 9. oldum :) Yarışma www.yazak.org tarafından düzenlenmişti.


Bir Mektup (Vol. 4)

Oteldeki odama çıktığımda aklıma Arya’nın yetki şifresi geldi. Şifreyi kullanarak Arya’nın kayıtlarına girdim ve ev adresini buldum. Doğrudan evine gitsem, Arya korkabilir ve güvenlik birimine haber verebilirdi. Tamamen kaybetme riskini göze alarak günlüğü ona göndermeye karar verdim. Günlüğün içine bir not ekledim ve Arya’ya benimle buluşmasını, ona anlatmam gereken çok önemli şeyler olduğunu söyledim. Yaklaşık 1 saat sonra otel lobisinde bir misafirim olduğu bilgisi geldi. Lobiye indiğimde Arya beni bekliyordu. Kayıt yongam devredeyken tüm bu olanları ona anlatmam imkânsızdı. Ama buna gerek kalmadı. Arya kaşla göz arasında kayıt yongamı bir saniyeliğine devre dışı bırakarak hackledi. Ona yolladığım günlüğü kendi yazdığını anlayınca içindeki kodların ne işe yaradığını anlaması uzun sürmemiş. Bu günlüğü nasıl ele geçirdiğimi ve neden ona geri verdiğimi anlamanın tek yolunun benimle konuşmak olduğunu anlayınca daha önceki zaman ziyaretçilerinin birinin kaydını kopyalayarak benimle buluşmaya gelmiş. Kayıt yongam artık benim hareketlerimi kaydetmediği için söyleyeceklerim ve yapacaklarım için endişelenmekten kurtuldum. Arya, günlüğün ona ait olduğunu anlamasına anlamış ama böyle bir şeyi neden yaptığını çözememiş. Ona günlükle ve değişikliklerle ilgili bildiğim her şeyi anlattım. Başlangıçta McCain’in işlediği ve belki de evrenin kaderini değiştirmeye kadar uzanan büyük suçlara inanmasa da çok yakın bir tarihte bulmuş olacağı kodlardan bahsedip ondan bunu araştırmasını istedim. Arya, GERTA’nın alt kodlarına CainTECH dışından erişilemediğini anlatarak bir sonraki vardiyasına kadar beklemek zorunda olduğumuzu söyledi. Ertesi gün haberleşmek üzere sözleşerek ayrıldık.

Arya, ertesi gün zaman kaybetmeden GERTA’nın alt alanlarında derinlemesine bir araştırma yapmış ve anlattıklarımın doğruluğunu görünce dehşete kapılmış. McCain’in farklı zaman dilimlerinde yaptığı onlarca değişikliğin izini nasıl olup da bunca süre hiç yakalanmadan GERTA’nın alt alanlarında sakladığına anlam verememiş. Belki de daha önce de şüphelenenler olmuştu ama McCain onların icabına bakmıştı. Bundan asla emin olamayacağız. Arya bir süredir McCain’le ilgili kanıtları topluyor ve iyi bir planımız var. Eğer her şey yolunda giderse McCain geri dönüşü olmayan bir anda tüm evrenin gözü önünde yaptığı tüm değişikliklerin ve zaman yolculuğunun sınırları ile ilgili uydurduğu yalanların hesabını vermek zorunda kalacak. Eğer McCain’i açığa çıkarmayı başarırsak ne gibi değişikliklere sebep olacağız tam olarak emin değilim. Ama olurda işler umduğumuz gibi gitmez ve McCain kurtulursa son umudumuz sensin, Arin.

Arya bir süredir değişiklik kodları üzerinde çalışıyor ve işler yolunda gitmezse yine aynı zaman diliminde var olmamı ve sana geri dönmemi sağlayacak gerekli değişim kodlarını yazmayı başardığına inanıyor. Şu anda hayatım ve belki de evrenin kaderi düne kadar hiç tanımadığım bir GERTA teknikerinin ve senin ellerinde.

Sevgilim, bu mesajı alırsan lütfen 502. yılın 3. döngüsünün ilk tutulmasında GERTA’nın sana vereceği koordinatlara git ve zaman birimini aktif hâle getir.

Seni seviyorum Arin.

Gelecekte görüşmek üzere…

Bir Mektup (Vol. 3)

Arya’nın tasarladığı farklı GERTA sürümü orijinali ile bağlantılıydı ama sistem altından çalışıyor ve izi kolay kolay sürülemiyordu. Ancak varlığından haberdar olan biri, bu yeni sürüme ulaşmaya çalışabilirdi ama Arya Carman’ın dediğine göre bu pek de kolay olmayacaktı. Önce Arya’nın yaşadığı bilinen son zaman dilimini ve mekânı bulup oraya gitmeyi düşündüm ama sonra bunun işe yaramayacağına karar verdim. Arya’ya, yakalanmadan önce McCain’i doğru zamanda ifşa etmek için zaman kazandırmaya karar verdim. Ne yapacağım netleşmeye başladığı anda bir mesaj sesi duydum. Mesaj Ian’dan geliyordu: “Sen yine ne haltlar karıştırıyorsun acaba? Yetki şifremi kullanmak da nereden çıktı? Bir de utanmadan ikili doğrulama isteyen bilgilere erişmişsin! Bana en kısa zamanda bir açıklama yapmak zorundasın! Senin kahrolası araştırman için açıklama yapmak üzere acilen senatoya çağrıldım. Seni ele vermeyeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun. Siyasi kariyerimi, senin o sözüm ona sıra dışı ilham kaynakları peşinde koşan yazar buhranların için feda etmeyeceğim. Umarım alacağın cezadan yakanı kurtarmanın da sıra dışı bir yolunu bulursun!”

Ian’a ya da başka birine her herhangi bir açıklama yapacak vaktim yoktu. Yaptığım araştırma birilerinin dikkatini çekmişti. İşin ucu nereye uzanıyor, zaman yolculuğu ile ilgili gerçekleri kimler biliyor ve saklı kalması için neler yapabilirler düşünmek bile istemiyordum. Hemen harekete geçmem gerekiyordu. Sonunda Arya’nın yapılan yasadışı değişikliklerle ilgili olan gizli kodları bulduğu zamanın daha öncesine dönmeye karar verdim. Bunun için GERTA beni yıllardır kullanılmayan bir zaman yolculuğu birimine yönlendirdi. Burası, ilk zaman yolculuğu birimlerinden biriydi. Uzun yıllar kullanıldıktan sonra bu birimin bulunduğu bina müzeye dönüştürülmüştü. Müzeler yıllardır CEX aracılığı ile gezilebilir olduğu için müzenin bomboş olacağından emindim.

Müzeye vardığımda giriş için kendi yetkimi kullandım ama yolculuk için bunun yeterli olmayacağını tahmin ediyordum. Yolculuk birimine ulaşıp tarihleri girdiğimde birimin yeni yetki şifresi istemesine şaşırmadım. Ian’ın şifresini girdiğimde ekranda yanıp sönen kırmızı bir ışık eşliğinde alarmlar çalmaya başladı. Ian’ın şifresi değişmişti ve ben geçersiz bir şifre girince sistem alarm durumuna geçti. Hemen geçerli bir şifre girmezsen biraz sonra sistem kilitlenecek ve güvenlik birimi gelene dek burada kilitli kalacaktım. Heyecan ve korkudan başım dönmeye, kulaklarım çınlamaya başlamıştı ki bir anda aklıma GERTA’ya, yolculuk birimine Arya’nın şifresini girmesini söylemek geldi. Birim Arya’nın şifresini kabul etti. O andan itibaren olan her şey hayal gibiydi. 

Kulağımda korkunç bir çınlama ile gözlerimi açtığımda doğru zaman dilimine gelip gelmediğimi anlamak için büyük bir çaba sarf etmem gerekti. Zaman biriminden çıktığımda kendimi CainTECH’in içinde buldum. Şimdi yapmam gereken tek şey Arya Carman’a ulaşmaktı. Ama bu sandığımdan daha zor oldu. Zaman biriminden çıktığım anda beni bir yolculuk polisi karşıladı ve gerekli bilgileri kaydetmek üzere kayıt ofisine yönlendirdi. Hangi zaman diliminden geldiğimi not aldı. Önündeki ekranda kullandığım geliş biriminin benim zaman dilimimde uzun süredir kullanılmadığı bilgisini görünce bir anlığına tereddüt etse de bu ayrıntının üzerinde çok durmadı. Sonra bulunduğumuz zaman diliminde neler yapabileceğimi ve nelerin yasak olduğunu bana detaylıca anlattı. Yolculuğumun her anının kayıt edileceğini ve yasadışı bir eylemde bulunursam tutuklanıp Evrensel Zaman Mahkemesi’nde yargılanacağımı belirtti. Tüm bunları anlayıp kabul ettiğime dair imzamı alıp kayıt yongamı aktif hâle getirdi. Ziyaretimin ne kadar süreceğini sordu. İzin verilen maksimum süreyi kullanmak istediğimi söylediğimde geldiğim zaman diliminin o kadar da sıkıcı olamayacağını söyleyerek küçük bir espri yaptı. Gülümseyerek CainTECH binasından ayrılmadan önce kısa bir tur atıp atamayacağımı sordum. Gülümsemesinden anladığım üzere bu her gün karşılaştığı bir soruydu. Tabi ki etrafa göz atabilir hatta her yarım saatte bir yapılan ziyaretçi turuna katılabilirdim.

Ziyaretçi kayıt ofisinden çıkınca yönergeleri dinleyerek lobiye ulaştım ve sıradaki ilk tura katıldım. CainTECH’in kuruluşundan, imza attığı buluşlardan ve bir sürü istatiksel veriden bahseden tur operatörü sonunda bizi GERTA teknikerlerinin çalıştığı laboratuvarlara götürdü. Ama maalesef Arya Carman orada değildi. Tur bittiğinde ne yapacağımı bilmiyordum. Aklımda sadece tüm hareketlerim kaydedilirken Arya Carman’ı bulup ona günlükten ve bulması gereken kodlardan nasıl bahsedeceğim vardı. CainTECH binasından ayrıldım. Yakınlarda bir otel bulup kendime bir oda tuttum.  


Bir Mektup (Vol. 2)

Eve döndüğümde bir gariplik olduğunu anlamam uzun sürmedi. Verdiğim komutlara cevap alamayınca sistem merkezine baktım. Sistemin merkezinde günlükteki sayılar akıyor, ara ara şekiller belirip yok oluyordu. Manuel müdahale ile sistem analizi yapmayı denedim ama GERTA buna engel oldu. Yardım için bir teknikere ulaşmayı denedim ama o anda dış iletişim kapatıldı. Tam evden çıkmak üzereydim ki karşımda 30’lu yaşlarda CainTECH üniformalı bir kadın belirdi ve konuşmaya başladı: “Merhaba, adım Arya Carman. Ben bir GERTA teknikeriyim. Bu mesaja ulaşan biri olacak mı bilemiyorum. Eğer şu an mesajımı görebiliyorsan günlüklerimden birini bulup kodları ve görsel şifreyi GERTA’ya yüklemeyi başarmışsındır.  Jason McCain beni ele geçirmeden önce gerçeği anlatmak için tek ve son şansım sen olabilirsin. O yüzden şimdi beni iyi dinle.”

Kapının önünde neredeyse nefes almayı unutacak kadar hayrete düşmüş bir şekilde ne kadar süre hareketsiz durdum hatırlamıyorum. Görüntü kaybolduğunda ne yapacağımı bilemiyordum. Duyduğum şeyler doğru olabilir miydi? Öğrenmenin tek bir yolu vardı: Arya Carman’ın dediklerini yapmak. İlk önce Arya’nın verdiği yönergeleri takip ederek günlükteki diğer sayıları ve şemaları doğru sıralama ile GERTA’nın sistemine gömdüm. GERTA bir anda değişip başka bir sürüme geçti. Arya Carman mesajı hazırlarken GERTA üzerinde bir dizi değişiklik yaptığını, kendi başına bir şey gelirse gerçeklerin bir şekilde gün yüzüne çıkması için bir plan hazırladığını söylemişti. Doğru adımlar atılana dek kimse bu farklı sürüme erişemeyecek ya da onu yok edemeyecekti. Her şey şu ana dek neredeyse mucizevi şekilde ilerlemişti. Doğru tuşlara basmış, doğru notaları çalmıştım. Şimdiyse yeni sürüm beni yönlendiriyor, hikâyenin geri kalan detaylarına ulaşmamı sağlıyordu.

Arya Carman, GERTA üzerinde çalışan ilk teknikerlerden biriymiş. Sistemi geliştirmek için denemeler yaparken normal olmayan bazı kodlara denk gelmiş ve incelemeye başlamış. Bu kodların ne olduğunu çözüp Jason McCain’e sunmak üzere bir rapor hazırlamayı planlamış. Ama işler hiç ummadığı bir yere varmış. Uzun süren incelemeler sonucunda bu kodların belirli zaman dilimleriyle ve o zaman dilimlerinde yapılan değişiklikler ile ilgili olduğunu çözmüş. Öyle ufak tefek değişiklikler değil, uluslararası yasalarla belirlenmiş kısıtlamalara aykırı, çok büyük değişiklikler. Arya, işlenen suçların büyüklüğünü kavrayınca rapor hazırlamaktan vazgeçmiş ve hemen McCain’le görüşmek istemiş. McCain’in o sırada Evrensel Ulus Kongresi’nde konuşma yapmak için şehir dışında oluşu her şeyi değiştiren dönüm noktasıydı belki de. Arya, McCain dönene dek araştırmasını derinleştirip vakit kaybetmeden bu suçun sorumlularını bulmaya karar vermiş. Bunun için yapılan değişikliklerden fayda sağlayan kişi ve kurumları listelemeye başlamış. Araştırması derinleştikçe bu kurumlarla CainTECH arasında sıkı bağlantılar olduğunu keşfetmiş. Analizleri sonucunda tüm bu değişikliklerin bunca zaman hiç fark edilmeden sadece bir kişi tarafından yapılabileceğini ve ancak o kişinin yetkisi ile gizlenebileceğini fark etmiş. Değişikleri yapan McCain’miş. Arya araştırması sırasında en az bu değişiklikler kadar korkunç olan bir şey daha keşfetmiş.

Biliyorsun zaman yolculuğu, GERTA’nın geliştirilmesi ile mümkün hâle geldi ama herkesin bildiği üzere bazı aşılamamış sınırlar var. Eskilerin deyimiyle M.S. 2200 yılından geriye dönüş yapılamıyor, uzay-zaman sıçramaları belirli galaksilerden öteye geçemiyor ve geçmişten hiçbir canlı ölümcül sonuçlara yol açmadan günümüze getirilemiyor. Ayrıca hiç kimse kendi için belirlenmiş zaman diliminin ötesine geçemiyor. Bugün biz zaman yolculuğu yaparken hâlâ bu sınırlar dâhilinde ve evrensel zaman yasalarına uygun hareket edebiliyoruz. Oysa Arya’nın yoğun araştırmaları sonucu bulduğu,  derinlere gömülen kodlar gerçeklerin çok farklı olduğunu gösteriyormuş. Sıkı dur! Tüm o sınırlar koca bir yalanmış!

Öğrendiklerimden sonra, Arya’nın bu keşfinden kimseye bahsetmeye fırsat bulamadan McCain’in tarafından yakalandığı ve tüm kanıtların ortadan kaldırıldığı sonucuna varmak çok da zor değildi. Asıl zor olan tüm bu öğrendiklerim ile ne yapacağım sorusuna cevap bulmaktı. İlk önce tüm bu bilgileri evrene yaymayı düşündüm. Ama bu seçeneğin bir sonuca varacağı şüpheliydi. Önceki bilgilerime göre Jason McCain çoktan ölmüştü ama ortada zaman yolculuğu ile ilgili bu kadar yalan varken McCain’in bizim zaman dilimimize yolculuk yapabileceğini düşünmek çok da çılgınca gelmiyordu. Böyle bir durumda ben her şeyi evrene duyurduğum an McCain zaman dilimini değiştirip beni engelleyebilir hatta beni yok edebilirdi. Jason McCain olmasa bile onun varislerinden biri, yani CainTECH’in günümüzdeki sahiplerinden biri de aynı şeyleri yapabilirdi. Bu yüzden her şeyin başladığı zamana gidip Arya’yı bulmalı ve kontrolü McCain’in elinden almalıydım. McCain’i ele geçirmeden hiçbir şey düzeltilemezdi. Devam edebildiğim ve durumumda herhangi bir değişiklik olmadığı sürece henüz varlığımdan haberdar olunmadığını ve doğru yolda olduğumu varsayabilirdim. Her şeyi gözden geçirip bir sonraki adımı atmak için hazır olduğumda yakalanmadan Arya’ya ulaşmak için bir plana ihtiyacım vardı.


Pazar, Ağustos 25, 2019

Kırık Dökük Eski Bir Puzzle

"Ben dört kişiyim: bir ben, iki içimdeki, üç aynadaki, dört kalbimdeki. Ben'i geç, içimdeki zaten deli, kır aynadakini... Ya kalbimdeki?"

Paul Auster


Ölçüp biçiyorum, doluya koyuyorum, boşa koyuyorum. Sonra alıp her şeyi çöpe atıyorum. Olmuyor geri alıyorum.

İçimdeki "ben"leri didik didik ediyorum. Parçalara bölüp tekrar birleştiriyorum. Uçları denk gelmeyen puzzle parçaları ile kendimi yeniden inşa etmeyi deniyorum. 

İyi yanlarımı alıp, kötüleri bırakayım diyorum. İyi yanlarımın ucu denk gelmiyor, bütün olamıyorum. E tamam o zaman kötü olayım diyorum. Onu da kabul edemiyorum. İstiyorum ki biraz kötü olayım ama dışarıdan hep iyi görüneyim. Şu hayatta ancak iyi olanların sahip olabileceklerine sahip olayım ama aslında o kadar da iyi olmayayım. Böylesine çakallık peşindeyken iyilik iddiasında bulunmak nasıl da komik? Komik değil de... yazmaya elim varmıyor işte!

İtiraf ediyorum: Ben pek de iyi biri değilim! 

Tam çözdüm kendimi, barıştım kendimle dediğim an hayat alabora ediyor beni! 3 günlük huzuru çok görüyor! "Sen iyi olamazsın, içinde çürük elmalar var, öyle basitçe ayıklayıp çöpe atamazsın. O kadar basit mi her şey?" diyor tokat gibi!

Hastayım deyip işin içinden sıyrılmayı çok istiyorum bazen. Hani şöyle en sağlamından bir kişilik bölünmesi, çoklu kişilik bozukluğu falan var desem... Yok! Her şeyin gayet farkındayım! Hepsi bir, hepsi benim!

İnsan kendini istemez mi? İstemiyorum. Paketi komple geri iade etmek istiyorum.

Bir arkadaşım var, candan öte, can simidim, tercüman-ı kalbim, anlayanım, anlatanım...

"Hele öbür yanımı hiç sorma, bildiğin şeyler, uçup gitmeler, başka yakaya konmalar, kuşken ağaç olmalar, kanatken kök salmalar.. Ben bile anlayamazken kendimi, sen mi anlayacaksın beni?

Anlaman değil, anlamaya çalışmak için debelenmen çekiyor ya, o ayrı.. Sevmek değil derdim demiştim, ben en çok anlamaya çalışana açım.."  diyor. Tam da böyle bir hal işte! 

Ben bile anlayamıyorum kendimi. Kalemi kağıdı alıp yazıyorum. Çıkanlara şaşırmıyorum da hepsini kabullenmeme şaşırıyorum. Yetmiyor, dünya da öylece kabullensin beni istiyorum. Yok, yüzsüzlük ediyormuşum gibi de gelmiyor hiç. Baya bildiğin arsızlık sınırlarını aşıyor benliğim ama umrunda olmuyor bir yanımın. Yıllardır hep yaptığım gibi "Ne var canım, ben de böyleyim işte!" deyip konuyu kapatmak istiyor. 

İnsanlığın geneli için konuşamayacağım ama bir kısmı için tek çözüm "yalnızlık" sanırım. Yalnız olsam, bir "ben" olsam, bilsem ki yaptıklarımın kimseye zararı olmayacak, tek hasar bana gelecek, zerre düşünmeyeceğim "ben kimim? niye böyleyim?" diye. Ama olmuyor işte maalesef! Söz konusu sadece kendim değilim ki... Eşim, anneyim, ablayım, kızım, gelinim, öğretmenim, arkadaşım... Galiba tüm bunlar arasında bir tek "ben" değilim! 

Ne sahip olduklarımdan vazgeçebiliyorum ne de peşinden gitmek istediğim hayallerden! Sıkışıp kaldıkça hem kendime hem sevdiklerime haksızlık ediyorum.

Aslında o kadar basit ki hayallerim... 

Canım isteyince en yakındaki suya dalıvermek, kimseye hesap vermeden, kimseyi beklemek zorunda kalmadan, kimseye açıklama yapmak zorunda olmadan dağ tepe tırmanmak, bugün duyduğum bir etkinliğe öylesine gelişine plansız gidebilmek, sırf ucuza bilet olduğu için hiç aklımda olmayan yerlere seyahat edebilmek, bugün burdayken yarın dünyanın öbür ucunda olabilmek, motorsiklete atlayıp rüzgarı tüm varlığımla hissetmek, şimdi şu an arabaya atlayıp günlerce süren bir yolculuğa çıkmak, gözüme hoş gelen bir yerde durmak dinlenmek, sonra devam etmek... Saatlerce sadece okumak, yazmak, dinlemek, gitar çalmaya çalışmak. 2 yıldır görüşmeye çalıştığım arkadaşımla buluşup saatlerce konuşabilmek, dertleşebilmek. Arya dur, koşma, dökme, çarpma, gitme, ses yapma, dikkat et cümlelerini uzuuuuuuun bir süre kullanmak zorunda kalmamak, herhangi bir hareketim için birilerine açıklama yapmak zorunda olmamak, hayallerimin, isteklerimin masumluğunu / kolaylığını / zorluğunu kanıtlamak zorunda hissetmemek... ve böyle bir sürü basit şey!

Yapılamayacak şeyler değil di mi?

Maalesef benim için öyleler!



Perşembe, Ağustos 22, 2019

Bazen

Bazen hiç istemeden kırıp dökeriz en sevdiğimizi.

Ben de kırıp döktüm en sevdiğimi. Bile isteye değil, elimde olmadan.

Hayat seçimlerimizden ibaret. Seçimlerimiz bazen kendimiz ve sevdiklerimiz arasında. Kendimizi seçince sevdiklerimizi kırıyoruz, onları seçince kendimizi.

Kendimi gözden çıkaramadığım, kendimi kıramadığım anlar çoğaldıkça sevdiklerimi kırıp döktüğüm anlar da çoğalıyor.

Elimde değil, içim böyle. İçim böyleyken, dışım başka türlü olamıyor. Zorla oldursam "ben" olamıyorum. Hep iki arada bir yerde sıkışıyorum.

Başka bir yolu olsun, başka bir "ben" olsun...

Kendimden yoruldum.

Çarşamba, Ağustos 21, 2019

10.000 Saat Kuralı ve Gece 2'de Biten Bir Öykü Daha

Malcom Gladwell, 2008 yılında çıkan kitabı "Outliers"ta bir işte uzman olmak için o iş üzerinde 10.000 saat çalışmak gerektiğini öne sürmüş. 10.000 saat deyince kulağa çok geliyor ama yanlış hesaplamadıysam günde 8 saatlik çalışma ile tatilleri çıkarırsak bu süre 5 yıla denk düşüyor. Yani mesleki gelişim açısından bakarsak 5 yıl uzman/usta olmak için çok da uzun bir süre değil. İş dışında ilgilendiğimiz bir hobide uzmanlaşmak istersek günde 2-4 saat çalışarak bazı günler de çalışamadığımızı var sayarak 10.000 saatlik çalışma 10-15 yıl gibi oldukça uzun bir zaman dilimine tekabül ediyor maalesef. İş dışındaki bir uğraş için yemeden içmeden, uykudan fedakarlık ederek daha çok zaman harcamak ve süreyi kısaltmak mümkün tabi ki ama ne kadar sürdürülebilir orası tartışmalı. 

Kendime dönüp baktığımda Gladwell'in tezini destekleyen gelişmeler görüyorum. Her gün az da olsa bir şeyler yazdıkça giderek daha kolay yazdığımı fark ediyorum. Eskiden başlayıp sonunu getiremediğim öyküler çoğunluktayken son zamanlarda hikayelerin sonu kendiliğinden geliveriyor sanki. Tıkandığım noktada dönüp başka bir açıdan bakıyorum, anlatıcıyı değiştiriyorum ve çözülüyor düğümler! Yazdıkça kendi üslubumu buluyorum. Mesela yazdığım tüm öykülere baktığımda bir hikayeyi en iyi "1st person narrator" kullanarak (1. kişi ağzından anlatım) anlatabildiğimi fark ettim. Bazı hikayeleri 3. ağızdan anlatsam da kendimi en rahat hissettiğim yol 1. ağızdan anlatım. Tabi bu anlatımı seçmekle bitmiyor iş. Hikayeyi anlatacak karakteri seçmek, o hikayeyi içindeki karakterlerden hangisinin en iyi, en etkili, en ilginç şekilde aktaracağını bulmak da önemli.

Lise yıllarımdan beri yazdığım düşünülürse 10.000 saate ulaşmama çok yoktur diyerek kendimi avutmak istiyorum ama daha gidecek çok yolumun olduğunun farkındayım tabi ki. Ama az önce 1000 kelimelik bir öyküyü daha bitirip YKBY'nin 8. Kısa Öykü Yarışmasına göndermiş olmanın verdiği huzuru ve ufaktan gururu da inkar edemeyeceğim :) Saatin 3 olması ve yazma aşkımın bir türlü bitmemesi ilginç geliyor bana bile :) Şimdi uyumazsan hiç uyuyamayacağım sanırım.

Hâlâ uyanık olan varsa oralarda bir yerlerde,

İyi geceler :)


Salı, Ağustos 20, 2019

Playlist

Ne kadar çoğunu müziksiz geçirmişim ömrümün!

En son üniversitedeyken dinlemişim doya doya saatlerce, günlerce müzik. 6 ay önce fark ettim. Nasıl olmuş da eksikliğini hissetmemişim bilmiyorum ama bir kez anlayınca müziksiz yapamaz oldum. Şimdi 7/24 -evet uyurken bile- müzik dinliyorum. Kulaklıkla yatıyorum yatağa.

Sevdiğim müziklerden başladım, yavaş yavaş yeni sulara yelken açtım. Hiç duymadığım bir sürü isimle tanıştım. Sanırım en çok da grupları sevdim. Şuraya favori parçalarımdan birkaçını bırakıyorum :)

Yüz Yüzeyken Konuşuruz - Boş Gemiler

Adamlar - Hepinize El Salladım 

Dolu Kadehi Ters Tut - Yapma N'olursun

Ve Ben - Yaşlı Amca

Bağzıları - Evleniyormuşsun Bugün 

Son Feci Bisiklet - Bikinisinde Astronomi 

İkiye On Kala - Bakkala Diye Çıkıp Sana Gelesim Var

Birileri - Halledebilirdik 


Yeni tanıştığım ve sevdiğim diğer isimlere gelince:

Can Kazaz - Sürsün Bahar

Kahraman Deniz - Böyle Sever

Tuğkan - Ele Layık

Ufuk Beydemir - Ay Tenli Kadın

Onur Can Özcan - Şarkı seçemedim, sıradan dinleyin hepsini 

Hande Mehan - Sen Beni Güzel Hatırla


Bir de eskiden de bildiğim ama bir süredir dinlemediğim isimler var tabi

Cem Adrian - Mutlu Yıllar

Can Bonomo - Kal Bugün

Gökhan Türkmen - Ben Unuturum


Şu sıralar dönüp dönüp dinlediğim parçalar bunlar işte :)






Pazar, Ağustos 18, 2019

Bir koltuk, bir müzik...

Tek hayalim var şu anda, hiçliğin ortasında bir koltuk ve sonsuz müzik!

O kadar bunaldım ki... Tükenmez kalemle pimapenlere çizilmiş resimlerden, koşudan gelip duşa girdiğimde kapatıldığını gördüğüm kombiden, her yere dağılmış legolardan, tek tek katlanıp yerleştirilmiş giysileri daha gün bitmeden sağdan soldan toplamaktan, defalarca kez aynı şeyleri anlatmaktan... Yoruldum. Pişmanım.

Bu hayatı ben yarattım. Ama şu anda ben aynı ben değilim. İstemiyorum tüm bu karmaşayı! Tek istediğim kendimle kalmak, yazmak, yazmak, yazmak, okumak, tekrar yazmak... Sonra biraz koşmak, biraz yüzmek, kaçmak, ormanlara dalmak... Dünyaya kapatmak kendimi, hiçe saymak her şeyi... Ben benden gidiyorum. Tek istediğimse tüm yolları aşıp sadece kendime varmak!

Cuma, Ağustos 09, 2019

Gülümse Kadın

Bazı şarkıların bazı sözleri çok güzel!

Şimdi her sokak ezberlemiş adını, gülümse kadın
...



Söz-müzik: Onur Can Özcan

Mekanın cennet olsun çocuk!

Çarşamba, Ağustos 07, 2019

Tutamadığım sözler, Düzeltemediğim kusurlar

21 yıllık bir dostum var, Şehnaz. Ortaokuldan beri arkadaşız, sırdaşız, dostuz. Çok şey paylaştık, çok yollar aştık, kavgalar ettik, kırgınlıkları geçtik, dertleri, ölümleri, doğumları paylaştık. Birbirimizi çok sarstık, kimisi gerekliydi, kimisi çok, çok gereksizdi. Zaman zaman uzak düştük ama şükür kopmadık.

Bugünkü halimde Şehnaz'ın etkisi yadsınamaz. Beni ilk sarstığında çok alınmıştım hatta küsmüştük bir süre. O zaman çok kızmıştım Şehnaz'a, kırılmıştım ama sonra onun haklı olduğunu kabul ettim. Bugün hâlâ haklı Şehnaz. Bu arada ben de ona az hayal kırıklıkları yaşatmadım tabi. 

O yıllarda Şehnaz'ın sık sık görüştüğü yakın bir arkadaşı için "Ya şu kızdan uzak dur. Adın çıkacak onun gibi! " ...' nın arkadaşı" diyecekler bak senin için" demiştim. Şehnaz da haklı olarak sinirlenerek "Kıskandığın için böyle yapıyorsun. Senin de için gidiyor onun yaptıklarını yapabilmek için. Neden sevmiyorsun acaba  ...'i? İçten içe ona benzediğin ama onun yaptıklarını yapamadığın için olabilir mi? Ya da ben onunla vakit geçirdiğim için kıskanıyor olabilir misin? " demişti. O zaman "Şehnaz, sen beni yanlış anladın, ben sadece seni düşünüyordum. Madem böyle anladın, ne istersen yap! " diyerek küsmüştüm. Ama sonra kendi kendime düşünürken söylediklerinde gerçeklik payı olduğunu kabul ettim. Hatta fırsat bulunca o kızdan beter olduğuma bile şahit oldu da hiç yüzüme vurmadı Şehnaz. O kızı sevmiyordum çünkü aslında ben de o kız gibiydim ama o zamanlar onun yaptıklarını yapacak fırsata sahip değildim. Onlar gece dışarı çıkabiliyordu, ben çıkamıyordum. Onlar konsere, tiyatroya, şiir dinletisine gidebiliyordu, ben gidemiyordum. Onlar doğum günlerini kızlı-erkekli kutluyordu, ben izin alamadığım için kös kös evde oturuyordum. Ve daha bir sürü özgürlük/kısıtlanma ikilemi... Sonraları anladım ki bazen karşılaştığımız kişiler bize en derinimizde sakladığımız kendi hırslarımızı, arzularımızı, zaaflarımızı, zayıflıklarımızı hatırlattığı için onları sevmiyoruz. 

Olmak istediğimiz kişi başka, olmak zorunda olduğumuz kişi başka olunca içimizde biriken sıkışmışlığı/çatışmayı bize hatırlatanlardan uzaklaşıyoruz yavaş yavaş, kaçıyoruz. Şimdi dönüp geriye baktığımda o kızı nasıl kıskandığımı, kendimi tanımaktan ne kadar uzak olduğumu görüyorum. 

Geçen bunca yıldan sonra kendimi tanıyorum tabi ki ama hâlâ "Ben kimim?" sorusu karnımı ağrıtıyor, ruhumu sıkıyor. Çünkü hâlâ sevmediğim, istemediğim ama bir türlü de kurtulamadığım yanlarım var. Yol henüz bitmedi, önümde fazlalıkları atacak fırsat var ama kendimde o gücü bulamıyorum bazen en kritik anlarda. Bir arpa boyu yol gidemedim diyerek kendime haksızlık etmeyeceğim ama bir buğday tarlasını aşmış gibi de hissetmiyorum kendimi pek. 

Şu sıralar arayışım kendi içimde. Kimim, neyim, neden böyleyim? Cevapların bir kısmı net, bir kısmı çok bulanık. Yaşadıklarımdan diye kestirip atmakla bitmiyor. Yaşananlar bir etki, yaptıklarımız onlara bir tepki ama bir sürü olasılık içinde o tepkileri vermek bizim tercihimizken tüm suçu kadere atmak sadece kolaya kaçmak, kendimizi kandırmak olmaz mı? 

Sorular bitmiyor da hayat akıp gidiyor. Şimdilik soruları kenara, kendimi akışa bırakıyorum. 




Pazartesi, Ağustos 05, 2019

Karma

Bir kez daha saygıyla eğiliyorum Evrim'in karmasının önünde.

Ben büyürken hiç bilmezdim karma falan. Sonra Evrim'le ve pek saygıdeğer karması ile tanıştım. Kim Evrim'e bir yamuk yapsa yılı dolmadan karşılığını alıyor evrenden. Hatta çok iddialı olacak ama Evrim'e yamuk yapanın burnu b.ktan zor kurtulur öyle söyleyeyim.

Bu yaz ben düştüm o acımasız karmanın kucağına. Önce boşaltım sistemim, sonra sindirim sistemim bozuldu. 2 gün migren tuttu. Sonra belim sakatlandı, 3 gün zor yürüdüm. Bugün de eve döneceğimiz uçak 3,5 saat rötar yaptı, havaalanına gelince öğrendim tabi ki. 18.30'dan 22.30'a kadar Arya ile havaalanında takıldık(?!) Ama durun, daha bitmedi! Şu an uçaktayız ve uçaktan inmek isteyen 2. yolcunun eşyalarının ayrılıp uçaktan inmesini bekliyoruz. Evet, evet 1. değil, 2. yolcu iniyor! 19.40'ta kalkacak olan uçak 23.40'ta kalkarsa şükredeceğim.

Peki, neden mi böyle oldu? Cevap basit! Evrim'e yamuk yaptım, onu 3 hafta evde bırakıp Arya ile tatile çıktım. Daha ne olsun!


Pazar, Ağustos 04, 2019

Valizlerle Yaşamayı Sevmiyorum

Ne zaman konu dönüp dolaşıp bugüne dek yaptığım işlere gelse hemen "Hosteslik iyiydi ya, onu niye bıraktın?" sorusu geliyor. İyiydi, değildi tartışılır ama bana göre değildi. Hiç hayalim olmadı, hatta Evrim'le ve dolayısıyla Dilek abla ile tanışmasam aklımın kıyısından bile geçmezdi.

Üniversitede okurken birden bire "Hostes olsana sen de Dilek ablan gibi" dedi bir gün annem (o zamanlar sadece Evrim'in annesiydi tabi ki :) Sonra kendimi AtlasJet'te buldum. Eğitimdi, ilk uçuşlardı, yatıydı, yurt dışıydı derken yattığım, kalktığım, uçtuğum saatler birbirine girdi. Her gün elimde valizlerle oradan oraya uçtum. Sonunda anladım ki ben o valizlerle yaşamayı hiç sevemedim. Hâlâ da sevmiyorum. Bu yüzden son 2 yıldır tatil dönüşlerini ayrı bir seviyorum.

Geçen yaz Yunan adaları turu yapmıştık. Tur bitip gemiden indiğimizde acayip iyi hissetmiştik kendimizi. Bu yıl da Antalya'daki otelden ayrılırken yine aynı his vardı içimde. Birkaç gündür yine aynı hisler var içimde. Tabi ki tatil bittiği için seviniyor değilim, sadece eve dönüp valizleri boşaltıp yerleşik düzene geri döneceğim için seviniyorum. Çünkü ben oldum olası sevmiyorum bir valizin içinde tıkış tıkış yaşamaya çalışmayı. Sırt çantası ile yollara düşme hayalimi de sorguluyorum bu sebepten. Her şey süper olsa da bana yine çanta stresi basar eminim. :p

Otele gittiğim zaman 2 gün bile kalacak olsam mutlaka çıkarırım eşyalarımı valizden. Babamda kalırken yapamadım maalesef ve çok darlandım bu konuda. 20 gündür valizlerle boğuşuyorum. Ne kadar az eşya almış olsam da yine de zor oldu Arya ve benim için.

Bugün evden uzakta kaldığımız son gün. Yarın dönüyoruz ve inşallah gece kendi yataklarımızda uyuyacağız. Tabi ki uyumadan önce ilk iş valizleri boşaltacağım :D

Perşembe, Ağustos 01, 2019

Doğum Günü Çocuğu (?!?!?)

Bugün doğum günüm benim! Dolu dolu 33 oldum!

Hiç büyümüş gibi hissetmiyorum kendimi. Aksine aklı hiç tanımadığı bir dünyada sürekli karışan, yeni şeyler görmeye, yeni şeyler öğrenmeye aç bir çocuk gibi hissediyorum. Evet tabi ki eskisi gibi değil bir çok şey. Mesela sabahlara kadar coşup eğlenemez bedenim ya da karda kışta sokaklara çıkıp gezemem aynı umursamazlık ve enerjiyle. Ama işte isteklerimden bir nebze vazgeçmiş de değilim. Hâlâ aynı hatalara düşmeye meyilliyim, hâlâ asiyim, hâlâ fevri, hâlâ inatçı 😁

33 demeyi sevdim de 33 olmayı pek anlayamadım. Yirmilerin sonunu da anlayamamıştım. Epeyce bir zaman 23-24 yaşımda takılı kalmıştı aklım, yaşımı soranlara 23-24 diyor sonra da pardon ya 28/29 oldum ben diyordum 🙈🙈🙈 şimdi 33 yaşımdayım diyorum rahatlıkla ama aklım hâlâ 18-19larımda. Garip bir Benjamin Button sendromuna yakalanmış gibiyim. Bedenim, yaşım ilerliyor da zihnim çocuklaşıyor gitgide sanki 🙄 Büyüdükçe küçülüyormuşum gibi geliyor bazen ama şikayetçi de değilim. Tanıyorum kendimi, biliyorum huyumu suyumu, artımı eksimi 🙂 kendimle inatlaşmıyorum, kendimle savaşmıyorum eskisi gibi. Evet hâlâ asiyim, hâlâ başıma buyruk, hâlâ inatçı ama zarar vermekten kaçınıyorum eski benin aksine. Yani yıkıcı değil de daha kendi halimde, daha yapıcı olmaya çabalıyorum. Her şeyi yeni öğrenen çocuklar gibi, hayatla mücadele etmenin daha barışçıl yollarını öğrenmeye çalışıyorum. İlkinde de fena iş çıkarmamıştım ama bu kez daha az kalp kırmayı hedefliyorum 🙂 Yolun yarısına 2 kala hem çocuklaşıp hem büyümeyi hayal ediyorum. Napalım biraz delilik var serde ama böyle de idare ediyor ailem, arkadaşlarım, sevdiklerim, sevenlerim, 🥰

Doğumgünümü kutladığınız için hepinize çok teşekkürler. İyi ki doğmuşum, iyi ben olmuşum, iyi ki beni böyle seven, böyle kabul eden, beni iyileştiren kocaman gepgeniş bir ailem var 🥰


Hayat, sen bambaşka planlar yaparken başına gelenlermiş gerçekten...

Bu akşam bir elimde kitabım, bir elimde sıcak çikolata ile tam kendi kendime "Huzur bu işte" derken telefon çaldı ve kardeşim ağla...