Cuma, Eylül 27, 2019

Damlalar*

"Suya yakın olmak şart. İlle okyanus kıyısında yaşamalı demiyorum, kaçımıza vurabilir ki o piyango? Hatta kader bu ya, belki denizin dalgalarına bile uzak kaldın ama ne yap et, suya yakın ol.. Yoksa, içi kuruyor insanın. Bedenimizin bile %70'inin su olduğunu biliyor muydun?" dedi* Kate.

Kate çok yanılıyordu. Artık bedeninin %70'i su değildi. Hatta artık kendine ait bir bedeni bile yoktu. R. Daniel üzülebilme yetisi olsaydı çok üzülecekti Kate için. Son güncellemelerle poiztronik beynine yüklenen bir takım algoritmalar sayesinde insanlardaki "empati" yetisine benzer bir analiz ve değerlendirme özelliği kazanmıştı ama hâlâ "üzülmek" gibi insani duygulara sahip olduğu söylenemezdi. 


Kate'in bedeni geçirdiği bir kazada onarılamaz derecede hasar almış ve Kate yatağa bağlı hale gelmişti. Futurobo Inc. Yönetim Kurulu, durumu değerlendirmiş; ondan sorumlu olan R. Daniel Oliver'ın da fikrini alarak Kate'in yeni projeleri "Küp"te kobay olmasını onaylamışlardı. "Küp Projesi" henüz tüm insanlığın bilgisine sunulmamıştı. Projenin kapalı kapılar arkasında saklanmasının sebebi etik problemlerdi. Proje, insan bilincine sonsuzluğu sunarken, bedenlerin ve bildiğimiz anlamda "hayat"ın sonunu getirebilirdi. 


Projenin beyni olan R. Henry (bu ismi eserlerini incelemekten bir çeşit "zevk" aldığı Charles Bukowski'nin  bir eserinden esinlenerek kendisi seçmişti), Kate'in proje için uygun bir aday olduğunu teyit ederken projeyle ilgili tüm insani etik problemleri göz ardı ediyordu. Söz konusu hayatta olmaksa önemli olan bilincin devamlılığıydı. Bedenler zaten eninde sonunda yok olmaya mahkumdu. Üstelik bu proje başarılı olduğu takdirde dünyanın en büyük sorunu olan doğal kaynak ihtiyacı ortadan kalkacak; açlık ve susuzluk kaynaklı zamansız ölümlerin önüne geçilecekti. 


Küp projesi ile insan bilincinin pozitronik beyine benzeyen bir "küp" içine aktarılması; geçiş evresi tamamlanıp kişinin benliği, bedenin kaybedilip bilincin korunduğu gerçeğine alışınca da "küp"ün R. Daniel ve R. Henry'ninkine benzeyen yapay, robotik bedenlere yerleştirilmesi amaçlanıyordu. Böylece kişi insanlığının özünü barındıran zihni ve sonsuza dek yaşamasına olanak sağlayacak olan yeni bedeni ile varlığını sürdürmeye devam edebilecekti. Planlama aşamasında projeden haberdar olan birkaç insandan biri olan Asaf Süreya*** bu fikre şiddetle karşı çıkmıştı. "İnsanın özü sadece zihninde değil ki! Teninde, kanında, ruhunda! Güneşi, denizi, rüzgarı, tenine düşen yağmur damlalarını hissedemeden mutlu olamaz insan!"  demişti Asaf.  Bu çıkışından sonra kademeli olarak proje biriminden uzaklaştırılmış, şirketin başka bir bölümüne transfer edilmişti.


Küp projesi ile ilgili olası itirazların analizini yapan Futurobo çalışanları "güneşin, denizin, rüzgarın ya da yağmur damlalarının hissedilmemesinin oluşturabileceği bir soruna dair herhangi bir veriyle karşılaşmamışlardı. Analiz sonuçlarına göre karşılaşılacak en büyük sorunun cinsel hayat ve üreme problemi olacağı öngörülüyordu. Bunun için de çözüm basitti. Üreme organları sağlıklı ve üremeye gönüllü olan insanların zihin aktarımı için bir deadline** belirlenecek ve aktarım üreme gerçekleştikten sonra yapılacaktı. Üreme yetisi doğuştan olmayan ya da yaş, hastalık, kaza gibi sebeplerden bu yetiyi kaybedenlerin aktarımı ise zaman kaybetmeden ivedilikle gerçekleştirilecekti. Tabi ki tüm bu planlar Kate'in deney süresini başarılı bir şekilde atlatmasına bağlıydı. Şu ana dek işler yolunda gitmişti.


Kate'in bilinci kazadan 48 saat sonra üretilen ilk "küp"e aktarılmıştı. Kate'e gerçeklerin çok ufak bir bölümü anlatılmıştı sadece. Tek bildiği çok kötü bir kaza geçirdiği, geçirdiği ağır ameliyatlar sebebiyle bedenini bir süre hissedemeyeceği ve gözlerinin de sargılı olduğunu söylemişlerdi. Şimdilik tek yapabildiği konuşmaktı. Zihninin aktarıldığı küp kablosuz bir verici ile bilgisayara sinyaller gönderiyor ve bilgisayardaki program bu sinyalleri Kate'in önceden kaydedilmiş ses dosyalarından faydalanarak konuşmaya çeviriyordu. Aynı şekilde konuşulanlar da yine aynı program tarafından sessiz sinyallere dönüştürülüp Kate'in zihnine aktarılıyordu. Bu şekilde Kate ağzını açmadan, kulaklarına ihtiyaç duymadan iletişim kurabiliyordu.


İlk günler her şey proje planında öngörüldüğü gibi gitmiş olsa da günler geçtikçe Kate'in zihninde bir düzensizlik baş göstermeye başladı. Kate günler geçmesine rağmen neden hiçbir şey hissetmediğini 
sorgulamaya başladı. 

"Bir daha hiç hissedemeyeceğim değil mi bedenimi. Sanırım görme yetimi de tamamen kaybettim. Neden bana gerçekleri anlatmıyorsunuz? Gerçekleri öğrenmek benim hakkım! Bu şekilde yaşamak istemiyorum!" 


Bu çıkışlar şiddetlendiğinde Kate'in içinde olduğu "küp"e sakinleştirici sinyaller gönderiliyor ve zihni geçici süre ile devre dışı bırakılıyordu. Kate uyanık olduğu anlarda sorduğu sorulara tatmin edici cevaplar alamadıkça mantıklı şeyler düşünmeyi bırakıp hayaller kurmaya başladı. Uçsuz bucaksız denizler, masmavi engin bir okyanus hayal ediyordu çoğunlukla. Bir süre sonra bu hayaller yetmemeye başladı Kate'e. Zihnindeki özlem hayal kırıklığına, hayal kırıklığı öfkeye dönüştü. Düşünceleri küfür olup yayılıyordu "küp"e bağlı ses sisteminden. 


Bir gün proje sorumlularının hiç beklemediği bir şey oldu. Kate'in düşünceleri odasındaki bilgisayarı aşıp binanın ana sistemine sızdı ve Kate'in yardım çığlığı tüm binada yankılandı. Asaf duyduklarına inanamadı önce ama tüm bunların "Küp" projesiyle ilgili olduğunu anladı. Projenin tamamen rafa kaldırıldığını sanıyordu. Oysa çoktan insanlı deneylere başlamışlardı demek! Ama anlaşılan işler pek de ön görüldüğü gibi gitmiyordu. Robo-asistanlar Kate'in zihin sinyallerinin aktarım kontrolünü tekrar ele geçirene dek Asaf her şeyi kavramasına yetecek kadar dinlemişti Kate'in anlattıklarını. Binanın içinde bir yerde bedeninden, teninden, kanından, ruhundan koparılmış; bir "küp"ün içine hapsedilmiş bir kadın vardı. Asaf nefes alamadığını hissetti. O an karar verdi; ne pahasına olursa olsun kurtarmalıydı o kadını.


Acele etmesi gerektiğini hissediyordu. Yakalanmadan o kadını kurtarmak için doğru düzgün bir plan yapmasına yetecek kadar süresi yoktu. Ah keşke her şey kadının hapsedildiği "küp"ü dışarı çıkarmakla bitseydi. Asıl zorluk ondan sonraydı. Kadınının dünya ile tek iletişimi bina içinde çalışan sinyal dönüştürücü sistemdi. Binadan çıktıkları anda kadın tümüyle o küpün içine hapsolup kalacaktı. Asaf buna bir çare bulmalıydı. Futurobo'nun ar-ge sistemine sızdı kendi yazılımı ile ürettiği maymuncuk şifresi ile. İlk olarak projenin sonraki adımında, yani "küp", robo-bedene yerleştirildiğinde kullanılmak üzere tasarlanan sinyal dönüştürücünün yerini öğrendi. Sonra da "küp"ün nerede tutulduğunu. Şimdi tek yapması gereken uygun anı bekleyip "küp"le birlikte binadan ayrılmaktı. Beklediği fırsat çok geçmeden çıktı karşısına. 

Kate'in zihinsel aktivitelerini inceleyen Robo-birim 3. haftanın sonunda Kate'in zihinsel durumun projeden beklenen sonuçları desteklemediğini, bu koşullar altında bir sonraki aşama olan aktarımın gerçekleştirilemeyeceğini raporladı. Raporu değerlendiren Futurobo yönetim kurulu deneyin farklı bir kobay ile tekrarlanmasına karar verdi. R. Henry, projenin başarısız olma ihtimalinin olmadığını; raporlanan son durumun sadece Kate'in bu proje için uygun kobay olmadığını teyit ettiğini ekledi rapora. Deney sonlandırılacak, "küp" boşaltılıp en kısa sürede yeni kobay için uygun hale getirilecekti. 


Asaf sisteme gizlediği bir virüs sayesinde proje ile ilgili tüm raporlar ve yazışmalardan haberdar oluyordu. "Küp"ün boşaltılmasına karar verilince Kate ile ilgilenen tüm ekip görevden çekilmiş, Kate kaderine terk edilmişti. Asaf mesai bitimine dek bekleyip Ar-ge laboratuvarına girdi gizlice ve ihtiyacı olan sinyal dönüştürücüyü aldı. Ardında da hiç vakit kaybetmeden Kate'in tutulduğu kata indi binanın acil durum merdivenlerini kullanarak. Sonunda "küp"ün olduğu odayı buldu. 


Asaf masasından ayrılmadan önce binanın güvenlik sistemini hacklemişti. Ofisini terk ettiği andan binadan çıkmalarına kadar geçecek süreyi kabaca hesaplayıp bu süre boyunca güvenlik kameralarının kayıt dışı kalmasını sağlamıştı. Kate'in odasına girince her şeyi bilmesine, göreceği şeye karşı hazırlıklı olmasına rağmen bir an duraksadı Asaf. Küp cam bir kaidenin üzerinde duruyordu. Kate odada birinin varlığını duyunca yine isyan etmeye başladı ama Asaf elini uzatıp küpe dokununca dünya bir anlığına durdu. Kate'e bir anlığına kendi zihninden uzay boşluğuna ışınlanmışlar gibi geldi. Asaf "Korkma seni burdan çıkarmaya geldim, sana her şeyi anlatacağım ama şimdi acele etmemiz gerekli." diyerek "küp"ü alıp binayı terk etti.


Asaf çantasında Kate ile arabasına inip hızla uzaklaştı Futurobo Inc.'ten. Hiçbir şey görmediği ve hiçbir şey hissetmediği için neler olduğu hakkında en ufak bir fikri yoktu Kate'in. Sonunda daha fazla dayanamayıp "Neler oluyor? Bana neler olduğunu anlatacağını söylemiştin?" dedi. Asaf derin bir nefes alarak "Haklısın. Anlatacaklarım şeyleri hazmetmek kolay olmayacak ama yapacak bir şey yok. Bu yara bandını ne kadar çabuk çekersek o kadar iyi." diyerek her şeyi anlattı Kate'e. 


Kate duyduklarına inanamıyordu. O anda, hiçbir şey olmamış gibi konuşurlarken bedeninin boş bir çuval gibi yok olmaya terkedildiğine, zihninin el kadar bir "küp"ün içine aktarıldığına, Asaf onu o odadan kaçırmasa "küp" temizlemek için zihninin silinip bir hiçmiş gibi yok edileceğine inanamıyordu. Böyle bir şeye nasıl inanılırdı ki zaten?  


Asaf, Kate'i kurtarmaya karar verdiği gün onu nereye götüreceğine de karar vermişti. Yıllardır hayalini kurduğu o küçük deniz fenerinin yanındaki taş eve götürüyordu Kate'i. Eve vardıklarında bir kez daha dokundu Asaf "küp"e. Kate yine uzay boşluğunda buldu kendini. "Neredeyiz?" diye sordu. Asaf anlattı. Denizi, dalgaları, güneşi, küçük deniz fenerini, taş evi, tam o anda düşmeye başlayan yağmur damlalarını... Kate bir daha hiç birini görememekten korktu. O kadar çok korktu ki sonunda "küp"ün sınırlarından kurtulup uçtu zihni. Şimdi hissediyordu tüm varlığı ile denizi. Damla damla, dalga dalga coşuyor, köpük olup taşıyordu denizle birlikte. Özgürdü, hiç olmadığı kadar özgür. Aşıktı! Ezelden beri denize, zihninde hissettiğinden beri uzay boşluğuna... Bir damla olarak başladığı yolculuğuna deniz olup dalganarak, fezaya düşüp evrene dağılarak devam ediyordu şimdi. 

Haevn - Back to water 

***


*Bu paragraf canım dostum Denize Bakan Ev'in sahibesinin hikayesinden alınmıştır. 

**deadline kelimesi son teslim tarihi / vade sonu / bitiş tarihi anlamlarına gelirken içinde barındırdığı "dead" kelimesi tek başına ele alınırsa "ölü/cansız" anlamına gelmektedir.

*** Asaf Süreya ismi çok sevdiğim iki şairden geldi. Özdemir Asaf ve Cemal Süreya. Ancak onlar sevebilirdi bir kadını hiç görmeden, sadece sesine vurularak. Ancak onlar kurtarabilirdi hapsolmuş bir kadını denize, özgürlüğe kavuşturarak. 

Perşembe, Eylül 26, 2019

İlham Mim'i

Taha yeni bir Mim hazırlamış. Can'ın Mim'inin üstüne hemen cevaplayıp sonra da can dostum için minik bir bilim kurgu yazacağım inşallah :)

Gelelim sorulara:

1) Hayatınızda şikayet ettiğiniz şeyler nelerdir?

Galiba şikayet ettiğim 3 temel konu evlilik, ebeveynlik ve öğretmenlik. Linklere tıklarsanız tüm sıkıcı detaylara ulaşabilirsiniz :P Her şeye rağmen en mutlu anlarım da bu 3 temel konu sayesinde gerçekleşir :)

2) Rutine girdiğiniz fark ettiğinizde ne yaparsınız?

Yazarım. Okurum. Tekrar yazarım. Yazdıkça iyileşirim, okudukça değişirim. Değiştikçe gelişip rutinden kurtulurum. Bunlar dışında sevdiğim şeyleri yaparım. Misal alıp başımı sabahın 5'inde dağlara çıkarım, okul çıkışı sahile sandalyemi açıp arkadaşımla/eşimle kahve ya da bira keyfi yaparım. Beni anladığını ve asla yargılamayacağını bildiğim dostlarımda dertleşirim. İçimdeki sıkıntının köküne inip kuruturum. Kurutamazsam yöntem değiştirip başka şeylere odaklanırım. En olmadı, açarım müziği, oturup rahatlayana kadar ağlarım.






3) En son yaptığınız önemli değişiklik nedir?

4 yıl önce öğretmen olmak, 3 yıl önce İstanbul'dan Hopa'ya taşınmak ve son olarak 2 yıl önce araba almak. Hepsi hayatımı kökten değiştirdi :)

4) Motivasyonunuz düştüğünde sizi ayağa kaldıran, size ilham olan şey nedir?

Hımmm. Biraz zor geldi bu soru. Beni ayağa kaldıran şey "anlaşılmak". Yani teselli edilmek, tavsiye dinlemek, yargılanmak, eleştirilmek istemem öyle anlarda. Bunlar değil de, "anlaşılmak" çok önemli. Anlayan kişiyi bulup derdimi anlatınca rahatlıyorum. Blog yazma sebebim de bu aslında. Anlatmak, anlaşılmak. Bir de dışarı çıkmak hep iyi gelir bana. Deniz kıyısı olur, dağ başı olur. Yeter ki havadar olsun :)

5) Hayat mottonuz nedir?

Annemi 42 yaşındayken kaybettim. Ben 20 yaşındaydım, kardeşim 8. Uzun vadeli planlar yapmayı hiç sevmem. Para biriktirmek, hayalleri ertelemek, millet ne der diye düşünmek hiç bana göre değil. Eline fırsat geçtiği an değerlendirmeli insan.

Kısacası "Hayat kısa, başkaları ne der diye takılma! Her anın keyfini çıkarmaya, zevk almaya, içinden geldiği gibi yaşamaya bak!"

Başka Mimlerde görüşmek üzere :)))





Ah Seçmek Çok Zor! - Dizi ve Film Mim'i

Eylül başında Can bir Mim hazırlayıp sevdiğimiz diziler, filmler ve oyuncular ile ilgili sorular sormuştu. O günden beri düşünüyorum ama 13 senedir hayatı paylaştığım eş kişisinin en büyük hobisi film ve dizi izlemek olunca bu Mim'i cevaplamak çok zor. Bir başlayayım bakalım, gerisi gelir elbet :)

1) Yıllar geçse de izlemekten sıkılmam dediğiniz dizi ve film hangisi?

Maalesef tek bir cevap veremeyeceğim. Liste şöyle: 

Filmler: Star Wars, Matrix, Geleceğe Dönüş, Yüzüklerin Efendisi, İlk 50 Öpücük, Pretty Woman (şu an aklıma gelmeyen bir sürü film daha var kesinlikle:(

Diziler:  Bones, Shields, Doctor Who, House, Lucifer, Younger, Heroes, Chuck, Alias, CSI, Görevimiz Tehlike.... (Ayyyy daha bir sürü var :(




2) En sevdiğiniz oyuncu kim?

Bu soruya hangi açıdan yaklaşmak lazım acaba?  Sevdiğim oyuncular çok net gelmiyor aklıma ama ille de sevdiğim isimleri vermem gerekirse birçok filmde, birçok rolü ile Keanu Reeves, Wolverine rolü ile Hugh Jackman, sadece Hector rolüyle Eric Bana, Kadın Aklı, Erkek Aklı filmindeki rolü ile Gerard Butler, nam-ı değer Mc Steamy rolüyle Eric Dane. Kadınlar da ise  Alias'taki rolüyle Jennifer Garner çocukluk hayalimin vücut bulmuş haliydi. Onun dışında Meryl Streep'i ve buğulu gözleriyle Eva Green'i de severim. Yazdıklarımdan da anlaşıldığı üzere ben oyuncuları değil de oynadıkları karakterleri seviyorum. Mesela normalde Hugh Jackman'ı görsem yüzüne bakmam ama Wolverine olarak gelse işler değişir. Ama söz konusu Jason Mamao ise rolün hiç önemi yok her koşulda üstüne atlayabil... Öhöm pardon imzasını isteyebilirim :))))) 

jason momoa ile ilgili görsel sonucu

3) En beğendiğiniz dizi/film repliği nedir?

En kolay cevap: "Ignorance is bliss" (Cehalet mutluluktur). Ne kadar az bilirsen o kadar mutlu olursun elindekilerle. Öğrenip de değiştiremediklerimiz, bilip de elde edemediklerimiz üzer bizi.

4) Dünyasında yaşamak istediğiniz film ya da dizi hangisidir?

Oooo! Saymakla bitmez bendeki hayaller :D Burdan 1. soruya geri göndereyim ben sizi :) Hepsi uyar bana ;)

5) En sevmediğiniz oyuncu kimdir?

Korkunç derecedeki başarılı oyunculuk yeteneği sayesinde hayat verdiği karakterin gerçekçiliği yüzünden nefret ettiğim oyuncular var benim. Misal American Psycho rolünde Christian Bale, The Fly'daki rolü ile Jeff Goldblum, Joker rolü ile Jack Nicholson. Absürt komedi filmeleri ile Will Ferrel, Jack Black ve Rebel Wilson. Bu oyuncular rollerini o kadar iyi canlandırıyorlar ki izlerken sinirim zıplıyor, tüylerim diken diken oluyor.

Çok zor bir Mim'di benim için. Bitti bir şekilde ama çok şey eksik kalmış hissediyorum. Aklıma geldikçe dönüp eklerim artık n'apalım :)


Çarşamba, Eylül 25, 2019

Güzel Bir Gün, Evlilik ve Aşkın Ömrüne Dair

Güne dilime dolanan bir şarkıyla başladım.


Desem ki bir görüşte
Aşık oldum ben sana
Baharda kuşlar gibi
Geldin kondun dalıma
Susamıştım sevgiye
...
İstemem senden
Başka birini
Tamamlıyoruz birbirimizi
...
Kusurumuz sevmek, sevilmek olursa
Kusursuz olmaz insan hayatta
...

Eşimi düşünerek söyledim ders aralarında bu şarkıyı ve ona aşık olduğum ilk anı hatırlamaya odaklandım. Birlikte olmak için verdiğimiz mücadeleleri düşündüm. Yıllar içinde aşkın o ilk heyecanı unutuluyor, yerini dingin bir sevgi alıyor. Bazen durup tekrar hatırlamak, o günlere dönmek gerekiyor. Şarkılar, şiirler, hikayeler iyi geliyor.

Tüm gün "Baharda kuşlar gibi"diye diye dolandıktan sonra okul çıkışı arkadaşlarla pikniğe gittik. O kadar iyi geldi ki... Zaten oldum olası açık hava delisiyim. Biri dağ, tepe; çayır, çimen demesin, hemen atlıyorum :D 


Piknikte otururken konu dönüp dolaşıp evliliğe gelince aramıza yeni katılan bekar öğretmen arkadaşımıza şakayla karışık "Evlenme!" Aklın varsa evlenme!" dedim. "O kadar kötü mü ya?" dedi doğal olarak. "Hayır tabi ki o kötü değil. Sadece aşk bitince özleniyor o duygular." dedim. 

Şanslı olanlar aşık olarak evleniyorlar ama o aşk sonsuza dek sürmüyor maalesef çünkü aşk merak ve arzular ile yakından ilişkili. Ne kadar bilinmezlik varsa o kadar merak ediyoruz, ne kadar merak edersek o kadar arzuluyoruz. Uzun soluklu ilişkilerde çiftler birbirini her şeyiyle tanıyor, merak edecek, şaşıracak pek bir şey olmuyor belli bir noktadan sonra. Ne düşünür, ne der, ne yapar, nasıl yapar bilindiği için heyecan unsuru kalmıyor. Bilindik, sakin, güvenli bir limana dönüşüyor evlilik. Tabi ki sevgi var ama aşk zor.

Ne zaman geri dönüp baksam tekrar tekrar anlarım ki başkası olsa yürümezdi. İleri bakınca da başkasıyla yürümeyeceğini görebiliyorum. Evrim tam o kişi. Hayat birbirimize yazmış bizi ve biz birbirimizi bulacak kadar şanslıymışız. Biliyorum ki sonuna dek Evrim'le konuşabilir, tartışabilir, küsebilir, barışabilir, uzaklaşabilir, barışabiliriz. Sabahlara dek konuşabilir, susabilir, uyuyabilir, uykusuz kalabiliriz. Birlikte yapılacak ne varsa zevkle birlikte yapabiliriz. AMA... Evet bir "ama" var işte! 

Bir ömür geçirmek istediğim kişi Evrim. Bir ömrü geçirirken mutlu olmamı sağlayan kişi Evrim. Ömrüm biterken sevdiğim kişi yine Evrim olacak. Ama aşkın büyüsü yerini çoktan dingin bir sevgiye bıraktı. O ilk bakışmalar, kazara çarpışmalar, ilk öpüşmeler... Heyecanlar, meraklar, acabalar... Evlilik sakin güvenli bir liman. Fırtınalı yılların yorgunluğunu atmak için birebir. Ama o fırtınalar özlenmiyor dersem yalan olur.

"Eee n'apalım? Hiç kimse evlenmesin mi yani?" derseniz, bence sorun evlenmek değil, sorun kendini sürekli yenileyip karşındakinin merakını, ilgisini taze tutamamak. Telefon görüşmelerinin, romantik mesajların azalması/bitmesi; birbirini tavlamaya çalışmayı bir kenara bırakıp çantada keklik gibi görmek/öyleymiş gibi hissetmek; "Aman canım, biz sevgili miyiz? Evliyiz biz artık." demek; baş başa küçük kaçamaklar planlamamak, birbirine zaman ayırıp ortak keyif alanları bulmaya özen göstermemek... Kısacası evlilik rehavetine kapılıp ev arkadaşına dönüşmekte sorun. Ezberleri bozmak lazım, şaşırtmak, merak uyandırmak, yeniden tavlamak, çantada keklik olmamak, öyle hissettirmemek lazım. Peki tüm bunlar aşkı canlı tutmaya yeter mi? Aşktan ne anladığımıza göre değişir bu sorunun cevabı ama bunlar uzun ömürlü, mutlu bir evlilik için mutlaka yapılması gereken şeyler.

*Bir şeye açıklık getirmek istedim yazıyı şöyle bir okuyunca. Bence Aşk, kalbin sürekli pır pır etmesi, midede uçuşan kelebekler, göz göze gelince nefesin kesilmesi, telefon başında beklerken zamanın durması, eli eline değince bile ürpermek... Yıllardır evli/birlikte olup da hâlâ bunları yaşayan varsa sonsuz aşk olasılığını tekrar gözden geçirebiliriz belki ama bunlar yoksa geriye kalan her şey "Sevgi" tanımına dahil :) 

Pazartesi, Eylül 23, 2019

Ağaç Ev Sohbetleri #4: Özgürlük ve 1984

Kaystros Thyra'nın, verdiği ilham ile Ağaç Ev Sohbetleri'nin bu haftaki konusu "özgürlük" olmuş. Sorular şöyle:

Özgür olduğunuzu düşünüyor musunuz? Özgürlük sizin için ne anlam ifade ediyor? Size göre özgür olmanın sınırı nedir?
"
Özgür" olmadığımı(zı) kesinlikle biliyorum. Gerçek özgürlük mümkün mü? Onu bilmiyorum.

Neden özgür olmadığımı(zı) birkaç farklı konu üzerinden anlatmak istiyorum. Çocukken anne-babamıza bağlı olduğumuz için özgür değiliz. Büyüyünce hayatta kalmak için yapmak zorunda olduklarımız yüzünden özgür değiliz. Misal gerçekten özgür olsak her sabah erkenden kalkıp işe gitmek zorunda olmazdık. "Gitmeyebilirsin. Bu senin tercihin." diyenleri duyar gibiyim Hayır! Benim tercihim değil maalesef. Gitmek zorundayım. Sebepler sadece detay. İşe gitmesem, yaşamamı sağlayacak koşulları sağlamak için başka bir şey yapmam gerek. Sonuç değişmiyor. Bu iş olmasa başkası olacak. Bu en basit sebepti. Gelelim "özgürlüğümüzün" önünde duran daha mühim sebeplere.

Özgür değiliz çünkü bir toplumun içinde yaşıyoruz. Kendimizi ne kadar soyutlarsak soyutlayalım kopamıyoruz o toplumdan; kurtulamıyoruz öyle ya da böyle o toplumun bir parçası olmaktan. Toplumun bir parçası olmayı ne kadar istediğimiz, toplumda ne kadar kabul gördüğümüz, ne kadar istendiğimiz ya da ötelendiğimiz değişir ama kaçamama halimiz benzer. Hadi kaçalım beraber bu toplumdan. Gidip bir dağ başına yerleşelim. Ne kadar dayanabiliriz, başaracak yetkinliklere sahip miyiz? Ben değilim, üstelik yalnız da değilim. Kızımı ve eşimi de peşimden sürüklemem gerek ki nereye gidip ne yapacağımı bilmeden bunu nasıl yapacağım çok büyük bir muamma. Sistemin çarklarından kurtulmayı hayal ederken bile ezim ezim eziliyorum kendi ezikliğim, acizliğim, cesaretsizliğim ve daha bir sürü "...sizliğim" karşısında.

Toplum içinde yaşamanın getirdiği başka bir kısıtlama "ben" olamamak. Eskiden takılmazdım. Kafama göre giyinir, kafama göre gezer, kafama göre sohbet muhabbet ederdim. Ama artık yapamıyorum. Yıllarca giydiğim mini eteklerimi, elbiselerimi yavaş yavaş dolabın en arka köşelerine atıyorum. Çünkü rahatsız oluyorum. Eskiden hoş bir kız görünce kaçamak bakışlar atan, hadi biraz cesursa göz göze gelen, belki biraz ileri gidip laf atan bir gençlik vardı. Yarı yolda ne oldu da o gençlerin yerini "insansı" demeye bile dilimin varmadığı yaratıklar aldı hiç anlamıyorum. İnsanların(?!) içindeki pislik ortaya çıkmasın diye "kendimi güzel hissetme özgürlüğü"mden vazgeçiyorum istemesem de. Sadece giyim kuşam da değil sorun. Maalesef artık konuşamıyorum bile insanlarla eskisi gibi. Selam verdiğime borçlu çıkıyorum. Nezaketen konuşup güler yüz göstersem işin ucu olmadık yere çıkıyor. Çocuğunu okutan öğretmene utanıp sıkılmadan gece gece "N'aber? N'apıyosun?" diye mesaj atan babaları da gördü ya bu gözlerim daha ne olsun! Nasıl "özgür" olunur ki böyle bir toplumda? Giydiğimi, yazdığımı, söylediğimi, paylaştığımı, baktığımı, konuştuğumu en az 3 kez düşünmek zorunda hissederken özgürlükten bahsetmek komik geldi bir an.

Tüm bunları bir yana koyup sadece bireysel durumuma bakalım. Evliyim ve anneyim. Sadece bunlar bile yeterli "özgürlük" kavramından ne kadar uzak olduğumu anlatmaya. Mesela sabah işe gitmeden önce koşuya çıkmak istiyorum ama eşim vardiyalı çalışıyor. Yani sabah kızımı evde tek bırakıp koşuya çıkamam. "Akşam çık sen de!" diyenlere cevabım: "Ben sabah koşmak istiyorum. Akşam değil". Bunun gibi bir sürü örnek durum yazabilirim. Söz konusu özgürlükse "Şeytan ayrıntıda gizlidir." lafı çok uygun. Kendi isteğimden saptığım her an "özgürlük" kelimesinin içi boşalıyor.

Burada fazlasıyla kişisel olan fikirlerimi -belki de hezeyanlarımı demeliyim- bırakıp George Orwell'in en sevdiğim eseri olan 1984'ten ve "özgürlük" kavramına yorumundan bahsetmek istiyorum. Kitaba hayran kalmama sebep olan birçok şeyden biri "Yeni-Konuş" sözlüğü ile ilgili diyaloglar/düşünceler.

İnsanların düşünce suçu işlemelerini ve bu düşünce eylemi sonucunda iktidara karşı direnmelerini engellemek için düşünmelerinin önüne geçmeyi planlayan iktidar bunun çaresini kullanılan dili köreltmekte buluyor. Özgürlüğü elinden alınmış bir insanın neyi kalır ki geriye? Bir insan "özgürlük" kelimesinden bile mahrum kalmışsa, zihnine hapsolmuş bir hissi dile getirecek bir sözcük bile yoksa ne yapabilir ki?

Yeni-Konuş’un tüm amacının, düşüncenin ufkunu daraltmak olduğunu anlamıyor musun? Sonunda düşünce suçunu tam anlamıyla olanaksız kılacağız, çünkü onu dile getirecek tek bir sözcük bile kalmayacak. Gerek duyulabilecek her kavram, anlamı kesin olarak tanımlanmış, tüm yan anlamları yok edilmiş ve unutulmuş tek bir sözcükle dile getirilecek.”

“Sözcükler her yıl biraz daha azalacak, bilinç alanı her yıl biraz daha daralacak. Kuşkusuz, şu anda bile düşünce suçu işlemenin bir nedeni ya da gerekçesi olamaz.”

“Özgürlük kavramı ortadan kaldırıldıktan sonra ‘özgürlük köleliktir’ diye bir slogan kalabilir mi? Düşünce ortamı tümden farklı olacak. Aslına bakarsan, bugün anladığımız anlamda bir düşünce olmayacak. Bağlılık, düşünmeme demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir.”

Kitabın hükmetmekle ilgili önermesi de tüylerimi diken diken edip zihnimi aşırı derecede rahatsız ediyor. Bu kitabı herkes mutlaka okumalı. Hatta ayık kalabilmek, beynimizin uyuşturulmasını engelleyebilmek için başucu kitabı yapmalı 1984'ü.

“İnsan insana acı çektirerek hükmeder. Boyun eğmek yetmez. Acı çekmiyorsa, kendi iradesinde değil de senin iradene boyun eğdiğinden nasıl emin olacaksın? Hükmetmek, acı çektirmekle ve aşağılamakla olur. Hükmetmek, insanların zihinlerini darmadağın etmek, sonra da dilediğin gibi yeniden biçimlendirerek bir araya getirmekle olur. Nasıl bir dünya yaratmakta olduğumuzu anlamaya başladın mı şimdi?”

Benim için özgürlük ne ifade ediyor? Anlatması çoooook uzun sürer ama Özgürlük hayalim şöyle:

Başı sonu görünmeyen sonsuz bir kütüphanedeyim. Zamanım da sonsuz. Kütüphanemin kapısı upuzun bir kumsala, masmavi bir denize açılıyor. Bahçemde bir hamak. Okuyorum, yazıyorum, dostlarım gelip gidiyor. Konuşuyoruz, tartışıyoruz, aşık oluyoruz, kavga edip ayrılıyoruz. 2 gün dargın kalsak, 3. gün barışıyoruz, sevişiyoruz. Çilingir sofraları kuruyoruz yazları, kışları sıcak şarabımızı kendimiz yapıyoruz. Sonbaharı hüzünle, ilkbaharı aşkla karşılıyoruz. Tek derdimiz önce hangi kitabı okuyup hangi filmi izleyeceğimiz. Bazen de okurken "Caz mı dinlesek blues mu?" karar veremiyoruz. Hepsi o işte!

Özgürlüğün sınırına gelecek olursak, felsefe dersi alan şanslı nesiller bilir ki kişinin özgürlüğü bir başka kişinin özgürlüğünün başladığı yerde biter. Yani kendimiz haricinde başkaları üzerinde etkisi olacak eylemler söz konusu ise özgürlük o noktada biter. Ancak yaptığımızın etkisi kendimizle sınırlıysa ne yaptığımız kimseyi ilgilendirmemeli teoride. Ama pratikte işler hiç de öyle değil. Bir kişiye göre yaptığı bir eylem sadece onu ilgilendirirken -misal kendi evinde içki içmek, bir ilişki olsun/olmasın evlenmeden karşı cinsle aynı evi paylaşmak, çok eşlilik, eşcinsellik, fetişizm, uçuk giyim tarzı- başkasına göre bunlar kötü örnek teşkil edebileceği(?!) için toplumu ilgilendirdiği varsayılabilir ve bu "özgürlükler" elden alınabilir.

Kısacası bence "özgürlük" kocaman bir uçan balon ve ipi çoktan kaçmış elimizden. Az da olsa bir süre elinde tutmayı başaranlar şanslı.


Update: Sohbete katılan diğer Bloggerlar in yazılarını okurken bir zamanlar özgürüm, ne zaman kaybettim özgürlüğüm diye düşündüm. Buldum sonra. 

Lisedeyken burnumu deldirip hızma taktım. Her gün problem oldu okulda. Her ders çıkarıp her teneffüs yeniden taktım. Hocalar bıktı uyarmaktan, ben bıkmadım takıp çıkarmaktan. Üniversite iyiydi. Sağ kulak 2, sol kulak 4 küpe, burunda hızma, yetmedi saçlar 3-5 ay örgü, iki yıl 3 numara... Hep mini etek/şort/elbise... Sonra okul bitti; iş hayatı başladı. Önce saçlar uzadı; sonra hızma çıkarıldı. Sonra küpe delikleri kapandı. Kıyafetler değişti. Özgürlük parça parça kaybolup gitti.

Pazar, Eylül 22, 2019

Lola'ya... (3. Mektup*)

Ah Lola, tatlı Lola'm!

Bir döndün ki geri şehrin tüm ışıkları söndü, bir sen aydınlattın baktığın yeri!

Bir bilsen ne kadar uzun zaman aradım seni. Oysa başından beri tam buradaydın, en derinimde. Seni aradığım onca yıl çıkmadın karşıma. Neden şimdi döndün şehrime? Tam duruldum sandığımda neden çaldın bir kez daha kapımı?

Sen gittiğinde değiştim ben. Yokluğunda tükendim. Çok yorgunum. Çıkamayacağım yolların hayaliyle cebelleşmekten yoruldum. Ayağımda prangalar, aklımda hayaller... Prangaların anahtarı elimde ama kanatlanıp uçacak cesaret yok yüreğimde. O kadar uzun zaman inkar ettim ki içimdeki varlığını... Kapatmıştım tüm kapıları.

Yıllarca uğraştım. En derinimdekiler ne zaman yüzeye çıkacak olsa üstüne bastım tüm gücümle. "Hayır. Doğru değil. Ben bu değilim. Olamam!" dedim her seferinde. Şimdi anlıyorum ki tam da "bu"yum işte!

Yıllar sonra tekrar açıldı o kan kırmızı kapı. Ne yapsam kapanmıyor. Kapatır gibi olsam en ufak rüzgarda tekrar açılıyor sonuna dek. O kapıdan geçip çıksam gerçek benliğimle... Yakıp yıkacağım tüm sevdiklerimi ve biliyorum değmeyecek. Elimden geldiğince dayanıp çıkmayacağım o kapıdan ama kapatmayı da beceremiyorum. Aslına bakarsan kapatmak istemiyorum o kapıyı. Elim kapıda, kalbim sende. Aklım nerede hiç bilmiyorum. Ne yapsam boşa kürek çekmiş olacağım. Ne ileri ne geri gidebiliyorum şimdi. 

Ah Lola! Benim güzel, tatlı Lola'm!

Keşke gözlerimin içine bakıp iyi olacağımızı, her şeyin yoluna gireceğini söylesen. Ama bu da olmayacak hayallerimden birisi işte! Bu kez gitmeni ben istiyorum Lola. 

Benim güzel, tatlı Lola'm,! Git! Kalırsan yanacak tüm şehir ve küle dönecek tüm sevdiklerim.


Ah Lola! Neden bırakıp gittin beni? Ve şimdi neden dönüp geldin geri?




*Önceki mektuplar burada ve şurada...




Cumartesi, Eylül 21, 2019

Sanattan Yola Çıkıp Hayatın Gerçeğine Varmak

Kaystros Tyrha'nın sanatla ilgili şu paylaşımından yola çıkıp çoook başka yerlere geldim. Çok severim kendimi bırakıp "stream of consciousness*"ta kaybolmayı. Mr. Kaplan'ın yazısına yaptığım yorum sonrası düşüncelerim zamanında hayalim olan akademisyenlikten nasıl vazgeçtiğime kaydı. Sonrasında nasıl öğretmen olduğuma ve bugünkü halime ve hislerime aktı bilincim.

Lisede dil bölümünde okudum çünkü benim dil becerilerim ortalamanın çok üzerinde. Şimdi şurada hiç yalandan mütevazılık yapamayacağım. İngilizce ile tanıştığım gün tüm yapısını anladım. Beynim her şeyi kodladı, kutulara yerleştirdi. Sonrasında gelen her yeni bilgiyi uygun yere koyup stokladı. Hiç zorlanmadım ben İngilizce öğrenirken. Almanca ve İspanyolca için de geçerli bu söylediklerim ama onlar epeyce köreldi çünkü Almanca'yı 2006'dan, İspanyolca'yı da 2009-2010'dan beri hiç -gerçek manada hiç- kullanma fırsatım olmadı. Ama tekrar dönüp baksam biraz kullansam eminim geri gelir bir çoğu bildiklerimin. Benim için bu kadar kolay olan bir şeyi nasıl olup da başkaları öğrenemiyor anlamakta çok zorluk çekiyorum. Anlamak için kendime:

"Ben de kimya ve fizikte zorlanıyor, matematikte formülleri ezberlesem bile sonra hemen unutuyorum. O dersler de başkaları için kolay ama bana çok zor geliyor." diyorum ama nafile içimden bir ses hemen:

"Ya ama kimya, fizik, matematik gerçekten zor. İngilizce öyle zor değil ki! Anlamamak için aptal olmak lazım. Dinleyen, çalışan kesinlikle öğrenir" diyor. Tabi ki bu çok yanlış bir düşünce ama işte ben tam bir empati yoksunuyum maalesef. Bu koşullarda benim öğretmen olmam ne kadar saçma tahmin edebilirsiniz. Defalarca kez anlattığım, bana göre ultra basit bir şeyi anla(ya)mayan öğrenciler benim için bir muamma ve delirme sebebi. Sürekli kendimi frenlemek zorunda kalıyorum. Böyle olacağını bildiğim için puanım yettiği halde bir tane bile öğretmenlik bölümü yazmamıştım üniversite tercihlerime ama kader işte! Asla büyük konuşmamak lazım. Dönüp dolaşıp öğretmen oldum sonunda. Neden oldum? Hayat koşulları! Evlilik, çocuk, düzenli gelir ve çocukla ilgilenmek için gereken zamana sahip olmak diyeyim siz tamamlayın gerisini.

Öğretmenliği seviyor muyum? Seviyorum ama sadece hevesli öğrenciyle çalışırken seviyorum. Öğrenmek, anlamak, başarmak isteyen, çabalayan öğrencilere aşığım. Gece gündüz anlatırım, yeter ki istesin! Ama işte şu an öğretmenlik yaptığım yerde İngilizce öğrenmek isteyen -aslında ders fark etmeksizin herhangi bir şey öğrenmek isteyen- öğrenci o kadar az ki... Zorla güzellik olmuyor. İstemeyene bir şey öğretmek çok zor. Ne dediğinizi duyar gibiyim:

 "Önce ilgilerini çek, dersi sevsin, seni sevsin, İngilizce bilmenin önemini anlasın, eğlenerek öğrensin, az öğrensin ama öz öğrensin."

Saygısızlık etmek istemem ama tüm bunları biliyorum zaten. Yapmadığım şey, denemediğim yol, atmadığım takla kalmıyor. Oyun, şarkı, video, türlü türlü etkinlik, sohbet, muhabbet, ödül, ceza... Her yolu deniyorum. Hadi bir şekilde derse katılsalar, bu sefer de evde çalışmıyorlar. Çalışmayınca bir önceki derste öğrendiklerini unutuyorlar. Of anlatsam burdan Fizan'a yol olur.

Okulda çok sevdiğim bir sınıfım var, 7B sınıfı. Çok istekliler, çoğunluk tam da olması gerektiği gibi sorumluluk sahibi. Derste söz almak için yarışıyorlar sürekli. Bu yıl birlikte 3. senemiz. Yanlış cevaplasalar, yarım yapsalar, yarı Türkçe yarı İngilizce de konuşsalar derse katılmalarını destekliyorum her zaman. Teneffüs zili çalınca "Ya Hocam, çok çabuk bitti. Keşke daha çok olsa dersiniz." diyorlar hep. O kadar mutlu oluyorum ki... O sınıfta nefes alıyorum. Bu yıl ilk kez derslerine girdiğim iki tane daha 7. sınıf var. Onlarla da iyi bir frekans yakaladık. Şimdilik iyi gidiyor. İnşallah böyle devam ederiz. Maalesef diğer sınıflarda durum böyle değil, hatta tam tersi. Elimden geleni yapmaya çalışıyorum ama yetmiyor gücüm. İlk senelerde kendimi yiyip bitiriyordum neden böyle diye ama artık kabullendim. Elimdekiyle yetiniyorum.

Frekans tutmayınca olmuyor, iletişim kopuyor, inatlaşma başlıyor. Sonra umursamazlık alıp başını gidiyor. Ben çabalamayan, umursamayan, önemsemeyen çocuğa / öğrenciye / insana katlanamıyorum. İlgilerini çekmek için kırk takla attığım, diğer hocalarla fikir alışverişi yapıp akla gelen her yolu denediğim halde zerre geri dönüş alamadığım sınıfta enerjim düşüyor, motivasyonum buhar olup uçuyor. Sonrası onlara da bana da işkence. Dersi kuru kuru işleyip çıkıp gitmek istiyorum o sınıflardan ama vicdanım rahat etmiyor. Maalesef tekrar tekrar umutlanıp uğraşıp tekrar tekrar duvara tosluyorum.

Akademisyenlik hayallerimi çöpe attıran, beni üniversiteden soğutan, internette herkesin ulaşabileceği basmakalıp fikirleri çok orjinalmiş gibi bize sunan, bizim fikirlerimize, yorumumuza hiç önem vermeyen hatta zahmet edip sınav kağıdına yazdıklarımızı bile okumayan üniversite hocalarımın kulakları çınlasın. Ama hakkını asla yiyemeyeceğim iki hocam var ki onların yeri çok özel. Hazırlık sınıfında Essay dersimize giren İpek Hoca ile poetry, world literature ve postmodern literature derslerimize giren Hasine Hoca'yı hep özlemle hatırlıyorum. İkisi de bambaşka dünyaların kapılarını açtı bana. İpek Hoca'yla Matrix'i izleyip alt metnini analiz ettiğimiz dersi, Taksim'deki uzay müzesine gidişimizi, Raja Yoga'dan bahsedip beni meditasyonla ve yoga ile tanıştırmasını; Hasine Hoca'yla incelediğimiz şiirleri, soneleri, postmodern masalları, okuldan ayrılırken bana yazdığı referans mektubunu asla unutamam. İpek Hoca'yla hâlâ görüşüyoruz. Hasine Hoca da bölüm başkanı olmuş. Onlar dışında büyük bir hayal kırıklığıydı okuduğum bölüm benim için.

Nereden nereye! Sanatın öznelliğinden başladığım düşünce akışım hayatımın gerçekleri ile son buldu. Bazen zihnime bir kamera koyup ekranda açılan binlerce sekmeyi gösterebilmeyi çok istiyorum. Günümüzün post-modern sanat akımlarına gönderme gibi olurdu. Böyle sakin bir akış olduğunda çok seviyorum ama stresli dönemlerde zihnime virüs girmiş de sürekli bir pop-up saldırısına maruz kalmış gibi olunca çok yoruluyorum.

Her gün yazılarıyla, yorumlarıyla zihnimi besleyen blogger arkadaşlarıma ne kadar teşekkür etsem az. Yıllardır yazmadığım kadar çok yazıyorum bu aralar. İyi geliyor :)

(*Şimdi bunu neden İngilizce yazdın ki diyebilirsiniz. İlk tanıştığım andan itibaren aşık oldum İngilizce'ye. Sonra tanışınca Almanca'ya da, İspanyolca'ya da :) bazı kavramları, bazı kelimeleri İngilizce seviyorum, bazılarını Almanca, bazılarını İspanyolca. sevince de onu kullanmak istiyorum.)

*Bu kez şarkı öğrencilerinin kalbine dokunan, hayatlarında iz bırakan gerçek öğretmenler için çalsın sadece. 




İnanmak İstiyor İnsan Bazen

Şu an en çok inanmaya ihtiyacım var.

Cennet diye bir yerin var olduğuna, Neslican'ın cennete gittiğine ve orda mutlu olduğuna inanmaya ihtiyacım var.

Neslican'la yolum yıllar önce o daha kanserin k'si ile tanışmadan kesişmiş -teğet geçmiş demek daha doğru belki de- ama ben bunu çok sonra öğrendim. Erkek kardeşim yıllar önce bir gün "Abla benim Rize'ye gitmem lazım" demişti durduk yere. O zamanlar daha çocuktu. Ablacım ne Rize'si, sen daha tek başına okula gitmeyi yeni öğrendin diyerek işi şakaya vurmuştum ama iş ciddiydi ki kardeşim ağlamaya ve isyan etmeye başladı. "Arkadaşım var orda, morali çok bozuk; ağlıyor; yanında olmam lazım abla! Lütfen!" demişti kardeşim. Dedim ya daha çocuktu ve ağlayan bir arkadaşını teselli etmek için tek başına Rize'ye gitmesi mümkün değildi. Ama arkadaşıyla telefonda konuştuk, teselli etmeye çalıştık. Bir süre sonra sorun çözüldü, moraller düzeldi. Yıllar sonra ben Neslican'ı Instagram'dan takip etmeye başladım ve o zaman kardeşim "Abla, çocukken Rize'ye yanına gitmek istediğim arkadaşım Neslican'dı." dedi.

Hayat bazen o kadar anlamsız ki. Nefes almayı bile hak etmeyen insanımsı varlıklar elini kolunu sallayarak yaşamaya devam ederken gencecik, hayat dolu, umut dolu, bir kız tüm gücüyle ayakta kalmaya çalışırken kaybediyor savaşı. Acı içinde yattığı hastane yatağında bile yüzünden eksik olmayan gülümsemesi, hayat dolu, enerjik konuşması, hayalleri... En son videosunda savaşmaya devam edeceğini, yaşamak istediğini, bu savaşı kazanacağını söylerken titreyen sesi... O videoyu izlerken hayatın ona bu şansı vermesini dilemiştim tüm kalbimle. Onun kadar umutla bakamıyorum hayata, o yüzden savaşı kaybedebileceğini düşünmüştüm ama Neslican o kadar umutluydu ki belki dedim, belki hayat bu kez şaşırtır benim gibi umutsuzları.

Neslican'ı hep bu gülen yüzüyle hatırlayacağım.

Cennet var mı, cehennem azabı öte dünyada mı yoksa tam burada içimizde mi bilmiyorum ama şu an sadece Neslican'ın çiçekli bir bahçede oturup sevdiği bir kitabı okuduğunu düşünmek istiyorum. Yüzyıllardır insanoğlunun çaresizlik karşısında sığındığı güvenli limanlar gibi benim de şu an tutunacak bir dala, belki bir hayale ihtiyacım var. Şu an en çok inanmaya ihtiyacım var.

Yıllar önce Burçak Çerezcioğlu'nun gerçek hikayesi olan Mavi Saçlı Kızı okuduğumda da yine böyle kahrolmuştum. 16 yaşında lösemi yüzünden hayatını kaybetti Burçak. Kitap onun günlüklerinden oluşuyor. Onunla birlikte soluksuz yaşamıştım o kısacık hayatı sanki. Aşık olmuştu Burçak, ölmeden önce sevdi, sevildi. Aşkı tatmadan ayrılmadı dünyadan. Bilemiyorum Neslican'ın gerçek bir aşkla tanışmaya, Burçak kadar o aşkı yaşamaya fırsatı oldu mu. Kalbim parça parça olmuştu yıllar önce kitabın kapağını kapatıp Burçak'a veda ederken. Şimdi de öyle.

"Hayatım boyunca yaptığım, ayakta kalmak, mutlu olmak, başarabildiğim tek şey daha güzel, daha mutlu günleri beklemek oldu. Her zaman bir şeyleri bekleyerek yaşıyorum."

Ne yaparsak yapalım sonumuz aynı. Bir gün kapanacak gözlerimiz son kez. Başka bir dünyada açılır mı sonsuzluğa bilen yok. Öyle olduğunu sanan çok. Elimizden tek gelen, yokuş aşağı yuvarlanırken bakacağımız yönü seçmek. Ya yüzümüzü umuda dönüp yolda gördüklerimizden keyif almayı tercih edeceğiz ya da yaşarken cehennem azabı çekeceğiz kendimizi yiyip bitirerek. Ben yüzümü umuda dönmekte çok zorlanıyorum ama yine de deniyorum her gün en baştan. Bugün değil ama yarın yine deneyeceğim yüzümü umuda dönmeyi. Bu kez Neslican için, Neslican'ın anısına.

Yattığın yer cennet olsun Neslican! Yoksa bile seninle yoktan var olsun cennet!



Cuma, Eylül 20, 2019

Dost Acı Söyler

Şimdi yazacaklarım bir çok kişinin hoşuna gitmeyecek ama yazmak zorundayım. Son günlerde birçok blogda karşılaştığım bir durum var ki biraz rahatsız edici geliyor bana. Blogu okuyup yorumlara bakıyorum. Yorumların yarısı o yazıyla alakalı değil.

"Blogunuzu takibe aldım, sizi de benim bloga beklerim."

"Sizi takip ediyorum, siz de benim bloguma bakın."

"Blogunuzu yeni keşfettim, benimkine de beklerim."

Yazılanlar farklı farklı ama anlamlar aynı. Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi tonlama, jest, mimik olmayınca anlatılmak istenen bazen eksik kalabiliyor ya da yanlış anlaşılabiliyor ama tüm o cümlelerin anlamı aşağı yukarı aynı yere çıkıyor. "Ben seni takip ediyorum, sen de beni et." Gayet doğal bir istek ama bu şekilde olunca beni biraz duraksatıyor maalesef. Bunun yerine yazıyla ilgili olumlu ya da olumsuz bir geri dönüt yazmak çok daha faydalı olur bence. Yorumu okuyunca "Bir bakayım şu yorumu kim yazmış, blogu var mıymış acaba?" diyerek zaten gidiyorum ilgili bloga. Bunu sadece kendi blogun için yazmıyorum. Takip ettiğim diğer bloglar için de yazıyorum. Bu yorumlardan o kadar çok gördüm ki... Bu cümleyi okuyunca akla ilk gelenler "Yazımın tamamını okudu mu acaba? Okuduysa ne düşündü, ne hissetti? Yoksa şöyle bir göz atıp sonra bakarım mı dedi? " gibi sorular oluyor. Hadi siz de beni ziyaret edin, takip edin demek yerine o yazı hakkında içten bir yorum yapılsa bence daha kolay ve zevkli olur karşılıklı takipleşmek :) Yazdıklarım ukalalık olarak algılanmaz inşallah. Sadece hissettiğimi paylaşmak istedim

Hepimiz anlatmak istiyoruz, hepimiz anlaşılmak istiyoruz. Bazılarımız görünür olmak istiyor, bazılarımız her şey karşılıklı olsun istiyor. Bunların hepsi normal. Eleştirmiyorum asla. Sadece yöntem konusunda biraz endişeliyim. Yorum okumayı sabırsızlıkla bekleyen yazar için "siz de benim sayfaya bakın" cümlesini görmek biraz heves kırıcı olabilir.

Bazen ben de yapıyorum. Ama benimkinde ilk cümle aynı olsa da ikinci kısım farklı:

"Blogunuzu yeni keşfettim. Çok güzel yazmışsınız/ Anlattığınız şey çok ilginçmiş/  Paylaştığınız için teşekkürler / Benim de başımdan şöyle bir şey geçmişti."

Kısacası yazılan şeyle ilgili paylaşım yapmak önemli bence :)

Bir Maviyim, Bir Kırmızı...


"bazen ona bir şeyler yazarsın,
yazar silersin...
yazar silersin...
o hiçbirini okumamış olur; ama sen hepsini söylemiş olursun."

Murathan Mungan


bazen yazıp yazıp siliyorum ben de bazı öykülerimi. kimse okumuyor ama ben anlatmış oluyorum. iyi ki yazabiliyoruz da kendi içimizde düştüğümüz dipsiz kuyulardan çıkabiliyoruz yazdıklarımıza tutunup sildiklerimize basarak!



...
Benden bana seslenir
Hem ilaç hem de zehir
Bir maviyim, bir kırmızı
Sarılarak darılarak
...


Perşembe, Eylül 19, 2019

Şişelere Deniz Koy, Gemiler Batsın - Ağaç Ev Sohbetleri #3

Bu haftanın Ağaç Ev Sohbeti yaşadığımız şehir!


Biz şu an Artvin'in Hopa ilçesinde yaşıyoruz. Ülkenin bir ucu! Sarp-Gürcistan sınır kapısına 15-20 dakikalık mesafedeyiz. Buraya 3 yıl önce, öğretmen olarak atanınca geldik. 3 yıl kalıp dönecektik ama son düzlükte planlar değişti. Ben atandıktan yarım dönem sonra burası Doğu Hizmeti bölgesi haline geldi. Bir de evimizin karşısında iyi bir ilkokul olunca Arya'nın okula burada başlaması ve doğu görevimi görece rahat bir yerde tamamlamak için kalma süremizi uzattık.

İlk geldiğimizde ben ciddi bir depresyona girmiştim. Atlatmam zaman aldı ama alıştık bir şekilde. hatta sevdik bile :D Hopa'yı sevmemizi sağlayan ilk şey burda kurduğumuz dostluklar oldu. Ondan sonra da muhteşem gün batımları. Ama öyle böyle değil! Her gün başka, her biri diğerinden güzel gün batımları!





Evimiz deniz kıyısında, salon, mutfak, balkon full deniz manzaralı :) Kışın mutfakta, yazın balkonda muhteşem gün batımlarını izliyoruz. Bazen aşka gelip dans ediyoruz, bazen el ele hayallere dalıyoruz, bazen de dostlarımızla çilingir sofraları kuruyoruz. Ne zaman konusu açılsa, Hopa'dan ayrılırsak bir gün batımlarını, bir de dostlarımızı özleyeceğiz diyoruz hep :(



Hopa'da gün batımı dışında ne var peki? Hımm... Zor soru!

Hopa'da gün batımı dışında çok bir şey yok maalesef. Sinema yok, tiyatro yok, spor kompleksi, yüzme havuzu, pazar, AVM vs. yok. Sahilde deniz manzaralı kafeler var, bir adet canlı müzik olan ufacık bir pub var. Ama Hopa başka ilçelere çok yakın ve bazı şeyler oralarda var. Misal 5 dakikalık mesafede Arhavi ilçesinde pazar, sinema, cafe&pub var. Yine 10-15 dakikalık mesafede Kemalpaşa ilçesinde canlı müzik olan restoranlar ve AVM var. Biraz daha ileride Gürcistan - Batum var. Orada oteller, beachler, casinolar, lunapark vs. birçok şey mevcut. Yine çevre ilçelerde Borçka ve Şavşat'ta iki farklı Karagöl var ki sonbahar aylarında fotoğrafçılar gelip kamp kuruyorlar. Civarda bir sürü dere var; rafting ve zipline yapmak mümkün. Hopa arabayla Rize'ye 1 saat, Trabzon'a 2 saat mesafede. Oralarda da gezilip görülecek bir çok yer var tabi ki. Bunlar dışında Hopa'nın girişinde ve çıkışında güzel plajlar var. Bizim evimizin arkasından dağlara çıkan çok güzel bir yol var ki sabah 5'te kalkıp 1 saat tırmanıp, 15-20 dk nefes alıp huzur bulup 1 saat de geri gelerek 2,5 saat dünyadan kopuyorum.


Hopa'da ne yenilip ne içilir derseniz, tabi ki rakı - balık ve karalahana yemekleri derim. Mutlaka hamsi ve mezgit yemelisiniz Hopa'da. Mıhlama ve kuymak da unutulmamalı tabi ki! Ah bir de Laz böreği var! Biz sevmiyoruz ama burada kime sevmiyoruz desek "Aaa siz bir de benim annemin Laz böreğini tadın, bayılırsınız!" diyor. Henüz bayılmadık :)))) Laz böreği içi muhallebili bir çeşit baklava ama muhallebinin içinde karabiber de var. Gerisini siz düşünün :P

laz böreği ile ilgili görsel sonucu

Hopa deyince Kazım Koyuncu'dan bahsetmemek olmaz. Kazım Koyuncu genç yaşta kaybettiğimiz Hopalı bir sanatçı. Sahilde bir heykeli var ve heykelde şu sözleri yazılı: "Yerim yurdum yoktur benim, dünyada bir yerdeyim."




Karadeniz müziği çok ilginç. Bir yanda horonlar, Hemşinler; diğer yanda inanılmaz duygusal parçalar.



Gün batımları, rakı-balık, müzik, dostlar... Daha ne olsun işte! Yolunuz Karadeniz'e düşerse mutlaka beklerim :) Gün batımları paylaştıkça daha da güzelleşiyor :)








Çarşamba, Eylül 18, 2019

Telefonda Bazı Şeyler Eksik Kalır. Mektuplaşalım mı?

Yazmayı oldum olası severim.

Yüz yüze konuşma imkanım olsa bile yazarak "konuşma"yı tercih ettiğim çoktur. Mesaj yazarım, mail atarım, mektup yazarım sevdiklerime. Sadece sevgilime değil, dostlarıma da yazarım.

Üniversitede 3 yakın arkadaştık. Aramız bozulunca hemen birer mektup yazıp gizlice yataklarımızın üstüne bırakırdık (aynı yurtta kalıyorduk.). Evrim'le o askerdeyken birbirimize minik defterlere mektuplar yazmıştık. Önce ben yarısına kadar yazıyor sonra ona gönderiyordum defteri. 2 defter doldurduk böyle. Hâlâ yazışırız ara ara. Ama benim mektupların muhteviyatı yıllar içinde aşktan isyana dönüştü :p

Zamanında şiirli mektuplar almışlığım var. Yazmışlığım da var :D Şiirleri kendim yazardım, kişiye özel :) Mesela şu şiiri üniversite hayatımı çekilir kılan can arkadaşlarımdan Volkan için yazmıştım. Şiiri okuyan iki arkadaşım heveslenince onlara da yazmıştım ama mektuplar onlarda olduğu için şiirler elimde değil.

Oldum olası bazı şeyleri yazarak ifade etmenin daha kolay olduğunu düşünüyorum. Bir kere sözüm bölünmeden anlatmak istediğim her şeyi bir kerede anlatabiliyorum. Yanlış anlaşılabilecek şeylerin üzerini çizip tekrar yazabiliyorum. Daha bir konu bitmeden karşıdakinin aklına gelenleri söylemesi ile kafam allak bullak olmuyor yazarken. Dejavantajları da var tabi ki yazmanın. Mimik, jest, tonlama gibi anlamı pekiştiren şeyler olmayınca bazen yanlış anlaşılmalar olabiliyor yazılı iletişimde. Ama bunu önlemek de yine bizim elimizde.

Yazmayı sevmemin sebepleri yazmakla bitmez :D Söz uçar, yazı kalır denilir ya yazılanlara dönüp bakılınca hatırlanır her detay yeniden. Ah defterin bir köşesine yazılmış iki dizelik şarkı sözü neler eder insana bazen...

"İzmir'de bir gün batımı
 Ne hoş olur salınarak"

- Sarılarak'tır o, sarılarak :)

İster salınarak, ister sarılarak orası size kalmış :)

Bu aralar yazmak kadar sevdiğim başka bir şey daha var: Video yollayarak sohbet etmek! Nerde ne zaman müsaitsen orda videoyu çekip yolluyorsun, karşı taraf da nerde, ne zaman müsaitse o zaman izliyor :) Kimse kimsenin sözünü bölmüyor, düşünce akışını engellemiyor. Bir nevi görüntülü mektup gibi :)

Mektuplaşmak için illa uzakta olmak gerekli değil bence. Anlatmak isteyip de anlatamadıklarımız için biçilmiş kaftan mektuplaşmak. Karşılıklı konuşmak da güzel ama yarım kalan cümleler/konular, daldan dala atlayıp unutulan mevzular kaçınılmaz.

Yine çok yazdım :)))) N'apayım? Çok seviyorum yazmayı :)




Pazar, Eylül 15, 2019

Ağaç Ev Sohbetleri #2 ve Tesadüfler

Bu haftanın konusu "Geleceğimiz için daha yaşanılır bir dünyayı nasıl sağlarız?" sorusuna vereceğimiz cevaplardı. Yazılan bir çok yazıyı okudum hafta boyu. Bu arada hafta ortasında çok yakın bir arkadaşım arayıp Arkadi ve Boris Strugatski'nin "Uzayda Piknik" kitabını okuyup okumadığımı sordu. Henüz okumamıştım ama okuma listemde vardı ve çokça merak ettiğim bir kitaptı. Arkadaşım beraber okuyup üzerine konuşalım mı deyince hevesle kabul ettim tabi ki :)

Bir yandan çevre bilinci ile yazılmış blog yazılarını okuyup ben de yazsam ama ne yazsam diye düşünürken bir yandan Uzayda Piknik'i okumaya başladım. Daha önce Strugatski kardeşlerin "Kıyamete Bir Milyar Yıl" kitabını okuduğum için yazım tarzlarına az buçuk aşina olmam kitabı anlamamı kolaylaştırdı. Okudukça başlıkta bahsettiğim tesadüf bu yazıyı yazmama sebep oldu.

Kitapta bir grup uzaylı bir anda dünyaya geliyor ve 6 farklı bölgeye inip bir süre dünyada kalıyor. Sonra da çeşitli atıklarını dünyada bırakıp geldikleri gibi bir anda terk ediyorlar dünyayı.Yani uzaylılar dünyada bir çeşit piknik yapıyorlar ve piknikleri bitince tüm çöplerini dünyada bırakıp çekip gidiyorlar. Geride bıraktıkları atıklardan bazıları bitmeyen piller, cadı jölesi denen, dokunanı sakat bırakan maddeler (temas eden uzuvlar jöle gibi yumuşayıp/eriyip kullanılmaz hale geliyor), çekim gücü çok yoğun bataklık benzeri alanlar, metabolizma düzenleyici bileklikler, mücevher olarak kullanılabilen siyah damlacık şeklinde taşlar. Tüm bunları elde etmek için gizlice bölgeye giren iz sürücülerin çocukları genetik mutasyonla dünyaya geliyorlar ama bu durum iz sürücüleri durdurmuyor yine de. Bölgedeki türlü tehlike yüzünden bölgeden sağ çıkmak çok zor ama sağ çıkanlar içeriden çıkardıkları uzaylı atıklarından iyi para kazanıyorlar. Bu bölgeler herkes için farklı şeyler ifade ediyor. Bilim adamları yeni teknolojilerin, iz sürücüler para getirecek ıvır zıvırın, devletler elde edecekleri gücün peşinde. Kimse dünyaya ya da insanlara gelen zararla ilgilenmiyor sanki.

Gelelim kitabın Ağaç Ev Sohbetleri ile ilgili kısmına. Kitapta arkasında çeşitli atıklar bırakıp giden uzaylılar var ve bu atıklar dünyaya, insanlara zarar veriyor. Gerçekte ise uzaylılara gerek bile yok! Biz kendi kendimize beceriyoruz dünyayı günden güne daha tehlikeli bir hale getirmeyi. Etrafa attığımız çöpler, denizlere sızan petrol, atmosfere yayılan zararlı gazlar, içme suyumuzun giderek tükenmesi, kimyasal kullanımı ile kirletilen tarım arazileri, kesilip katledilen ormanlar... Tüm bunlar ve daha fazlası adım adım insanoğlunun sonunu hazırlıyor. Uzaylıların bıraktığı atıklara gerek kalmadan bozuyoruz gelecek nesillerin genlerini yediklerimizle, içtiklerimizle, hatta soluduğumuz havayla.

Uzayda Piknik kitabında uzaylı atıklarıyla haşır neşir olmanın gelecek nesillerde onarılamaz hasara sebep olacağını bile bile bölgeye girmeye devam eden iz sürücüler gibi biz de uzak durulması gereken her şeyle giderek daha içli dışlı olmaya devam ediyoruz. Yeni doğan bebeklerin çoğunda besin alerjileri, alerjik astım, egzama, sedef gibi basit görünen bir sürü hastalığın görülme yüzdeleri giderek artıyor. Erken ergenlik, erkeklerde göğüs büyümesi, kızlarda vaktinden önce aşırı tüylenme, hormonal dengesizlikler... artan görülme sıklığı ile mevcut ve gelecek nesilleri giderek daha çok ve daha ciddi boyutlarda tehdit ediyor. Sadece bunlar da değil, çok daha ciddi hastalıkların görülme riski de yükseliyor her geçen yıl. Ama buna rağmen hiçbir şey yokmuş gibi yaşamaya devam ediyoruz günlük hayatımızda. Peki ne yapabiliriz?

Önce kendi yaptıklarımı anlatmak istiyorum.


  1. Plastik şişe su almayı bıraktım. Cam şişe ile evden götürüyorum suyumu, kızım için de metal suluk kullanıyorum. 
  2. Plastik bardak kullanmamak için kahvemizi evde yapıp termos ile yanımızda taşıyoruz, araba için de kablolu termos bardaklardan aldık geçen yıl. 
  3. Dışarıda yediklerimize dikkat ediyoruz. 6 yıldır fast food yemeyi bıraktık eşimle. Yılda bir kez (İstanbul'a gidince) rosto et olduğu için diğerlerine nazaran bir nebze daha masum olan Arby's'den bir büyük menü yiyoruz sadece. Bunun dışında hazır dondurulmuş pizza/börek/pasta gibi gıdalar tüketmiyoruz. Hamburgeri, böreği, pizzayı evde ben hazırlıyorum. Yine yıllardır kutu meyve suyu ve hazır yoğurt tüketmiyoruz.  Ben kolayı da 6 yıl önce bıraktım ama eşim içiyor arada bir. Tabi ki bazen mecbur kalıp bazen de nefsimize yenilip yiyip içtiğimiz zararlı şeyler oluyor 
  4. Tencerede/tavada/tabakta kalan yemek artıklarını ve yağı asla lavaboya dökmüyorum, soğumasını bekleyip poşetliyorum/şişeliyorum ve o şekilde atıyorum. Bu özellikle çok önemli çünkü lavaboya dökülen 1 lt atık yağ 1 milyon lt içme suyunu kullanılmaz hale getiriyor. 
  5. Okulda sürekli geri dönüşüm kutularını kullanıyorum ki öğrencilere örnek teşkil etsin. Evde her zaman ayrıştıramıyorum maalesef. Ama çok fazla paketli yiyecek ve plastik şişe gibi şeyler almadığımız için ayrıştırılacak pek bir şey de olmuyor. 
  6. Yerel üreticilerden, pazarlardan alışveriş yapıyorum. Mümkün oldukça kimyasal ilaç kullanılmamış sebze-meyve almaya çalışıyorum. Bahçede 3-5 ağaçta doğal şekilde yetişen elma ile seri üretim elma arasındaki fark inanılmaz!
  7. Kağıtların iki yüzünü de kullanıyorum, okulda öğretmenler odasında ayrı bir geri dönüşüm kolimiz var kağıtlar için. O koliden eve kağıt getiriyorum, boş yüzlerini kullandıktan sonra okuldaki geri dönüşüme geri atıyorum. Asla tek yüzü boş olan kağıtları ziyan etmiyoruz evde.
  8. Kullandığım tüm temizlik maddelerini doğal içerikli olanlardan seçmeye çalışıyorum. Şampuan, duş jeli vs. bitkisel içerikli alıyorum. 
  9. Alışverişe giderken kendi çantamı götürüyorum ki boş yere poşet atığına sebep olmayalım. 
  10. Evde kullanılmayan elektrikli aletleri fişte bırakmamaya dikkat ediyoruz.
  11. Önceki senelere nazaran çamaşır ve kurutma makinesini daha az çalıştırıp su ve enerji tasarrufu yapmaya çalışıyorum. Kurutma makinesinin su haznesindeki suyu kovaya boşaltıp daha sonra kullanıyorum (Su temiz olduğu için yerleri silerken ya da klozete dökmek için kullanılabiliyor).
  12. Okulda gereksiz yanan tüm ışıkları kapatıyorum ve öğrencileri de kapatmaları için uyarıyorum. 

"Yaptıklarının bazılarının çevre ile ne ilgisi var ki?" diyebilirsiniz. Evet bakınca çok ufak tefek, kendi sağlığımıza yönelik şeyler gibi duruyor ama aslında herkes uygulasa piyasadaki birçok şey değişir. Plastik atıkların ve ambalaj atıklarının doğaya ne kadar zararlı olduğu zaten malum. Paketli gıdalarda kullanılan kimyasalların hem insan sağlığına hem de çevreye zararları anlatmakla bitmez. Enerji ve doğal kaynak tasarrufunu her aileye öğretip uygulatabilsek epey yol kat etmiş oluruz. Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Daha yaşanılabilir bir gelecek için ilk yapılması gereken insanların bilinçlendirilmesi ki bir öğretmen olarak elimden geldiğince her fırsatta çevre bilinci oluşturmaya çalışıyorum. Bu yıl 21 Eylül Dünya Temizlik Günü'nde gelmek isteyen öğrencilerle yaşadığımız ilçeyi temizlemek için sokaklara çıkmayı planlıyorum. Bu hafta tüm sınıflarda bu konudan bahsedeceğim.

Cumartesi, Eylül 14, 2019

Kazanamadım Ama Üzülemedim de!

Katıldığım bir bilim kurgu öykü yarışmasının sonuçları açıklandı az önce. Dereceye giremedim. İlk anda çok büyük bir hayal kırıklığı hissettim ama dereceye giren öyküleri okudukça üzülmek yerine mutlu oldum. Öykülere hayran kaldım. Yarışmayı "Yerli Bilim Kurgu Yükseliyor" dergisi düzenlenmişti ve öyküler gerçekten de bu isme yakışır nitelikte!

1. olan öykü: Sanık 237
2. olan öykü: aRİN
3. olan öykü: Dünyanın Hakimi
Jüri Özel Ödülü: Vicdan

Okudukça anlıyorum ki daha katetmem gereken çoooook uzun bir yol var önümde!

Salı, Eylül 10, 2019

Kömür Kalp

Eski zamanlarda, uzaaaaak diyarlarda küçük bir krallık varmış. Bu krallıkta kömür kalpli bir kraliçe yaşarmış. Kraliçenin kalbi bazen kor alev olur yanar bazen köz olur sönermiş. Kalbini kor alevler sarınca kraliçe yollara düşer; günlerce gecelerce yürür; kalbindeki alevler sönsün diye beklermiş. Alevler sönüp kalbi köze dönüşünce saraya geri dönüp devam edermiş ülkesiyle ilgilenmeye. Kraliçe halkını çok severmiş ama omuzlarında taşıdığı bu yük zaman zaman çok ağır gelirmiş. Bir de ne yaparsa yapsın kimseler anlayamaz, kimseler çare bulamazmış kraliçenin kömür kalbine.

Yıllar geçip kraliçe yaş aldıkça kalbi daha sık alevlenmeye, alevler daha geç sönmeye başlamış. Bu alevler bazen o kadar büyürmüş ki kraliçenin bedenine sığmaz dışarı taşarmış. Böyle anlarda kraliçenin en yakınındakiler zarar görürmüş en çok. Kraliçe bu duruma çok üzülürmüş ama elinden de bir şey gelmezmiş. Kendi topraklarında derdine çare bulamayınca yakın krallıklara haber gönderip derdine çare aramaya karar vermiş.

Çevre krallıklara ulaşan ulaklar kraliçenin durumunu anlatıp en bilge alimlerden, en maharetli hekimlerden çare sormuşlar ama nafile. Gönderdiği ulaklar çaresiz bir bir geri döndükçe kraliçenin umudu da tükenmeye yüz tutmuş. Kalbinin alevi benliğini iyiden iyiye sarmaya, ruhunu ele geçirmeye başlamış. Halinden anlayan, derdine çare olan çıkmayınca kömür kalbi yakıp yıkmış kraliçeyi.

Kraliçe çaresizliğinden düşmüş yollara yine. Bu kez her zaman gittiğinden daha da uzaklara gitmesi gerekmiş. Günlerce gecelerce durmadan yürümüş, derin düşüncelere dalıp bilmediği diyarlarda bulmuş kendini. Nerede olduğunu anlamaya çalışırken genç bir iz sürücü ile karşılaşmış. İz sürücü onu görür görmez anlamış ne kadar yorgun olduğunu. Kraliçe yorgunmuş ama kalbindeki alevler sönmeden dönemezmiş ülkesine. Sessizce aynı yöne doğru yürümeye devam etmişler bir süre. Sonunda bir uçurumun kıyısına gelmişler. İz sürücü biraz daha ilerleyip bir kayaya oturmuş, kraliçe de yakındaki başka bir kayaya. Yol boyu olduğu gibi sessizce izlemişler ayaklarının dibine serilmiş muhteşem manzarayı. Kraliçe derin bir nefes almış ve gözlerini kapatmış. İçinde alev alev yanan kalbini önlerinde uzanan uçsuz bucaksız denize bıraktığını hayal etmiş. Sonra gözlerini hiç açmadan etrafındaki seslere odaklanmış. Neşeyle cıvıldayan kuşlar, otlar arasına gezinen yüzlerce börtü böcek, uçuşan yusufçuklar, ağaçkakanlar, sincaplar... Bitmek bilmeyen bir devinim. O günden sonra kraliçe ne zaman yollara düşse genç iz sürücü de eşlik etmiş ona. Kimi zaman havadan sudan konuşmuşlar, kimi zaman susmuşlar ama her defasında aynı dinginlikte huzur bulmuş, birbirlerine arkadaş olmuşlar.

Kraliçe sevdiklerine zarar vermemek için ne kadar uzağa gitmek zorunda kalırsa kalsın, her seferinde dönmüş ülkesine. Ne kadar yorulursa yorulsun kendiyle savaşmaktan, içindeki alevlerden kurtulmanın yolunu aramaktan hiç vazgeçmemiş. Yazmış, çizmiş, anlamaya, anlatmaya çalışmış yıllarca. Bir sürü güzel dost edinmiş bu yolda ama yine de söz geçiremiş kömür kalbine.

Yıllar geçmiş; yollar eskimiş; dün doğanlar bugün büyümüş; kömür kalpli kraliçe yaşlanmış. Kalbi artık tutuşmaz olmuş ama çilesi bitmemiş kraliçenin. Bu kez de taşlaşmaya başlamış kalbi yavaş yavaş. Tüm dostları gelmiş tek tek ziyaretine. Ama artık çare aramaz olmuş kraliçe. Ömrünce içindeki alevlerle savaşmış olan kraliçe, yorgun, kırgın ve çaresiz tümüyle kabullenmiş kaderini sonunda. Bir gün, tam da güneş doğarken kaskatı kesilmiş kraliçenin kalbi. Kraliçe gözlerini kapatırken hayata, yıllarca içinde taşıdığı kor alevleri ve dalıp gittiği engin denizleri düşlemiş son kez. Kraliçenin zamanla küle dönüşüp yok olan bedeninden taşlaşmış bir kalp kalmış geriye. İşte bu yüzden nesilden nesile anlatılmış kömür kalpli kraliçenin kendi kalbiyle savaşı.



Hayat, sen bambaşka planlar yaparken başına gelenlermiş gerçekten...

Bu akşam bir elimde kitabım, bir elimde sıcak çikolata ile tam kendi kendime "Huzur bu işte" derken telefon çaldı ve kardeşim ağla...