Cumartesi, Eylül 21, 2019

Sanattan Yola Çıkıp Hayatın Gerçeğine Varmak

Kaystros Tyrha'nın sanatla ilgili şu paylaşımından yola çıkıp çoook başka yerlere geldim. Çok severim kendimi bırakıp "stream of consciousness*"ta kaybolmayı. Mr. Kaplan'ın yazısına yaptığım yorum sonrası düşüncelerim zamanında hayalim olan akademisyenlikten nasıl vazgeçtiğime kaydı. Sonrasında nasıl öğretmen olduğuma ve bugünkü halime ve hislerime aktı bilincim.

Lisede dil bölümünde okudum çünkü benim dil becerilerim ortalamanın çok üzerinde. Şimdi şurada hiç yalandan mütevazılık yapamayacağım. İngilizce ile tanıştığım gün tüm yapısını anladım. Beynim her şeyi kodladı, kutulara yerleştirdi. Sonrasında gelen her yeni bilgiyi uygun yere koyup stokladı. Hiç zorlanmadım ben İngilizce öğrenirken. Almanca ve İspanyolca için de geçerli bu söylediklerim ama onlar epeyce köreldi çünkü Almanca'yı 2006'dan, İspanyolca'yı da 2009-2010'dan beri hiç -gerçek manada hiç- kullanma fırsatım olmadı. Ama tekrar dönüp baksam biraz kullansam eminim geri gelir bir çoğu bildiklerimin. Benim için bu kadar kolay olan bir şeyi nasıl olup da başkaları öğrenemiyor anlamakta çok zorluk çekiyorum. Anlamak için kendime:

"Ben de kimya ve fizikte zorlanıyor, matematikte formülleri ezberlesem bile sonra hemen unutuyorum. O dersler de başkaları için kolay ama bana çok zor geliyor." diyorum ama nafile içimden bir ses hemen:

"Ya ama kimya, fizik, matematik gerçekten zor. İngilizce öyle zor değil ki! Anlamamak için aptal olmak lazım. Dinleyen, çalışan kesinlikle öğrenir" diyor. Tabi ki bu çok yanlış bir düşünce ama işte ben tam bir empati yoksunuyum maalesef. Bu koşullarda benim öğretmen olmam ne kadar saçma tahmin edebilirsiniz. Defalarca kez anlattığım, bana göre ultra basit bir şeyi anla(ya)mayan öğrenciler benim için bir muamma ve delirme sebebi. Sürekli kendimi frenlemek zorunda kalıyorum. Böyle olacağını bildiğim için puanım yettiği halde bir tane bile öğretmenlik bölümü yazmamıştım üniversite tercihlerime ama kader işte! Asla büyük konuşmamak lazım. Dönüp dolaşıp öğretmen oldum sonunda. Neden oldum? Hayat koşulları! Evlilik, çocuk, düzenli gelir ve çocukla ilgilenmek için gereken zamana sahip olmak diyeyim siz tamamlayın gerisini.

Öğretmenliği seviyor muyum? Seviyorum ama sadece hevesli öğrenciyle çalışırken seviyorum. Öğrenmek, anlamak, başarmak isteyen, çabalayan öğrencilere aşığım. Gece gündüz anlatırım, yeter ki istesin! Ama işte şu an öğretmenlik yaptığım yerde İngilizce öğrenmek isteyen -aslında ders fark etmeksizin herhangi bir şey öğrenmek isteyen- öğrenci o kadar az ki... Zorla güzellik olmuyor. İstemeyene bir şey öğretmek çok zor. Ne dediğinizi duyar gibiyim:

 "Önce ilgilerini çek, dersi sevsin, seni sevsin, İngilizce bilmenin önemini anlasın, eğlenerek öğrensin, az öğrensin ama öz öğrensin."

Saygısızlık etmek istemem ama tüm bunları biliyorum zaten. Yapmadığım şey, denemediğim yol, atmadığım takla kalmıyor. Oyun, şarkı, video, türlü türlü etkinlik, sohbet, muhabbet, ödül, ceza... Her yolu deniyorum. Hadi bir şekilde derse katılsalar, bu sefer de evde çalışmıyorlar. Çalışmayınca bir önceki derste öğrendiklerini unutuyorlar. Of anlatsam burdan Fizan'a yol olur.

Okulda çok sevdiğim bir sınıfım var, 7B sınıfı. Çok istekliler, çoğunluk tam da olması gerektiği gibi sorumluluk sahibi. Derste söz almak için yarışıyorlar sürekli. Bu yıl birlikte 3. senemiz. Yanlış cevaplasalar, yarım yapsalar, yarı Türkçe yarı İngilizce de konuşsalar derse katılmalarını destekliyorum her zaman. Teneffüs zili çalınca "Ya Hocam, çok çabuk bitti. Keşke daha çok olsa dersiniz." diyorlar hep. O kadar mutlu oluyorum ki... O sınıfta nefes alıyorum. Bu yıl ilk kez derslerine girdiğim iki tane daha 7. sınıf var. Onlarla da iyi bir frekans yakaladık. Şimdilik iyi gidiyor. İnşallah böyle devam ederiz. Maalesef diğer sınıflarda durum böyle değil, hatta tam tersi. Elimden geleni yapmaya çalışıyorum ama yetmiyor gücüm. İlk senelerde kendimi yiyip bitiriyordum neden böyle diye ama artık kabullendim. Elimdekiyle yetiniyorum.

Frekans tutmayınca olmuyor, iletişim kopuyor, inatlaşma başlıyor. Sonra umursamazlık alıp başını gidiyor. Ben çabalamayan, umursamayan, önemsemeyen çocuğa / öğrenciye / insana katlanamıyorum. İlgilerini çekmek için kırk takla attığım, diğer hocalarla fikir alışverişi yapıp akla gelen her yolu denediğim halde zerre geri dönüş alamadığım sınıfta enerjim düşüyor, motivasyonum buhar olup uçuyor. Sonrası onlara da bana da işkence. Dersi kuru kuru işleyip çıkıp gitmek istiyorum o sınıflardan ama vicdanım rahat etmiyor. Maalesef tekrar tekrar umutlanıp uğraşıp tekrar tekrar duvara tosluyorum.

Akademisyenlik hayallerimi çöpe attıran, beni üniversiteden soğutan, internette herkesin ulaşabileceği basmakalıp fikirleri çok orjinalmiş gibi bize sunan, bizim fikirlerimize, yorumumuza hiç önem vermeyen hatta zahmet edip sınav kağıdına yazdıklarımızı bile okumayan üniversite hocalarımın kulakları çınlasın. Ama hakkını asla yiyemeyeceğim iki hocam var ki onların yeri çok özel. Hazırlık sınıfında Essay dersimize giren İpek Hoca ile poetry, world literature ve postmodern literature derslerimize giren Hasine Hoca'yı hep özlemle hatırlıyorum. İkisi de bambaşka dünyaların kapılarını açtı bana. İpek Hoca'yla Matrix'i izleyip alt metnini analiz ettiğimiz dersi, Taksim'deki uzay müzesine gidişimizi, Raja Yoga'dan bahsedip beni meditasyonla ve yoga ile tanıştırmasını; Hasine Hoca'yla incelediğimiz şiirleri, soneleri, postmodern masalları, okuldan ayrılırken bana yazdığı referans mektubunu asla unutamam. İpek Hoca'yla hâlâ görüşüyoruz. Hasine Hoca da bölüm başkanı olmuş. Onlar dışında büyük bir hayal kırıklığıydı okuduğum bölüm benim için.

Nereden nereye! Sanatın öznelliğinden başladığım düşünce akışım hayatımın gerçekleri ile son buldu. Bazen zihnime bir kamera koyup ekranda açılan binlerce sekmeyi gösterebilmeyi çok istiyorum. Günümüzün post-modern sanat akımlarına gönderme gibi olurdu. Böyle sakin bir akış olduğunda çok seviyorum ama stresli dönemlerde zihnime virüs girmiş de sürekli bir pop-up saldırısına maruz kalmış gibi olunca çok yoruluyorum.

Her gün yazılarıyla, yorumlarıyla zihnimi besleyen blogger arkadaşlarıma ne kadar teşekkür etsem az. Yıllardır yazmadığım kadar çok yazıyorum bu aralar. İyi geliyor :)

(*Şimdi bunu neden İngilizce yazdın ki diyebilirsiniz. İlk tanıştığım andan itibaren aşık oldum İngilizce'ye. Sonra tanışınca Almanca'ya da, İspanyolca'ya da :) bazı kavramları, bazı kelimeleri İngilizce seviyorum, bazılarını Almanca, bazılarını İspanyolca. sevince de onu kullanmak istiyorum.)

*Bu kez şarkı öğrencilerinin kalbine dokunan, hayatlarında iz bırakan gerçek öğretmenler için çalsın sadece. 




9 yorum:

  1. beyimgil de senin gibi İngilizce fanatiği bir öğrenciydi. aynı sınıftaydık, yaş 12. öğretmenlerimizin onunla kurduğu bağ bambaşkaydı, çünkü çocuk iştahla yutuyordu bilgileri.

    onun sebebi babasıydı, amerikaya'ya yerleşmeye çalışıyordu, evde bir İngilizce öğrenme havası hakimdi. belki dil yeteneği değildi, dille ilgili bir davası olmasıydı. kim bilir?

    benim de dil bilgim / dile becerim / dilin metamatiğine hakimiyetim iyidir ama İngilizce çalışmak daima işkence gibi gelmiştir. sıfır zevk.

    nedeni de kafamda 'nabıcam ben bu İngilizceyi acaba' sorusunun olması.

    senin beynindeki dil alıcılarının neden bu kadar iyi olduğunu bilmiyorum, belki hakikaten beynin bu alan için ayrılmış ayrı bir bölümü vardır fakat yine de 'dili gerçek hayatta' kullanmakla ilgili küçücük yaşından vizyonun olduğundan eminim.

    insan-gızı işte, ölüye yatırım yapmak yaşama hevesimize ters ne de olsa :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben çocukken böyle ajanlı falan casusluk filmlerini çok severdim. Gece uyumadan önce hayal kurardım Amerika'da doğup büyümüş olsam ya da orda okuyabilsem, tüm dilleri öğrensem, ajan olsam, dünyayı gezsem, maceradan maceraya koşsam... Büyüdükçe o hayalin imkansızlığı kaçınılmaz oldu tabi. Sonra akademisyen olayım ben en iyisi dedim. O da olmadı işte. Gerçi ben de hiç çabalamadım. Hayaller, hayatlar işte! Dil öğreniminde senin de bahsettiğin gibi beynin aktif bölgeleri ve öğrenme motivasyonu çok önemli :) kullanmayacağım şeyi n'apayım diyor öğrenciler de işte.

      Sil
  2. bilinçakışı iyimiş. marcel proust yapar, en sevdiğiim. ingilizcenin de bir matematiği var, müziğin resimin olduğu gibi. o matı anlamışsın tabisidee. ama ama zor öğrenen istemeyen öğrenciye istetmek, istetinceye dek uğraşmak daha iyi yaa. bizim ülkede insanların öğrencilerin motivasyonu çok zayıf. yanii öğretmenden çok koç olmak gerekiyoo çocuklara yaa yani en umutsuz öğrencilerle uğraşmak daha keyifliii :) bir tür challenge bu daaa :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. 18 Ekim'de Öğrenci Koçluğu eğitimine katılacağım :) Bir de Yetenek Yönetimi eğitimi var. Fırsat olursa ona da katılmayı planlıyorum. Eğitim şart!

      Sil
  3. Yazınızı defalarca okudum. Yorum yazmaya kalktığım sırada internet gitti. Bu arada Deeptone'nun benden erken davrandığını gördüm:) Öncelikle eşimin de dil branşında öğretmen olması sebebiyle sizin bu mesleğe sadece öğrenci gözüyle değil içinde bizzat yaşayarak tanıklık ettim. Emekli olana dek kendini öğrencilere hazırlayan, hasta olduğunda dahi çocuklar geri kalmasın diye rapor kullanmayan sizin gibi yaptığı işe saygı duyan biridir eşim. Başak burcunun karakteristik özelliği olan mükemmeliyetçidir. Mesleğini muhtelif okullarda icra ederken şahit olduğum, hatta yaşadığım insanın içini acıtan ya da güzel ve hoş anılar var hafızamda.
    Mesela Ankara'nın kenardaki bir mahalle okulunda öğrencilerine "Adem'in Kaburga Kemiği" adındaki tiyatro oyununa hazırlaması, Devlet Tiyatrolarından hatta evimizdeki eşyalardan dekor malzemesi toplayışımız, tiyatroya gönül vermiş bazı erbap dostlardan aldığı destekler, fırsat buldukça onların hazırlık çalışmalarını izlemem ve oyunun sergilenmesi, Ankara'da dereceye girmesi, o minicik çocukların başarısı karşısında gözlerimin dolması, eşime karşı duyduğum hayranlık ve onunla gururlanmam... Ya da,
    peşimden sürüklenip geldiği Aydın'ın merkez köylerinden birinde onu sabahları okula bıraktığımda; küçük öğrencilerin, okul bahçesinde sıraya dizilip minicik elleriyle tuttuğu çiçekleri her gün ama her Allah'ın günü eşime sunmaları...
    Sınıflarına yerleştirilen üç beş kaynaştırma öğrencisi ile özel olarak ilgilenmesi,
    Yine Ankara'da başka bir okulda, Fetö'cü abla ve abilerin elinden kurtarmaya çalıştığımız çocuklar...
    Deep en umutsuz öğrenciyle uğraşmanın daha keyifli olduğunu söylemiş. Bunda keyifli bir taraf görmeme rağmen şu kesin. Eğer en umutsuz öğrenci'yi topluma faydalı bir insan olarak kazandırabiliyorsa bir öğretmen işte en keyifli olan odur.
    Öğretmenlerimizin hepsi maalesef aynı kıymette değil. Sadece öğretmenlik değil diğer bütün mesleklerde görevini layıkıyla yapan kişi sayısı oldukça az. Bakın üniversitede sizin aklınızda yer etmiş, Hasine Hoca ile İpek Hoca dışında iyi izler bırakan başka hoca yok. Ne mutlu onlara, elleri öpülesi, saygı duyulacak insanlar.
    Bu arada "Öğretmen için çal-Ardahan" beni ne kadar duygulandırdı anlatamam. Öğretmen deyince aklıma her zaman Köy Enstitüleri, Öğretmen Okulları geliyor. Bence hepsine değil ama bu işe gönül vermiş iyi öğretmenlere maddi, manevi destek verilmeli, bu ulusun geleceği için yapılmalı mutlaka.

    Gelelim sizin şu "stream consciousness" olayına:) İngilizce hayranlığınız, dile olan tutkunuz tarafımdan takdire şayan. Benim de yabancı dile merakım olmuştur hep. Üniversite tercihlerimde bir önceki tercihim tıp, bir sonraki tercihim İngiliz Dili ve Edebiyatı idi. Şansım iğne deliğinden geçip bu birbiriyle alakasız meslekler arasından inşaat mühendisliğinde karar kıldı. Bu arada en çok istediğim bölümü kazanmıştım aslında:) Sizler gibi bana bir şeyler kazandıran blog dostlarını seviyorum. "stream consciousness" ile ilgili pek fikrim yoktu, bu vesileyle internette araştırdım. Öncelikle size aynen katılıyorum. Bazı kelimeler farklı dillerde kulağa daha hoş geliyor, zihinde gerçek anlamını çağrıştırıyor. Bu sebeple lafın gelişine göre seçtiği kelimede özgür olması gerektiğine inanıyorum insanın. Bazı yere hakikat, bazı yere gerçek yakışır mesela. Dilimize bilinç akışı olarak çevrilen terimin dilde katı bir tutum sergileyen Almanya'da bile "stream consciousness" şeklinde kullanıldığını öğrendim.
    Bu terim resim, müzik gibi sanat dallarının yanı sıra edebiyatta bazı yazarların kullandığı bir yazım şekliymiş. Gözüm yanımda eşimin okuduğu kitaba kaydı. Virginia Woolf'un yazdığı Mrs. Dalloway. Bingo. Virginia ablamız tam da bu tarzda yazmış kitabı. Elimdeki kitabı bitirir bitirmez Mrs. Dalloway bilincini akıtacak bana:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İlk defa başıma geliyor (!) kelime sınırı varmış. Bu da Part II :)

      Üff, amma uzun oldu, ama bir de "Dream Theater"'ın "stream consciousness"ı çıktı karşıma. Resmen uçurdu beni. Biz Pink Floyd'larda kalmışız:)
      Hadi artık yeter, yarın sabah erkenden kalkıp yaylaya, ceviz toplamaya gideceğiz:)) Sevgiyle kalın.

      Sil
    2. Öncelikle çok teşekkürler bu güzel paylaşımınız için.

      Eşinizin emekleri o kadar değerli ki... Günümüzde eşiniz gibi öğretmenler pek yok artık. Kendim de dahil şu anda öğretmenlik yapanlarda sistemden kaynaklı inanılmaz bir yılgınlık var. Yeni neslin umursamazlığı da eklenince tükeniyor insan. Her güne önce kendimi motive etmeye çalışarak başlıyorum. Öğrenciyken koşarak gittiğim okula şimdi zorla gidiyorum. İlkokul, ortaokul, lise... Hepsinde çok değerli, iz bırakan hocalarım vardı. Ama üniversite maalesef anlattığım gibi hayal kırıklığı oldu. Asla kendi öğretmenlerim gibi, önceki kuşağın idealist öğretmenleri gibi bir öğretmen olamayacağımı biliyorum yine de aldığım maaşı hak etmek, daha da önemlisi öğretmenlik mesleğine ihanet etmemek için elimden gelenin en iyisini yapmak için çabalıyorum. Mutlu muyum? Çoğunlukla değilim ama bazı sınıflarda, bazı öğrencilerin hayatına dokunduğumda inanılmaz mutlu oluyorum.

      Eşinize selamlar, sevgiler

      Sil
  4. Ben de dil öğrenemiyorum. Sanırız azim lazım. :)
    Öğretmenliği sevmeniz güzel, mesleğinizi sevmeniz güzel :)

    YanıtlaSil

Hayat, sen bambaşka planlar yaparken başına gelenlermiş gerçekten...

Bu akşam bir elimde kitabım, bir elimde sıcak çikolata ile tam kendi kendime "Huzur bu işte" derken telefon çaldı ve kardeşim ağla...