Şimdi kapatalım gözlerimizi, kendimizi galaktik bir restoranda hayal edelim. 2020'nin sonuna gelmişken tüm yılın hesabını bir kere de kapatalım. Şöyle bir bakalım aklımızda kalanlara.
- Efendim 365 günün 200'ünde mutsuz, 35'inde idare eder, 130'nda çok mutluymuşsunuz. Bu durumda borcunuz yok, hatta bu yıldan 50* gün alacağınız var.
- Yaz evladım deftere, alırız seneye!
Neden mi 50 gün? E 360'ın en az yarısında mutluluk şart. Demek ki 180 - 130 = 50 gün borcu var bu yılın bana :))))) Sayılar atmasyon tabi ki de kesinlikle borçlu değil alacaklıyızdır hepimiz 2020'den :)
Şaka bir yana 2021'den dileklerimi şuraya bırakayım:
*Sevdiklerime yeniden korkusuzca sarılabilmek,
*Gitmediğim yerlere gitmek,
*Çekmediğim fotoğrafları çekmek,
*Elimden bırakamayacağım kitaplar okumak,
*Müziksiz, şiirsiz, öyküsüz, tutkusuz tek gün bile geçirmemek,
*Bi de mümkünse 64kg'ya geri dönmek :D
Son dileğimi gören 2021'in diğer dileklerimi hemen gerçekleştirmesini umuyorum :))))))
2021'de tüm sevdiklerime sağlık sıhhat, neşe ve mutluluk dolu anlar diliyorum!
Şimdiden İyi Yıllar!
Ben bir şarkıya takınca takıyorum.
Bu yüzden de yılın kapanışını daha önce de paylaştığım bu iki şarkıyla yapıyorum :)
"Görece bir kavram olan mutluluğun TDK sözlüğündeki karşılığı, "bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan saadet" olarak açıklanmakta. Peki sizin için mutluluk nedir? Mutluluk sürekli olarak elinizde tutabileceğiniz bir şey mi?"
İlk olarak TDK'ya itiraz ediyorum ve mutluluğun kesinlikle bir kez ulaşılınca sürekli olarak elde tutulabilecek bir şey olmadığını üstüne basa basa vurgulamak istiyorum. Mutluluk anlıktır, gelip geçicicidr. Doğru anda, doğru yerde olup yakalayabilene ne mutlu. O an bitti mi ara ki bulasın mutluluğu!
Yazımın geri kalan kısmını Mr. Kaplan'dan alıntı yaparak tamamlamak istiyorum çünkü tamamen katılıyorum Mr. Kaplan'a.
"Çağdaş filozoflardan Slavoj Zizek, mutluluğun kişisel görüşlere göre değiştiğini ve kapitalist değerlerin bir ürünü olduğunu savunmakta. Zizek, insanın doğasında memnuniyetsizliğin hüküm sürdüğünü, gerçekte ne istendiğinin bilinmediğini ileri sürerken, istediklerine ulaştığı takdirde mutlu olduklarını zanneden insanların aslında aradıkları şeyin başka bir şey olduğunu fark edip tatmin olamadıklarını iddia ediyor.
Hayır, felsefe yapmayacağım. Ben mutluluğun sadece kapitalist değerlerin bir ürünü olduğunu düşünmemekle birlikte, Zizek'in mutluluğu tanımlarken ortaya koyduğu diğer görüşlere yakın hissediyorum kendimi. Mutluluk sanılanın aksine ulaşıldığında biteviye sürecek bir duygu değil bana göre de. Gökyüzündeki yıldızların anlık göz kırpışı kadar kısa, en fazla birkaç dakika süren bir hazzın doruk noktası. Etkisi zaman içinde süratle azalan, ardından yine doğamızda bulunan memnuniyetsizliğe evrilen bir olgu...
... Bu yüzden sonsuz ve büyük mutluluklar aramak yerine ulaşması çok daha kolay, küçük ama sayıca fazla mutlulukların peşine düşmek daha mantıklı bir yol. ...
...
Mutlu olmak insana anlık bazda kendini iyi hissettirir. ... Yazarken düşünür, araştırır, cümleler kurar, bir çaba içine gireriz. Bütün bunlar sadece iki mutluluk kırpıntısı için. Birincisi yazıyı bitirip son kontrolleri yaptıktan sonra, eğer iyi bir iş çıkarttığımıza inanıp yayınla düğmesine bastığımızda, ikincisi yazımıza gelen yorumları okuduğumuz anda. Okurken de öyle, okuduğumuz bir yazı bize yeni bir şey öğrettiğinde ya da yazının içinde geçen bir cümle bizi gülümsettiğinde mutlu oluruz. Yani mutluluk bana göre yüksek haz aldığımız kırpıntılar, yıldızların göz kırpmasıdır. Bu yazımı okuyan siz okurların da mutluluk yıldızları bol olsun."
Neredeyse tamamını Mr. Kaplan'dan çektiğim kopya ile yazdığım bu haftaki Ağaç Ev yazımı Isaac Asimov'un sevdiğim bir sözüyle bitirmek istiyorum:
"Belki de mutluluk şudur: Başka bir yerde olmanız, başka bir şey yapmanız, başka biri olmanız gerekirdi duygusuna kapılmamak.”
Mutlu olduğumuz her an bir mucize aslında.
Yakalayınca o anları bitene dek tadını çıkarmak lazım. Sonsuza dek sürecek -var olmayan- mutluluklar ararken her gün karşımıza çıkan kısa, küçük mutlulukları kaçırmayalım.
2021 yılı için herkese bol bol mutluluk anları diliyorum :)
Hayat ve Hayati Kaptan apartmandan içeri girip sessizce asansöre bindiler. Dördüncü kata çıkmak yüz yıl sürdü. Dördüncü kata çıkan o dört duvar arasında yüz yıl düşündüler, yüz yıl sustular, yüz yıl yaşlandılar. Sonunda asansör durup kapı açıldığında aralarında olabileceklere dair yüz milyon olasılığı ölçüp tartmışlardı.
Hayat usulca kapıyı açıp içeri girdi, Hayati Kaptan içeri girip usulca kapattı kapıyı.
- Siz şöyle salona geçin isterseniz, ben misafir odasını hazırlayayım.
- Zahmet veriyorum size...
- Ne zahmeti...
Hayat, misafir odasını hazırlarken "Dur, daha fazla düşünme Hayat! Düşünüp daha da küçülme Hayat!" dedi kendi kendine. Odayı hazırladıktan sonra eniştesinin eşyalarından Hayati Kaptan'a uyacak bir şeyler seçti ve misafir odasındaki yatağın üzerine bıraktı. Tüm bunları yaparken eli ayağına dolanıyor, kalbi delicesine çarpıyordu. Bir an "içerideki Rıfat olsaydı..." diye geçirdi içinden. İçerideki Rıfat olsa muhtemelen çoktan misafir odasına gelmiş, bir yandan Hayat'a yardım ederken bir yandan da yine o komik hikayelerinden birini anlatıyor olurdu. Keşke öyle olsaydı diye geçirdi Hayat bu kez içinden: "Keşke içerideki de, aklımdaki de, kalbimdeki de sadece Rıfat olsaydı". Doğrusu buydu. Ama hayat her zaman doğru değildi. Eğrisiyle doğrusuyla, acısıyla tatlısıyla yaşıyordu insan şu hayatı. Az sonra salona giren Hayat:
- Odanız hazır. Banyo koridorun sonunda. Mutfak da hemen girişte, sağda.
- Misafirperverliğiniz için çok teşekkür ederim. Umarım burada kalarak sizi zor bir duruma düşürmüyorumdur.
- Merak etmeyin, zor bir durumda kalmıyorum. Siz dinlenin, ben köşedeki bakkaldan bir şeyler alıp geleceğim.
- Ben gideyim isterseniz.
- Teşekkürler, ben halledeyim.
Hayat, köşedeki bakkaldan ufak tefek bir şeyler alıp eve döndü. Mutfağa girip kafasındaki düşüncelere kapılıp boğulmadan yiyecek bir şeyler hazırlamaya çalıştı. Normalde yemeği mutfakta yerdi ama şimdi burası gözüne çok küçük, birbirine yabancı iki kişinin bir arada duramayacağı kadar dar göründü. Salondaki yemek masasını kullanmaya karar verdi. Salona girdiğinde Hayati Kaptan'ı camın önünde buldu.
- Kusura bakmayın sizi beklettim. Yiyecek bir şeyler hazırladım.
- Keşke uğraşmasaydınız hiç. Akşam akşam size yük oldum, iş çıkardım. Kusuruma bakmayın lütfen.
- Ne demek! Yalnız olsam da bir şeyler hazırlayacaktım zaten.
- Sofra için yardım edeyim size.
Mutfağa bir iki kez gidip gelerek sofrayı kurdular. Masaya oturduklarını sessizliği bozan Hayati Kaptan oldu.
- Tekrar teşekkür ederim nazik davetiniz ve misafirperverliğiniz için.
- Rica ederim. Kim olsa aynısını yapardı.
- Burada kalabileceğiniz bir ev olması büyük lütuf. Hava koşulları yüzünden olur olmadık zamanda seferler bir anda iptal olabiliyor.
- Evet biz gençliğimizde de sık sık burada kalırdık Rıfat'la.
Hayat bir an kurduğu cümleden pişman olup hemen ekledi:
- Tabi o zamanlar teyzemler henüz İzmir'e taşınmamışlardı. Rıfat'la kuzenim Kenan da yakın arkadaştırlar.
- Anlıyorum. Sanırım gençlik yıllarınızda hep bir aradaydınız Rıfat Bey'le.
- Evet çok yakın arkadaştık. Hâlâ da öyleyiz.
Kısa bir sessizlikten sonra Hayati Bey:
- O'na değer verdiğiniz belli. Çok şanslı biri Rıfat Bey. O da size çok değer veriyor. Yasemin sizin birbirinize çok yakıştığınızı, Rıfat Bey'in niyetinin ciddi olduğunu, bu kez sizi almadan gitmeyeceğini düşünüyor.
Hayat o gece ilk kez gözlerini kaldırıp Hayati Kaptan'ın yüzüne, gözlerinin içine baktı. Bir şey söyleyecek gibi oldu ama vazgeçti.
- Haddimi aştıysam özür dilerim Hayat Hanım. Ben sizi incitecek bir şey söylemek istemezdim. Ben sadece... Üzgünüm.
- Üzülmeyin Hayati Kaptan. Rıfat çok iyi biri, birbirimize de çok değer veriyoruz gerçekten. Ama mevzu bahis bir ömür aynı yastığa baş koymaksa herkes siz ve Yasemin Hanım kadar şanslı değil sanırım.
- Birkaç ay önce başka birisi söyleseydi şu sözlerinizi mutlulukla "Haklısınız" derdim. Ama şimdi... Şimdi varlığımla yokluğum bir bu evlilik içinde. Bir fırtınaya tutuldum sürükleniyorum sanki. Oysa evlilik güvenli bir liman. Neyse... Her şey için çok teşekkürler, ellerinize sağlık!
- Teşekkürler. Afiyet olsun.
Hayat masadan kalkıp sofrayı toplamaya başladığında Hayati Bey de ona yardım etti. Masadakileri bir bir mutfağa taşıyorlardı. Elindeki tabaklarla mutfağa giden Hayat, Hayati Bey'in ne demek istediğini düşünüyordu. Olabilir miydi? Acaba Hayati Kaptan'la Hayat aynı fırtınaya kapılmış, aynı dalgalarla mı boğuşuyorlardı? Elindeki tabağı tezgaha bırakıp dönen Hayat, elindeki bardakları masaya bırakıp dönen Hayati Kaptan'la burun buruna geldi. İşte yine aynı şey olmuştu. Dünya durmuş, yer ayaklarının altından kaymış, her şey bir anda manasını yitirmişti. Gözlerini birbirlerinden alamıyor, aylardır dalga dalga gelip benliklerini ezen, köşeye sıkıştıran, nefessiz bırakan o sancıya daha fazla karşı koyamayacaklarını hissediyorlardı. Göğüslerini sıkıştıran, ikisini de nefessiz bırakan o ağrı şimdi göğüs kafeslerini parçalayıp çıkmak istercesine yakıyordu içlerini. Sonunda Hayati Kaptan, Hayat'ı belinden yakalayıp kendine çekti. Dudakları buluştuğunda artık Fındıklı'da bir apartman dairesinin dördüncü katındaki sıradan bir mutfakta değildiler. Hatta yer yüzünde bile değildiler artık. Bedenleri orada öylece ne kadar süre kaldı söylemek mümkün değil ama tüm benlikleri evrende sonsuz bir yolculuğa çıkmıştı.
*Şarkı: Bir Günah Gibi - Ajda Pekkan
Hikayenin başı çok gerilerde kaldı. Şuraya ilk bölümün linkini bırakıyorum. Hayat ve Hayati Kaptan'ı bu noktaya getiren o ilk karşılaşmayı okumak gerek mutlaka. Diğer bölümleri de ilk bölümün altına bıraktım. Hikayenin sonunu çok uzun zaman önce yazdım ama aradaki bölümler gelmek bilmedi bir türlü. Ama artık az kaldı, sona yakınız. Sanırım 1-2 bölüm sonra bitecek Hayat ve Hayati Bey'in hikayesi.
Evrim'le bundan 15 yıl önce, 2005'i 2006'ya bağlayan gece bir yeni yıl partisinde tanıştık. O geceden beri de birlikteyiz. 6 yıl sevgililik + 1 yıl söz + 8 yıl evlilik :)) "Vay be!" diyoruz her durup düşündüğümüzde. Bu yıl için Evrim'e el yapımı bir kart hazırladım. Karşılığında Evrim de bana kendi hazırladığı bir hediye vermek istedi ve başladı çizmeye :)
Tam oldu, işte ben diyemiyorum ama neresi olmamış diye sorunca da adını koyamıyorum :D
Resim benden daha güzel oldu. Neresini bozsun da tam ben olayım onu teşhis edemiyorum :)))))
Dün canım Ceren'in telif hakları ile ilgili şu yazısından sonra birkaç gündür aklımda olan blogda kullandığım görselleri, alıntıları gözden geçirme işini daha fazla ertelemeden halledeyim dedim. Bu mevzuyu birkaç gün önce karikatürlerle ilgili açılan telif hakkı davasıyla ilgili haberler sebebiyle düşünmüştüm ama o kadar üşendim ki anlatamam. Blog yazmaya 2009'da başladığım düşünülürse... Gerçi arada hiç yazmadığım yıllar da var ki iyi ki yazmamışım dedim tek tek tüm yazılara bakarken :))))
En eskiden başlayıp göz attım yazdıklarıma. Bazılarında durdum, duygulandım; bazılarında kızdım kendime; bazıları için "Vay be ne yazmışım! dedim. Yazdığım ve aklımdan çıkıp gitmiş hikayelerimi hatırladım, mutlu oldum okudukça. "Boş gelip boş gitmiyorum Dünya'dan. Benden bir şeyler kalacak işte geride!" hissi geçti içimden :) İyi ki dedim, iyi ki çıktı şu telif mevzuları ve iyi ki canım Ceren yazdı bu mevzuları :) Yoksa geri dönüp geçip giden tüm o kötü günlerin geçip gittiğini ve yazdığım onca güzel şeyi hatırlamayabilirdim. Geçmişe baktım sonra dönüp bugüne baktım.
İyiyim, hatta baya baya iyiyim :)
*Telif konusuna gelirsek bugüne kadar paylaştığım görsel ve alıntılar için herhangi bir kar amacı gütmediğim için zararlı bir şey yaptığımı düşünmemiştim ancak bu konudaki hassasiyete ve haklarını korumak isteyenlere saygı duyuyorum tabi ki. Bundan sonraki paylaşımlarda daha dikkatli olacağım kesinlikle.
Hava günlerdir yağmurlu. Güneş olmayınca enerjim çok düşüyor. Yerine getirecek bir şeyler yapmam şart. Ne yapsam derken bir "Hadi eşimin istediği kekten yapayım" dedim. Bir zamanlar Issız Adam keki diye meşhur olmuştu havuçlu kek 😁😁😁
Malzemeler:
3 yumurta
1 bardak şeker (1,5 da olur :)
1 paket vanilin
1 bardak süt
1 bardak sıvıyağ
2, 5 bardaktan biraz az un
1 paket kabartma tozu
1 su bardağı ceviz
1 büyük havuç
1 büyük portakalın kabuğu
1 tatlı kaşığı tarçın
Yumurta, şeker ve vanilini iyice çırptım. Vanilini yumurta ile çırpınca yumurta kokusu yok oluyor 😉 Sütü ve yağı ekleyip tekrar çırptım. Başka bir kapta unu ve kabartma tozunu eleyip yumurtalı karışıma ekleyip çırptım. Portakal kabuğunu ve havucu rendeleyin çekilmiş ceviz ve tarçınla birlikte karışıma ekleyip spatula ile karıştırdım. Yağlayıp unladığım kek kalıbına döküp önceden ısıttığım 185°C fırında 35-40 dk pişirdim. Yanında ister çay, ister kahve ☕🥧😃
3 yumurta, 1,5 bardak şeker, vanilin, 2,5 bardak un ve kabartma tozu benim favori kek karışımım. Bu malzemelere istediğimi ekleyip istediğim keki yapabilirim. Limon kabuğu, portakal kabuğu, kakao, kuru meyveler... O an aklıma ne eserse 😁
Denerseniz şimdiden afiyet olsun :)
Bazı günler, bazı yollar, bazı köşeler, bazı merdivenler, bazı şarkılar, bazı şiirler, bazı... Bazı bazı zor işte hayat ama geçiyor zor da olsa 🙂 Bazen bir şarkı oluyor hayat, bazen de bir şarkı bitince başlıyor hayat 📻🎶🎵🎶🎵🎶
Tıklayın bakalım şansınız hangi şarkı çıkacak radyoda 🤩
Önce brokoliyi küçük parçalara böldü Hayal, sonra karnabaharı. Sırasıyla kabakları, havuçları ve kırmızı biberleri doğradı. Sonra zeytinyağına uzandı. Tam bu sırada mutfağa girdi Evren. Arkasından sarılıp Hayal'in boynuna küçük öpücükler kondurdu. Mutfak, ev, Dünya... her şey yok oldu o an. Bir kıvılcım alevlendi.
Radyoda "Bir Günah Gibi" çalıyordu. Kendilerini ritme bırakıp öylece salındılar mutfak tezgahının önünde. Hayal öpücüklerin keyfini çıkarıyor, Evren sevdiği kadına sımsıkı sarılıyordu. Şarkının giderek artan ritmine kapılıp dans etmeye başladılar. Hayal, Evren'in az önceki minik öpücüklerini karşılıksız bırakmadı, belini sıkıca kavrayan ellere uyup iyice sarıldı sevgilisine. Gülümsemeleri kahkahalara döndü şarkıyla birlikte. Delice dans ettiler. Şarkı bittiğinde mutfak, ev, Dünya... her şey geri geldi. Dünya eskisinden çok daha güzel bir yerdi.
...
Anın tadını çıkarmalıyız. Neredeysek, ne yapıyorsak sadece onu hissetmeliyiz. Sevdiğimiz şarkı çıkınca ritmine bırakmalıyız kendimizi, sevgilimiz belimize dolanınca sımsıkı sarılarak karşılık vermeliyiz. Uzakta arayıp elimizle tutamadığımız "Mutluluk" ufacık anlarda saklı belki de. Doğru anı yakalayıp bir anlık mutlulukların keyfini çıkarmalıyız bitene dek :)
Hayati Kaptan ansızın gelip göğsüne yerleşen kalp ağrısıyla nasıl başa çıkacağını bilmiyordu. Bir yanda onca yıllık eşi, Yasemin ve çocukları diğer yanda Hayat... Bir an gözünü karartıp Hayat'ın ardına düşmek, karşısına dikilmek, aşkını ilan etmek istiyor hemen sonra vazgeçiyor, "Delirme be adam!" diyerek kendine gelmeye çalışıyor ama günleri sonu gelmeyen bu iç çatışması ile geçiyordu.
Rıfat, Hayat'ın üstüne gitmekten, onu bunaltmaktan çekiniyor ama ondan uzak kalmak da istemiyordu. Her fırsatta Hayat'ın yanına koşuyor, içindeki çocuksu heyecanı çaktırmamak için tüm gücüyle ayaklarını yere basmaya çalışıyordu. Hayat, Rıfat'ın bu çabasının ve içi içine sığmaz halinin farkındaydı elbette. Hatta ara sıra takılıyordu Rıfat'a.
- Sen hiç büyümemişsin Rıfat. Yoksa gençlik iksirini buldun da o yüzden mi böylesin acaba?
- Gençlik iksiri mi bilmem ama arayıp da bulmak istediğim her şey şu an tam burada.
Hemen hemen her gün görüşüyorlar, birlikte eski arkadaşlarını ziyaret ediyorlar ya da uzun zamandır gitmedikleri yerlere gidip eski anılarına yenilerini ekliyorlardı. tüm bu görüşmeler iki arkadaşın birlikte vakit geçirmesinden öteye geçmemişti henüz ama Rıfat arada sırada yurt dışında çalışma fikrinden bahis açıp Hayat'a giderken onu da götürmek istediğini hatırlatıyordu. Hayat, Rıfat'ın yanında iyi hissediyordu kendini. Gece olup da başını yastığa koyduğu ana dek düşünmüyordu Hayat ama işte o an içindeki sızı tüm ağırlığıyla zihnini ele geçiriyordu. Rıfat'la gittikleri yerlere Hayati Kaptan'la gittiklerini hayal ediyor, neler konuşacaklarını düşünüyor, Hayati Kaptan'ın söyleyeceklerini merak ediyordu. Sabah olup uyandığında kafasını sallayıp düşüncelerinden kurtulmaya, kendine kızıyor, hissettiği utançtan sıyrılmaya çalışıyordu.
Günler haftalar böyle geçti. Kara kışın en zorlu günleri gelmişti. Fırtınalı hava koşulları yüzünden seferler sürekli erteleniyor ya da iptal ediliyordu. Bir gün Hayat işten çıkıp eve dönmek için vapur iskelesine geldiğinde Hayati Kaptan'ın sıkıntılı bir halde vapurdan indiğini gördü.
- Merhaba. Sefer iptal mi oldu?
- Merhaba Hayat Hanım. Maalesef evet. Bu hava koşullarında hareket etmememiz mümkün değil.
- Evet hava gerçekten çok kötü.
- Kalabileceğiniz bir arkadaşınız ya da akrabanız var mı yakınlarda?
- Fındıklı'da teyzemlerin dairesi var. Onlar İzmir'e taşındığından beri boş duruyor. Seferler iptal olduğunda orada kalıyorum.
- Müsaadenizle size eşlik edeyim oraya kadar.
- Zahmet etmeyin lütfen.
- Zahmet mi? Buyrun gidelim lütfen. Yalnız gitmeden önce eve bir telefon açıp haber vermeliyim.
- Tabi.
Hayati Kaptan, Yasemin Hanım'a seferlerin iptal olduğunu gece eve gelemeyeceğini haber vermiş, sonra da belli ki Yasemin Hanım'ın bir sorusu üzerine "Bir çaresine bakarım, merak etme sen." diyerek telefonu kapatmıştı.
Yol boyunca konuşmadılar. Bazen biri aralarındaki gerginliği yırtıp bir şey söyleyecek gibi oluyor ama hemen vazgeçiyordu. Hayat'ın teyzesinin evine geldiklerinde:
- Geldik. İşte bu apartman. Çok teşekkür ederim, buraya kadar zahmet ettiniz.
- Ne demek. Güvenle buraya ulaştığınızdan emin olmasam asla rahat edemezdim.
- Siz nerede kalacaksınız, yakın mı kalacağınız yer buraya? Malum hava gittikçe kötüleşiyor.
- Ben iskeleye geri döneceğim. Bu saatte kimseyi rahatsız etmek istemiyorum. Aile dostlarımız var ama ben çat kapı misafirlikleri hiç sevmem.
Hayat anlık bir tereddütten sonra çok da düşünmeden:
- O zaman lütfen izin verin sizi misafir edeyim. Teyzemlerin evi büyüktür, 2 adet misafir odası var.
- Size zahmet vermek istemem.
- Siz beni buraya kadar getirdiniz, bırakın ben de sizin geceyi nasıl geçirdiğinizi düşünmek zorunda kalmayayım.
Hayati Kaptan, Hayat'ın gözlerinin içine bakıp kısacık bir an düşündükten sonra:
- Peki. Çok teşekkürler.
Hayat, böyle bir şeyi gerçekten yapmış olduğuna inanamıyordu. Hayati Kaptan ile aynı çatı altında kalacaklardı üstelik yalnız.
*Şarkı: Bir Sevmek Bin Defa Ölmek Demekmiş - Üç Hürel
Öncelikle evlilik konusuna değinmek istiyorum. Toplum düzenini sürdürmek için ortaya çıkan zorlama bir kurum olduğunu düşünüyorum evliliğin. Bence insan bazı hayvan türleri gibi yaratılıştan tek eşli bir varlık değil. Öyle olsaydı boşanmalar, ayrılıklar, ikinci/üçüncü/beşinci/... eşler olmazdı hayatta. Tüm ömrünü tek eşle geçiren istisnalar kaideyi bozmaz tabi ki.
35 yıllık hayatımda yaptığım gözlemlere dayanarak ürettiğim bir teorim var evlilikler ve boşanmalar ile ilgili. Eskiden yapılan görücü usulü evlilikler günümüzün sevişerek yapılan evliliklerinden daha sağlam, daha uzun ömürlü. Peki neden öyle? Çünkü aşkın gözü kör ama ailelerin gözü görüyor; çünkü aşık olunca akıl mantık bünyeyi bir süreliğine terk ediyor ama işin içinde aileler varsa mantık ağır basıyor. Aşık olup evlenenler gerçekten birbirlerine uygunlar mı, aşk bitince sevgi ve saygıyı koruyabilirler mi pek düşünmüyorlar. Ailelerse tam tersine iki kişinin özelliklerini göz önünde bulundurarak birlikte bir evlilik yürütüp yürütemeyeceklerine bakıyorlar. Herkes kendi çocuğunun eksiğini, fazlasını biliyor, ona göre bir eş seçmeye çalışıyor.
"Bizim oğlan huysuzdur, hemen alev alır parlar ama hemen de sönüverir. Onu idare edecek sakin mizaçlı bir kız lazım"
"Bizim kız sakindir, sessizdir. Birazcık cevval bir oğlan lazım. Korusun, kollasın, hakkını yedirmesin."
"Bizim oğlan iyidir, hoştur da biraz saftır. Şöyle onu toparlayacak, çekip çevirecek bir kız lazım."
"Bizim kız pek güzeldir, pek işveli cilvelidir de ev işinden, yemekten pek anlamaz. Yumuşak huylu bir oğlan lazım ki kızımızı üzmesin."
"Bizim oğlanı işle yemekle hiç işi olmaz, varsa yoksa gezsin tozsun, hep sohbet muhabbet arar."
Dedim ya herkes kendi çocuğunun artısını eksisini bilir. İki aile artıyı eksiyi doğru hesaplarsa o evlilik ömür boyu sürer. Tabi ki gençlerin gönlünde başkalarının olmaması, tanışıp anlaşması, birbirinden hoşlanması da önemli bu aşamada :)) Bu koşullarda yapılan bir evlilik nice aşk evliliğinden uzun sürer. Bunlara ek olarak bir de sevişerek evlenenler, evlenmek için o kadar çabalamak, o kadar uğraşmak, o kadar çok engel aşmak zorunda kalıyor ki sonrasında herhangi bir şeye tahammül edecek hal kalmıyor kimsede. Mezun olmaktan iş bulmaya, aileleri ikna etmekten ev bulmaya kadar çeşit çeşit engel. Oysa görücü usulü evliliklerde zaten her şey hazır, sadece gençler tanışıp konuşuyorlar. Anlaşırlarsa oldu bu iş :)))
Gelelim ayrılıklara, boşanmalara... Şair (Atilla İlhan) demiş ya "Çünkü ayrılık da sevdaya dahil çünkü ayrılanlar hala sevgili", işte bazı ayrılıklar gerçekten sevdaya dahil ama bazıları çoktan bitmiş sevdaların ilanı sadece.
Şimdi gelelim konu hakkındaki kişisel deneyimlerime. Tam 15 yıldır hayatı Evrim'le paylaşıyorum. 7 yıl sevgiliydik, 8 yıldır evliyiz. Bir daha dünyaya gelsem evlenmem ama evlilik kaçınılmazsa da eşimden başka eş istemem. Eşime böyle söylediğim zaman bozuluyor, o "Ben yine seni arar, seni bulur, seninle evlenirim." diyor.
Evlilik çok zor. Tanıyanlara sorsak Dünya'nın en iyi 100 adamı listesine torpilsiz girecek bir adamla evliyim ve ben yine de evlilik çok zor diyorum. Henüz evli değilseniz bu sözümü iyice düşünün. Hali hazırda evliyseniz ve benimle aynı şekilde düşünmüyorsanız, tebrikler siz de kaideyi bozmayan istisnalardan birisiniz :)
Evrim'le ilişkimizin ilk yılı beni sevdiğinden hiç emin olamadım. Sonraki yıllar başka engelleri aşmakla uğraştım. 7 yılın sonunda evlendiğimizde gerçekten çok yorulmuştum. Evlilikle beraber ikimiz de bir süreliğine rahatladık. Sonra hamilelik, annelik, 2 yıl evde kalıp sadece anne olmak, sonra öğretmenlik, değişen iş ve ev hayatı, bambaşka bir şehirde yeniden bir hayat kurmak... Ordan oraya sürüklendiğimiz yıllar geçerken bir anda geldiğim 30lu yaşlar... 33-35 arası benlik kaygılarım, kendimi arayışım, bulduklarımdan memnun olmayışım...
Ve şimdi 15.yılımıza 1 ay kala hayatı kabullenişim, kendimle ve "bu kadarcık hayat"ımla barışıp bu kadarın aslında ne kadar çok olduğunu anlayışım... Ayrılmanın kıyısına kadar gidip gidip baktığımız ama o adımı atamadığımız; sevgimize, kızımıza, birbirimize kıyamadığımız anlarımız oldu. Belki yine olacak. Bilemiyorum ama bildiğim bir şey var ki o da evliliği sürdürmek için çok sevgi, gerçek saygı ve bitmez tükenmez bir çaba gerekiyor. Listede aşk yok, çünkü aşk eninde sonunda bitiyor. Evliliği sadece aşka endeksleyenlerin işi zor, sonu baştan belli maalesef.
Dalga dalga gelir hayat bazen. Üst üste çarpar, yerden yere vurur. Savaşmak faydasız olur. Ben bu kez savaşmak yerine akıntıya kapılmayı, dalgayla bir olmayı; nefesimi, enerjimi boşa harcamak yerine sonrası için saklamayı deniyorum. Nereye götürmek istiyorsa oraya götürsün, yerden yere vurup kıyıya bıraksın dalgalar beni. Bakarsın sörf yapmayı öğrenirim arada :D
Yıllardır kendi kendime sorup duruyorum: "Hayat bu mu? Bu kadar mı? Her şey bundan ibaret mi?". Cevabım hep aynıydı: "Hayır olamaz, olmamalı!". Ama son günlerde cevabı değiştirdim: "Evet, hayat bu, bu kadar! Daha ne olsun?"
Yeryüzündeki tüm insanlar doğuyor, yaşıyor, ölüyor. Başı aynı, sonu aynı. Yaşarken ne yaparsak yapalım hikayenin sonu değişmeyecek. O zaman elimdeki kısıtlı zamanı yani hayatı hayıflanarak ya da isyan ederek harcamak istemiyorum. Onun yerine dünyanın, hayatımın güzel yanlarına odaklanmayı seçiyorum.
Eşimle 2005'in son günü tanıştık ve 2006 yılının ilk sabahına sevgili olarak günaydın dedik. Tam 15 senedir birlikteyiz. Aynı kitapları, aynı dizileri, aynı filmleri, aynı oyunları seviyoruz. Birbirimizden çok başka filmleri, çok başka dizileri, çok başka kitapları, alakasız oyunları da seviyoruz. Birbirimize çok benziyoruz, birbirimize hiç benzemiyoruz. Birlikte eğleniyoruz, sohbet ediyoruz; ayrı ayrı da eğleniyoruz, arkadaşlarımızla sohbet ediyoruz, başka planlar yapıyoruz. Birbirimizi hep destekleyip ilham veriyoruz. İkimizde yazıyoruz, o buna ek olarak çizebiliyor da :)
Tekrar dünyaya gelsek ve evlenmek kaçınılmaz olsa yine Evrim'le evlenmek isterim çünkü onunlayken bile evlilik zorsa başka biriyle imkansız. Adam 15 yıldır beni, bana rağmen hiç vazgeçmeden seviyor! Ben de onu kısıtlı sevme becerime rağmen kendimden vazgeçecek kadar seviyorum.
Kızımız var, Arya :) 7,5 yıldır hayatımızda. İyi ki diyoruz, keşke diyoruz; çok seviyoruz, çok kızıyoruz; birlikte çok eğleniyoruz, saçımızı başımızı da yolluyoruz çok. Çok zorlanıyoruz, bazen de ne kadar kolay olduğuna şaşırıyoruz. Hep uçlardayız :))))
Yeşile ve maviye yakınız. Güneş olunca ister dağ tepe doğaya dalıyorum, ister evdekileri de önüme katıp sahile iniyorum. Bir elimi yeşile, ağaca, toprağa; bir elimi maviye, denize, göğe uzatıyorum.
Mesleğim var, 5.yılımı doldurdum ki benim için bu da başlı başına bir mucize :P Liseden başlayarak yaptığım ve sıkılınca çat diye bıraktığım işleri alt alta yazsam kariyer günlerinde tek başıma en az 10 kişilik meslek tanıtımı yaparım :))))
Ailemiz var, arkadaşlarımız, dostlarımız. Sağlıklıyız. Daha ne olsun? Hayat bu! Bu kadar! Yetinmeyi öğreniyorum. Dalgalara yenilmiyorum, tam ortasına dalıp en büyük dalgayla ayağa kalkıp dalganın sırtında süzülmeyi planlıyorum :)
Dipnot: Büyük konuşmak istemiyorum. Artık yıkamaz beni dalgalar demiyorum. Hatta tersine yerden yere vurulmayı göze alıyorum ama inat ettim öğreneceğim ben bu dalgalarla dans etmeyi, sörf yapmayı :)
Birkaç gün önce rastladığım şu blog yazısı günlerdir zihnimde dönüp duruyor. Düşünüyorum, benimsemeye çalışıyorum, bir yerlere oturtmaya çalışıyorum. Henüz tastamam benimseyemedim ama eminim bu yazıdan aldığım bir ders var.
Mevlana, “Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen bir HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl çömleği tutan dışındaki biçim değil içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.” demiş. Çömleği tutan değil de işe yaramasını sağlayan dış biçiminden çok içindeki boşluk. O boşluk sayesinde içine bi'şey koyup kullanıyoruz çömleği. İşte bu mantıkla insan da içindeki boşlukları kabul edip o boşluklara işe yarar şeyler koydukça insan oluyor sanırım.
Hiçlik kavramı manevi düzlemde Tanrı’nın yüceliği ve bilgeliği karşısında, O’na hayranlık ve saygı duyarak, kendi küçüklüğünün farkındalığını yaşama hali olarak açıklanıyor. Ancak benim hiçlikten anladığım biraz daha farklı. Daha doğrusu Allah/Tanrı/Yaratıcı kavramına bakışım biraz daha farklı. evet bir yaratıcı var da sonrası? Bilemiyorum. Bulmaya çalıştığım da söylenemez. Hiçlik kavramınu yaklaşımım tamamen hırslardan, olmayacak hayallerden, yapmak isteyip de yamayacaklarımdan vazgeçmekle ilişkilendiriyorum. Bazen Nasreddin Hoca'ya bazen de bir dervişe yakıştırılıp anlatılan şu hikayeyi duymuşsunuzdur belki de:
Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş:
“Hiç.”
Ve Hoca “Daha niye kabarıyorsun be adam. Ben şimdiden senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım: Hiçlik makamında!” demiş.
İşte ben de o hikayedeki gibi etiketlerden sıyrılıp hiç olmayı kabul etmeye meylediyorum. Başarabilir miyim? Tüm hırslarımdan, tutkularımdan, arzularımdan sıyırabilir miyim kendimi? Bilemiyorum. Her şeyden vazgeçtiğim anlamına gelmiyor bu hiçlik meylim tabi ki :) Sadece olmazlardan vazgeçiyorum. Kendime, sevdiğime, sevenime, evrene bir huzur vermeye meylediyorum. Bu meylim ne kadar sürer ya da beni nerelere sürer bilemiyorum.
Gelelim yazının ikinci kısmına. Birkaç sabahtır yoga yapıyorum. Çetin Çetintaş son yıllarda oldukça popüler olan bir yogi. Ben tüm sözlerinin samimiyetine %100 inanamıyorum ama bu onun değil benim eksikliğim belki de. Her seviyeye uygun yoga dersleri var Youtube kanalında. Ben aşağıda paylaştığım 2. videoyu 3 gündür yapıyorum, 15 güne tamamlayıp aynı serinin 2. videosuna geçeceğim. Aşağıdaki 3. videoya ise bugün başladım ve 21 gün devam edeceğim. Sonra başka bir elementin videosuna geçeceğim. Aşağıdaki 1. video ise uzun süredir düzenli spor ve yoga yapmamış olanlar için başlangıç dersi. Bir yerden başlamak isteyenler oradan başlayabilir. Çetin Çetintaş'a çok takılmadan derse odaklanalım :)
Yoga deyince aklınıza sadece bağdaş kurup eller dizlerde, gözler kapalı "Ommmm" demek geliyorsa çok büyük bir yanılgı içindesiniz çünkü bu yoganın sadece meditasyon kısmı :D Siz şu videolardaki hareketleri bir yapın, sonra tekrar konuşalım :)) Umarım ben de o arada sabırla yoga yapmaya devam eder ve dersleri tamamlamayı başarırım. Bakalım, beraberce göreceğiz :)
Bir önceki yazımda bahsetmiştim mutfak aşkıma geri döndüğümden. Epeydir uzak kalınca hamburger yapmak için düştüm netteki tariflerin peşine :)) Bir sürü tarife baktım ama ya malzemeler aklıma yatmadı ya oranlar gramla/mililitreyle yazılmıştı. Ben de Refika'nın tarifini baz alarak kafama göre bi'şey yaptım. Sonuç başarılı :D
Hamburger için malzemeler:
1 kg kıyma (Ben kasabımıza hamburgerlik olsun dedim)
1/2 şişe maden suyu
1 yumurta
1 - 1,5 çay bardağı galeta unu
2 silme tatlı kaşığı tuz
1 çay kaşığı kimyon (seven daha çok koyabilir)
1 çay kaşığı karabiber
1 yemek kaşığı hardal
1 yemek kaşığı pekmez
İsteyen soğan-sarımsak tozu da ekleyebilir.
Ballı Karamelize Soğan için malzemeler:
4-5 adet soğan
Zeytinyağ
1 yemek kaşığı bal
Hamburger için tüm malzemeleri karıştırıp biraz yoğurdum ve kocaman ama gerçekten kocaman hamburger köfteleri yaptım. Şöyle anlatayım 4 adet kocaman hamburger ve Arya için 5 adet orta boy köfte çıkardım 1 kg kıymadan.
Hamburgerleri fırında çevirerek pişirdim. Fırının teline de ekmekleri koyup hafif çıtır yaptım. Ekmekler hamburger ekmeği değil çünkü hazır hamburger ekmekleri hep bayat oluyor. Bu ekmekleri şans eseri A101'de görüp aldım. Tekli değil de tek kişilik yuvarlak ekmek sanırım. Hamburgerler pişerken bir yandan da soğanları yarım ay şeklinde doğrayıp tavada karamelize ettim. Soğanlar şeffaflaşıp renkleri dönmeye başlayınca bal ekleyip iyice karamelize olana dek kavurdum.
Her şey piştikten sonrası keyfinize kalmış, ekmeğinizin içine ister barbeque sos ekleyin, ister turşu, ister yeşillik :D Bu arada hamburger köftelerini fırından çıkarmadan önce üstlerine birer dilim de cheddar peyniri koyarsanız tadından yenmiyor benden söylemesi ;)
Karnımız birer hamburgerle fazlasıyla doydu ama kendimizi durduramayıp ikinci köfteleri de ekmeksiz olarak yedik 😅
Hiç olmadığım kadar anne, hiç olmadığım kadar aşçı, hiç olmadığım kadar sakin, hiç olmadığım kadar normalim.
Son bir hafta, 10 gündür bir dinginlik geldi bana. Güneşli havalarda hep iyi hissederim kendimi ama bu kez bir tık daha farklı. Geçtiğimiz hafta sonu hariç her gün Arya ile bazı günler de Evrim dahil maaile sahile inip ufak pikniklerle güneşin tadını çıkardık. Bazı akşamlar yürüyüşe/koşuya da çıktım. Hepsi o kadar iyi geldi ki anlatamam.
Güneşli havadan aldığım enerjiyle epey bir süredir uzak durduğum mutfak aşkıma geri döndüm diyebilirim. Bir zamanlar çok aktif yazdığım bir mutfak blogum olduğundan bahsetmiştim daha önce. Hopa'ya taşındıktan sonra mutfakla aramda soğuk rüzgarlar esmeye başladı desem yalan olmaz. Giderek uzaklaştım, zevk için değil sadece karın doyurmak için bir şeyler pişirir oldum. Hatta son yıllarda Arya'nın yiyeceği şeyler dışında bize özel pek bir şey yapmayıp koca bir haftayı salata ve çorbalarla geçirdiğimiz çok oldu. Ama son 5 gündür hepsinin acısını çıkardım.
Mutfakta vakit geçirmeyi, farklı tarifler denemeyi, güzel sofralar hazırlamayı ne kadar sevdiğimi ve bu uğraşı ailemle paylaşmaktan ne kadar zevk aldığımı hatırlamak güzel oldu. Son bir hafta içinde menü oldukça renkliydi. Ispanaklı mantarlı kiş, labne soslu ızgara somon, karamelize soğanlı ev yapımı hamburger, karamelize karışık sebze tabağı menüdekilerden birkaçı. Üşenmezsem tarifleri yemek bloguma eklerim :))
Yemek faslı bir yana bu hafta annelik konusunda da sınıf atladım bence. Arya'yı her gün sahile götürüp enerjisini atacak fırsat yarattım. 1-2 kez uçurtma uçurtmayı denedik ama rüzgar pek yardımcı olmadı. Akşamları origami yaptık birlikte. Bir de kız tavlası öğrettim Arya'ya. Kısacası bol bol oynadık, güldük, eğlendik ve neredeyse hiç kavga etmedik.
Sadece içinde olduğum anlara odaklanarak yani son yılların moda deyimi ile "anda kalarak" mutlu olmaya çalıştım ve gerçekten işe yaradığını gördüm. Ne yaptım, neden yaptım, öyle yapmasaydım, böyle olmasaydı ya da böyle değil öyle olsun, bu değil şu olsun diyerek hiçbir yere varılmıyor. Ne demişler yaşanacak tek bir gün var, o da bugün. O yüzden dünü ve yarını bırakıp içinde olduğum günün tadını çıkarmaya odaklanıyorum. Sürekli şikayet ettiğim şeylerin tam kucağına bırakıyorum kendimi. Bırakıyorum hayat sarıp sarmalasın çepeçevre beni!
Sonbaharın tadını dibine kadar çıkardım, sırada kış var :) Gelsin soğuk havalar! Kar, kış, kıyamet... Battaniyem ve sıcacık kahvem hazır, ya salıncakta Arya ile kucak kucağa ya da koltukta Evrim'le el ele bekliyorum :)
Blogdan bloga gezerken stupid little things blogunda şu kontrol listesine rastladım.
Türkçeleştirirsek şöyle bir liste çıkıyor:
İzolasyonda İyi Olmak İçin Günlük Yapılacaklar Listesi
Temel Görevler:
Duş
İlaçlar (varsa vitamin ya da düzenli kullanılan diğer ilaçlar)
__________
Bir Alanı / Bir şeyi Temizlemek:
Büyüyen / Canlı Bir Şeye Bakmak: Çocuk / Bitki
Yaşadığın Ana Odaklanmak / "An"da Kalmak:
- Bir ses ya da şarkı
- Duyusal bir his
- Gördüğünüz bir şey
- Manevi / ruhsal bir aktivite
Evin dışında biriyle iletişim kurmak:
Kalp atışınızı hızlandıracak bir şey:
Sonradan yaptığınıza memnun olacağınız bir şey:
Liste gayet mantıklı. Birkaç maddeyi birleştirip yapabiliriz ama hile sayılır mı emin olamadım. Hepsine tek tek bir şey bulup yaparsak daha çok vakit geçirmiş oluruz. Deneyelim :)
Sonbaharı dağ tepe gezerek ve her fırsatta yüzerek uğurluyorum. Önceki gün eski Kemalpaşa yolunda 10km yürüdüm, Efkar Tepesi'ne çıkıp döndüm, bugün (saat itibariyle dünde kalmış) yüzdüm.
İçimden geçeni o an yapamıyorsam yaşamıyormuşum hissi kaplıyor benliğimi. Hissettiğim mutsuzluğu kelimelerle anlatmak zor. Hani bazen göğsümüzde feci bir ağırlıkla uyanırız, üstümüze karabasan çullanmış da gece tek bir nefes alamamışız gibi. Uyanırız ama içimizi kaplayan o sıkıntıdan kurtulamayız. Göğsümüz sıkışır, içimiz sıkılır, sanki kötü bir şey olacakmış gibi hissederiz. İşte zaman zaman o his sarıyor ruhumu, zihnimi, tüm varlığımı...
Annemi kaybedince ölümün zamansızlığı bir anda tokat gibi çarpmıştı yüzüme. Sonra kanser çaldı birden kapıyı. İlk anda fark etmedim ama kanser gidince anladım ki yalnız gelmemiş, giderken de ardında bir garip hastalık bırakmış bana: "Yaşama açlığı". Ne yapsam yetmiyor, 1 dakikam boş geçse içimi bir sıkıntı kaplıyor. Doymuyorum yaşamaya, kendimi ordan oraya atmaya. Sürekli bir açlık hissi var içimde, "Şimdi ne yesem?" değil de "Şimdi ne yapsam?" diyor sürekli içimde bir ses. Durmak iyi gelmiyor, hareket ettikçe, yoruldukça "Oh yaşıyorum!" diyorum kendi kendime. Delirdim sanmayın, sadece "Yaşıyorum!" 🙂 Tabi anneannemin ve Evrim'in deyişiyle ben hep biraz deliymişim zaten 🙃
Her birimiz en az bir kez bizzat karşılaşmışızdır kadına yönelik duygusal ya da fiziksel şiddetle. Hiç olmadı desek yolda yanımızdan geçenlerin yargılayıcı bakışlarıyla karşı karşıya kalmışızdır defalarca.
Aile olmasa konu-komşu terörü vardır bizim ülkede. Çıkar "Sizin kızı bir oğlanlara görmüşler" der biri; neymiş, ne olmuş demeye kalmaz, her dışarı çıkışınız göze batar, "Aman kızım dikkat et, bizim sana güvenimiz tam ama işte şerefimize(?!) laf söz getirme." tembihleri başlar evde. Aynısı erkek için olsa kimse demez "Aman oğlum, kızlarla görünme, bizi konu-komşunun diline düşürme."
Aile evinden çıksak mahalle dilinden çıkamayız. Bekar kadınsın yanlış anlaşılır, evliysen daha da yanlış anlaşılır. Tüm ömrümüz yanlış anlaşılmamaya çalışarak geçer. Etek giysek, elbise giysek zaten amacımız" dikkat çekmek"miş sayılır. Son yıllarda "Tayt giymişti, sinirlendim, bıçakladım." diyenlere neredeyse "Adam haklı, kadın tayt gitmiş baksana" diyor mahkemeler, hakimler.
Düşününce bana en çok dokunan erkekler yetmezmiş gibi kadınların bir de kendi hemcinsleri tarafından yargılanması, duygusal şiddete maruz kalması sanırım. "Eee o da hak etmiş canım, adamı çıldırtmış.", "Sen de kır dizini evinde otur.", "Ayşe'yi Ali'yle görmüşler, Veli'yle görmüşler", "Bu saatte ne işin var dışarda?", "Aaa ben kocamın sözünden dışarı çıkmam". ve daha bir sürü erkek egemen toplum yanılsaması... Birbirimizi koruyup kollamamız, anlayıp anlatmamız gerekirken birbirimizi baltalamaya çalışıyoruz. Ne kadar acı!
Çocuk, genç kız, bekar ya da evli kadın... Hiç fark etmez! Giysilerimiz, kahkahalarımız, sokağa çıktığımız saat, konuştuğumuz kişiler... Hiçbiri erkekler için değil, hepsi kendimiz için! Hiçbiri başkasının dikkatini çekmek için değil, hepsi kendimizi iyi hissetmek için! Hiçbiri için açıklama yapmak zorunda değiliz. Sorun bizde değil gülüşümüzü, bakışımızı, giysimizi, iyiliğimizi yanlış anlayanlarda!
Kadına şiddete HAYIR!
*Bu yazıyı dün, 25 Kasım Kadına Şiddetle Mücadele Günü'nde yazacaktım ama çok yoğun bir gündü, bugüne kaldı.
Geçen haftaya yetişemedim. Bazen hayat yetmiyor bana, bazen ben yetişemiyorum hayata! Mr. Kaplan'a yazacağım bu hafta demiştim, geç de olsa sözümde durmak istiyorum. Bu haftanın konusu da ilginç, onu da yazmak istiyorum. Bakalım nasıl gidecek bu yazı...
65. haftanın konusunu Kırmızı Ruh önermiş. Konu internet arkadaşlıkları/dostlukları.
Mr. Kaplan'ın bloguna yorum yaparken düşüncelerimi yazmıştım ama bir de burada anlatayım. Benim ara ara uğrayıp okumayı çok sevdiğim bloglar var; bir de çok sevdiğim, bir şeyler yazsa da okusam diye dört gözle beklediğim blogger arkadaşlarım var. Bir de candan ötem Sadece C. var ki, o yazmasa da olur yeter ki iyi olsun! (Yazar burda içten içe hem iyi olsa hem de yazsa ne güzel olur diyor ama işte hayat!)
Çok severek okuduğum blogların başında Sadece C, Mr. Kaplan, Handan abla ve Momentos var. Hepsinin tarzı başka. Candan ötemin yazıp yazıp sildiği hikayeleri, inanılmaz komik şekilde anlatmayı başardığı günlük maceraları, duygu/durum analizleri, önerileri; Mr. Kaplan'ın kitap çevirileri, yazmak için seçtiği konular, verdiği son derece ilginç bilgiler; Handan ablanın fotoğrafları ve şarkı falları; Momentos'un birlikte olmak için yazılmış sözlerle müzikleri buluşturma yeteneği... Severek takip ettiğim tüm blogları buraya sığdıramayabilirim ama mutlaka yazılarını okuyup yorum bırakıyorum. Bir süre yazmasalar merak ediyorum. Kısacası blog arkadaşlarım benim için önemli.
Blogger dışında günlük hayatta tanımadığım kişilerle internet üzerinden arkadaş olmuyorum çünkü işin rengi çok çabuk değişebiliyor. Bu yüzden Instagram ve Facebook hesaplarım gizli hesap yani profilimi ve bilgilerimi sadece listemde ekli olan kişiler görebiliyor ve tanımadığım kişilerden gelen arkadaşlık isteklerini hiç kabul etmiyorum. Bu yüzden internet arkadaşlığı denilince aklıma tek gelen şey bloglar ve bloggerlar :)
...
Gelelim 66. haftanın konusuna: "Ev, arsa, koltuk, dolap vs. malın-mülkün sahibi miyiz yoksa kölesi mi?" Konuyu Adadeniz önermiş ve çok da güzel anlatmış mevzuyu.
Bence kesinlikle kölesi oluyoruz malın, mülkün, evin, arabanın, paranın... Yaşamak, hayatını idame ettirmek için çalışıyor güya ama iş öyle bir hale geliyor ki çalışmaktan, biriktirmekten, ev-araba almaya çalışırken kredi ödemekten yaşayamaz hale geliyor insan.
Bizim şu anda bir evimiz ve arabamız var. Biraz da birikmişimiz var yani tuzu kuru sayılabiliriz birçok kişiye göre. Ama yine de oturunca "Ev alın, iş kurun, yatırım yapın, paranızı harcamayın, kenara koyun, kenardakini arttırın" minvalinde sözler dönüyor ortamda. Neden? Niye? Ne için? Neyin garantisi var ki şu hayatta? İsteklerimizi yapmak yerine para biriktirerek ya da ikinci bir ev vesaire alarak ne kazanacağız? Evin duvarları ile ya da bankada yatan paranın sıfırları ile mi mutlu olacağız? Hayır. Ben olmuyorum öyle mutlu. Ben istediğimi istediğim anda yapınca mutlu oluyorum. Canımın çektiğini o anda yiyince, istediğim bir yere o anda gidince... Dağ tepe tırmanıp doğaya karışınca, koşunda, yüzünce, sahilde kamp sandalyelerimizi açıp kahvemizi içip müzik dinleyince... Her gün bıkmadan usanmadan gün batımlarını izleyince... Bunlarla mutlu olmak çok daha kolay!
Ev alıp gençlik yıllarını kredi ödemekle geçiren yaşlanınca da aldığı evden bir adım öteye gidemeyen insanlara dönüşmek istemiyorum. Zaten evimiz olduğu için böyle düşündüğüm söylenebilir. Evimiz olmasaydı da 1000 TL kira ödemek yerine (evet kiramız çok değil:) her ay 3000-5000 TL kredi ödemeyi göze alamazdım sanırım çünkü onu öderken nefes bile alamazsın. Ben nefes almak istiyorum!
Evle arabayla da bitmiyor. Ev alınca içinin eşyası var bir de! Bir yatak, bir koltukla bitmiyor. Salon takımı, yemek masası, konsol, tv ünitesi... Dolaplar, süsler, halılar... Yok hiçbiri mutlu etmiyor insanı. Kabul, ilk alındıklarında bir heyecan, bir heves ama sonra sıradan günlük hayatın içinde üzerinde pek de düşünülmeyen parçalar haline geliyor her şey eninde sonunda. Gün sonunda bizi mutlu eden şeylerse deneyimlerimiz, hislerimiz, paylaştıklarımız. İşte bu yüzden mal-mülk, eşya sahibi olalım derken tüm bunların kölesi olmayalım. Yaşamın ne demek olduğunu ve bizi alında nelerin mutlu ettiğini bulalım ve enerjimizi onlara ulaşmak için harcayalım.
Minimalist yaşama geçmek isteyip nereden başlayacağını bilmeyenler için bir Instagram sayfası bırakayım şuracığa: Turkishminimalizm
*You're a nobody till somebody loves you
You're nobody till somebody cares
You may be king, you may possess the world and its gold
But gold won't bring you happiness when you're growin' old
Biri seni sevene dek hiç kimsesin
Biri seni umursayana dek hiç kimse
Kral olabilirsin, dünyaya ve tüm altınına sahip olabilirsin
Ama altın yaşlandığında sana mutluluk getirmeyecek
*Şarkıya ufak bir dipnot düşmek istiyorum. "İllaki biri seni sevsin, sevmezse hiç kimsesin" fikrine katılmıyorum tabi ki ama mutluluğun parayla pulla, malla mülkle olmadığı da aşikar. Yani biri seni sevsin değil de sen birini, bir şeyleri sev ve ömrünü sevdiğin şeylerle, sevdiğin kişiyle geçir; paranın kölesi değil, mutluluğun avcısı ol :)
Defne pizza hamurunu hazırlarken Mert de boş durmamış önceden kendi eliyle hazırladığı sucukları dilimlemeye başlamıştı. Defne pizzasına bol mısır koymayı, Mert ise mısırsız pizzayı seviyordu ama neyse ki geri kalan her şeyin aksine bu durum birlikte pizza yapıp yemelerine engel değildi. Fırın ısınırken Defne'nin açtığı pizza hamurlarına Mert sos sürüp sucukları dizdi, Defne kendi pizzasına bol bol mısır koydu. En üste rendelenmiş kaşarı da serpip pizzaları fırına yollayınca hızlıca masayı hazırladılar. Biri beyaz diğeri kırmız şarap seviyordu ama bugün ortada buluşmuş, 2 şişe rose şarap almışlardı.
O kadar farklılardı ki birbirlerinden... Nasıl olmuştu da arkadaş olmuşlardı, ne zaman, nasıl başlamıştı, ilk adımı kim atmıştı? Hatırlamıyorlardı. 1 yılı geçmişti arkadaşlıkları. Defne, her an Mert'in ona gıcık olacağını ve arkadaşlıklarının biteceğini düşünüyordu. Hatta birkaç kez gıcık da olmuştu gerçekten Mert Defne'ye. Ama diğer insanlara karşı olan "Bir kez gıcık oldum mu bitiyor her şey. Ne yapsa nafile..." tavrı Defne'ye gelince işlemiyordu. Mert 1-2 günlük sessizlikten sonra Defne'nin soru soran bakışlarına yakalanıyor; niye gıcık olduğunu anlatıp rahatlayınca da Defne'ye gıcık olmaya devam etmiyordu nedense. Defne, Mert'e şaşırdığı kadar kendine de şaşırıyordu. Durup düşününce Mert'le arkadaş olmalarının hiçbir mantıklı yanı yoktu ama arkadaştılar işte.
Pizzalar fırında pişerken Mert'in telefonu çaldı. Gitmesi gerekiyordu. İşte buna ikisi de hiç şaşırmamıştı. Hayat böyleydi, ağız tadıyla bir pizza bile yedirtmiyordu bazen. Defne bir an düşündü, belki de sırf bu yüzden arkadaş olmuşlardı. Hayata meydan okumak için! Hayat izin vermese de onlar her defasında denemeye devam ediyor, pizzayı yiyemeyecekleri ihtimalinin yüksekliğine inat ya yiyebilirsek diye elleriyle sucuk hazırlıyor, hamur mayalayıp bir mısırlı, bir mısırsız pizza yapıyorlardı. Bazen biri sevmese de diğeriyle çay içiyor, bazen de iki arada bir derede orta şekerli bir Türk kahvesi sayesinde kesişiyordu yolları.
Mert hemen gitmesi gerektiğini bildiği halde mutfaktan çıkmak, fırından uzaklaşmak, günlerdir hayaliyle yaşadıkları pizzaları öylece bırakıp gitmek istemiyordu. Defne Mert'i gıcık etme fırsatını hiç kaçırmazdı:
"Korkma boşa gitmez, üstüne mısır ekleyip senin pizzanı da yerim ben." dedi tüm muzipliği ile.
"Asıl ondan korkuyorum ya! Canım sucukları mısırla boğdun, yarısını ziyan ettin. Bari diğer yarısı ziyan olmasaydı sucukların."
"Hadi be ordan! Mısırsız pizza mı olur hiç!"
"Of keşke sana uyup pizza yapmak yerine sucuklu yumurta yapıp yeseydik şu sucukları. Şimdiye çoktan indirmiştik mideye."
"Ya değil mi? Hep iki arada bir derede, hep ayak üstü!
"Hala pizzadan mı bahsediyoruz?"
"Hayır! Artık hayattan bahsediyoruz!"
"Ne yapabilirim? Hayat işte!"
"Gitmeyebilirsin."
"Gitmesem sen kalabilir misin? Yoksa az sonra da senin telefonun mu çalar?
Defne cevap vermeye fırsat bulamadan fırının alarmı çalmaya başladı. Defne konuşmaktan vazgeçip fırına yöneldi. Pizzaları fırından çıkarıp tezgahtaki tahtaların üzerine koydu. Hiç acele etmeden dilimleyip tabağına aldı. Sonra şarabı açıp kadehini doldurdu. Tüm bunları yaparken kırmızı kazağının yakası kaydı ve pürüzsüz, yazdan kalma bronz tenini açıkta bırakarak sol omzundan aşağı düştü. Mert'in telefonu bir kez daha çaldı.
*Hikayem için istediğim görseli nette bulamayınca Evrim'den çizmesini istedim.
Öykü bitmeden resim bitti.
...
Bu noktadan sonra 2 farklı son yazdım. Siz istediğiniz sonu seçebilirsiniz :)
...
Alternatif 1:
Mert derin bir nefes alıp telefonunu açtı: "Çok trafik var, gelemiyorum. Beni beklemeyin." dedi ve sonra da telefonunu sessize alıp masaya bıraktı. Defne olduğu yerden milim kıpırdamadan dolaptan bir tabak daha çıkardı; mısırsız pizzadan bir dilim kesti; bir kadeh şarap daha doldurdu. Mert, Defne'ye usulca yaklaşıp beline sarıldı ve az önce açılan pürüzsüz omzuna bir öpücük kondurdu. İkisi de hayatın bu meydan okumaya nasıl bir karşılık vereceğini merak ediyordu ama şimdi pizza zamanıydı.
....
Alternatif 2:
Mert küfrederek telefonunu açtı ve "Geliyorum, trafiğe takıldım. Biraz daha bekleyin." diyerek hızlıca evden çıkıp gitti. Mert'in gitmesinden 25 dakika sonra Defne'nin telefonu çaldı. Mert'le birlikte çalıştıkları hastaneden arıyorlardı. Mert'in kaza geçirdiğini, acilen ameliyata alındığını ve ameliyathanede Defne'ye ihtiyaç olduğunu söylüyordu telefondaki ses. Defne oturduğu yerden kalkarken önünde duran boş şarap şişelerine takılıp yere düştü. Gözleri kapanırken hissettiği son şey başından akan sıcaklık oldu.
Bugün Orhan Veli'nin ölümünün 70. yıldönümü. Lisede edebiyat öğretmenimiz sayesinde Orhan Veli ile tanışmış, çok sevmiş hatta onun adına bir şiir gecesi düzenlemiştik sınıfça. Nasıl heyecanlıydık hepimiz! Hepimiz tüm şiirlerini ezberlemiştik neredeyse. Arkadaşlarımın okuyacağı şiirleri de kendi şiirim kadar iyi biliyordum son provamızı yaparken. O kadar çok sevdiğim şiiri var ki Orhan Veli'nin...
Kuyruklu Şiir
Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;
Benimki aslan ağzında;
Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik.
Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani,
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.
...
...
Güzel Havalar
Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.
...
Bugün şarkıların sözleri de Orhan Veli Kanık'tan...
HÜRRİYETE DOĞRU
Gün doğmadan,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola.
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında,
İçinde bir iş görmenin saadeti,
Gideceksin
Gideceksin ırıpların çalkantısında.
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı;
Sevineceksin.
Ağları silkeledikce
Deniz gelecek eline pul pul;
Ruhları sustuğu vakit martıların,
Kayalıklardaki mezarlarında,
Birden
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda.
Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin;
Bayramlar seyranlar mı dersin,
Şenlikler cümbüşler mi?
Gelin alayları, teller, duvaklar,
Donanmalar mı?
Heeey
Ne duruyorsun be, at kendini denize:
Geride bekleyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, Her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere...
...
En sevilen Orhan Veli şiirleri için şuraya göz atabilirsiniz :) Yukarıdaki şiirli görsel de aynı siteden alınmıştır.
Hayat ve Rıfat vapur seferi boyunca geçmişten, okul yıllarından, acı tatlı anılarından bahsettiler. Zaman nasıl geçti ikisi de anlamadı. Hayat'ın gülen gözleri Rıfat'ın içini ısıtmış, Rıfat'ın koşulsuz sevgisi ve arkadaşlığı Hayat'a çok iyi gelmişti. Vapurdan indiklerinde Rıfat, Hayat'a iş yerine kadar eşlik etti ve ayrılmadan önce öğle yemeği için söz almayı da ihmal etmedi. Hayat iş yerine girer girmez her şeyi dışarıda bırakıp işlerine odaklandı. Uzun zamandır bitiremediği işlerini toparladı, ajandasını kontrol edip her şeyi yeniden planladı. Kafasını kaldırıp sessizce onu izleyen Rıfat'la göz göze gelmeseydi öğle olduğunu asla fark edemezdi. Rıfat'ın gelişine rağmen öğle olduğuna inanamayan zihnine yenik düşüp bir kolundaki, bir duvardaki saate bakıp durdu. Rıfat, Hayat'ın bu haline tüm içtenliğiyle güldü.
Hayat'ın iş yerine çok uzak olmayan bir restorana gittiler. Siparişlerinin gelmesini beklerken Rıfat, Hayat'ın işiyle ilgili sorular sormaya başlamış, cevapları kafasında bir yere not ediyormuşçasına dikkatle dinliyordu. Sonunda:
- Hayat, hiç yurt dışında çalışmayı düşündün mü? Benim çok yakın arkadaşlarım 5 yıl önce bir yayınevi açtılar ve senin gibi tecrübeli bir redaktöre çok ihtiyaçları var. Hatta şu anda baş editörlerinden biri emekli olmak istediği için yeni bir editör arayışındalar.
Hayat, ne diyeceğini bilemiyordu. O ana dek yurt dışında çalışmayı hiç düşünmemişti. Rıfat, Hayat'ın kararsızlığını yanlış anlayarak,
-Yanlış anlama lütfen' Durumun sana karşı olan hislerimle bir alakası yok. Yani seni benimle gelmen için ikna etmeye çalışmak için söylemiyorum tüm bunları. Senin işine ne kadar tutkuyla bağlı olduğunu bildiğim için söylüyorum. Ben arkadaşlarıma senden bahsetmiştim. Eğer düşünürsen en kısa sürede görüşmenizi sağlayabilirim.
- Daha önce yurt dışında çalışmayı hiç düşünmedim Rıfat. Bu benim için yeni bir fikir.
- Aslında ilk aşamada uzaktan da çalışabilirsin. Hemen bir karar vermen için seni zorlamak istemem ama en azından arkadaşlarımla görüşmen konusunda ısrarcı olabilirim sanırım.
- Tamam ama lütfen bu konu şimdilik aramızda kalsın, ortada henüz hiçbir şey yokken annemlerin haberinin olmasını istemiyorum Rıfat. Bu konuda anlaştığımızı varsayabilirim değil mi? Onları kandırıp beni ikna etmek için ittifak kurma planları yapmış olduğunu tahmin edebiliyorum.
- Keşke beni bu kadar iyi tanımasaydın, Hayat!
Rıfat ve Hayat'ın neşeli sohbetleri yemek boyunca sürdü. Hayat uzun zamandır kendini hiç bu kadar iyi hissetmemişti. Rıfat, bu kez Hayat'la bir şansı olabileceğine giderek daha çok inanıyordu. İş çıkışı yine buluşup birlikte bindiler vapura. İskeleye yaklaştıkça göğsünde bir ağırlık hissetmeye başlamıştı Hayat. Rıfat ondaki bu değişimi fark etmiş ama ne olduğunu anlayamamıştı. Hayat'ın gözleri istemsizce Kaptan Köşkü'ne doğru kaydı. İçeriyi göremese de Hayati Kaptan'ın orda olduğunu biliyordu.
Hayati Kaptan için gün geçmek bilmemişti. Rıfat ve Hayat'ın vapurdan inip beraber uzaklaşmalarını izlemiş, o andan sonraki her saniyeyi saymış; yıllar gibi uzun gelen saatlerin geçip gitmesini ve bir an önce akşam olmasını beklemişti. Hayat'ı tekrar görünce azalacağını düşündüğü kalp ağrısı, Rıfat'ı yine Hayat'ın yanında görünce ikiye, üçe, yüze, bine... katlandı.
Hafta sonları kendini dağa, tepeye, olmadı denize, göle, dereye vurmaya başlayalı neredeyse 10 yıl oluyordu. Bu kez rotası Öküz Yaylası'ydı. Gazel, bu yaylanın adını şans eseri duymuş ve peşine düşmüştü. Yaylanın koordinatlarını bulmak yıllar sürmüştü ama sonunda çabalarının karşılılığını alacaktı.
Dünyanın tüm göğse oturan öküzleri Öküz Yaylası'nda besleniyor, dinleniyor, bir sonraki hedeflerinin göğsüne oturmak için bu yayladan yola çıkıyorlardı. Gazel'in amacı belliydi: Göğse oturan öküzlerden sonsuza dek kurtulmak. Bunun hiç kolay olmadığını biliyordu tabi ki. Ama Gazel başaracaktı. Başarmaktan başka çaresi yoktu. Üstündeki tüm öküzlerle birlikte Öküz Yaylası'nı yok edecek ve göğsündeki öküzden sonsuza dek kurtulacaktı. Başaramasa bile göğsündeki bu öküzle yaşamaktansa ondan kurtulmaya çalışırken yok olmayı göze alıyordu.
Yaylaya varacağı zamanı çok iyi ayarlamak zorundaydı. Zamanlamada yapacağı ufacık bir hata tüm planını suya düşürebilirdi. Her şeyi düşünüp ince ince planladı. Öküzlerin belirli aralıklarla yaylaya uğramak zorunda olduklarını çözmüştü. Kendi öküzü bir süredir yaylaya gitmemişti ama Gazel hissediyordu gidiş zamanı yakındı.
Göğsündeki ağırlık bir anda hafifleyince doğru vaktin geldiğini anladı Gazel. Tüm hazırlıkları tamamdı. Yaylaya varması çok sürmedi. İşte tam karşısındaydı Öküz Yaylası ve göğse oturan öküzler! Yaylanın bu kadar güzel olacağı aklına gelmemişti. Manzaraya bakarken nefesi kesildi. Bir an tereddüt ettiyse de göğsündeki ağırlıkla nefes almanın ne kadar zor olduğunu hatırlayınca yaylanın güzelliği nefessizliğin yanında sönükleşti giderek.
Gazel yıllardır içinde biriktirdiği tüm acıyı, sızıyı, "keşke"leri, "belki"leri, hayalleri, hayal kırıklarını elindeki patlayıcı fünyelere bağlayıp yaylanın dört bir yanına yerleştirdi. Her şey yolunda gidiyordu. Güvenli bir uzaklığa çekilene dek bekleyecek sonra da uzaktan patlatacaktı Öküz Yaylası'nı.
Gazel yayladan uzaklaştıkça hafiflediği, sanki ayaklarının yerden kesilir gibi olduğunu hissetmeye başladı. Çok garipti. "Belki de göğse oturan öküzlerden temelli kurtulma fikri yüzünden hafifledim de ondan böyle hissediyorum." diye düşündü. Yeterince uzaklaştığına kanaat getirince patlayıcıları ateşledi. Göğse oturan tüm öküzler boş birer balon gibi patlayıp havaya, toza, buluta karıştılar.
Patlamayı izleyen Gazel'in ayakları o daha ne olduğunu anlayamadan yerden kesildi ve kendini havada salınırken buldu. O kadar hafiflemişti ki bunun göğsündeki ferahlamadan kaynaklı geçici bir durum olduğunu düşündü. Oysa yanılıyordu. Öküz yaylasındaki öküzler toza dumana, havaya buluta karışınca dünyanın ve insanın kütle çekim merkezi değişmiş, ayakları yere basan kimse kalmamıştı yer yüzünde.
Öküz Yaylası'ndaki patlamayı takip eden günlerde tüm dünya ne olduğunu anlamaya çalışırken Gazel ömrünün en mutlu günlerini yaşamaya başlamıştı. Bir daha asla bir öküzün gelip göğsüne oturamayacağını bilmek paha biçilemezdi. Üstüne üstlük yıllardır imrenerek izlediği kuşlar gibi uçabiliyor; gökyüzünü, bulutları, güneşi, yağmuru iliklerine kadar hissedebiliyordu. Gazel halinden memnundu ama yeryüzündeki herkes onun gibi hissetmiyordu.
Göğüslerine oturan öküzler tarihe karışınca ayakları yerden kesilenlerden bazıları ne yapacağını bilemez olmuştu. Bir süre sonra ayakları yeniden yere bassın diye kocaman kocaman taşlar alıp bağladılar göğüslerine. Çünkü alışmıştı insanlık yüzyıllardır göğsünde bir öküzle birlikte yaşamaya. Şimdi göğüslerinden kalkan öküzün boşluğunu dolduracak bir şey gerekiyordu. Ama Gazel ve Gazel gibi binlercesi bir daha kimsenin ve hiçbir şeyin göğüslerine öylece oturmasına izin vermeyeceklerine ant içmişlerdi.
Zaman aktı; insanlar bağrına taş basanlar ve özgürce uçanlar olarak ikiye ayrıldı. Göğsüne taş basanların bir kısmı bir süre sonra taşları bırakıp uçmaya alıştı ama bazıları göğüslerindeki öküzlerle yaşamaya o kadar alışmıştı ki yokluklarına ancak yerlerine koydukları taşlarla avunmaya çalışarak dayanabildiler. Her şeye rağmen Öküz Yayalası'nın ve insana özgürce nefes alma fırsatı veren cesur kadın Gazel'in öyküsü nesilden nesile anlatıldı; Gazel yüzlerce yıl boyunca uçan, uçmayan herkese ilham olmaya devam etti.
...
Şu öküzleri göğsümüzden, sırtımızdan, zihnimizden atabilirsek; gerekirse bir süreliğine, alışana dek bağrımıza taş basıp devam edebilirsek yolumuza; doya doya nefes almayı, özgürce yaşamayı hatta kuşlar gibi uçmayı bile başarabiliriz belki bir gün.
Öykümü bitirirken Sevgili Ceren'in şu sözlerini tarihe not düşmek istiyorum:
Ceren tam 12'den vurmuş yine. Bazen tek yapmamız gereken düşünmeyi bırakıp yaşamak ama yapamıyoruz ki... Düşüncelerimizin, düşlerimizin esiri oluyor, deştikçe düşüyoruz derinlere. Tüm evlerde tüm odalarda bizden bir parça var. Parça parçayız ama en büyük parçamız neredeyse oraya çekiliyoruz. Dağıldığımız tüm o odalardan toplanıp tek bir eve, tek bir odaya dönmek zor. Mecburen bırakacağız böyle dağınık kalacak her şey. Belki zamanla su akacak, biz yolumuzu bulacağız. Alışacağız belki de bölünüp çoğalmaya, toplanıp dağılmaya.
*Fotoğraf Facebook sayfasından alıntıdır. Tam nette hikaye için görsel ararken canım Ceren şu yukarıdaki görseli yolladı. Ismarlama olsa ancak bu kadar güzel olurdu sanırım.