Sevgili Momentos, her pazar takipçilerini birbirinden güzel müziklerle buluşturuyor. Bu haftaki seçimi de yine muhteşem 🧡
Ben salıncağıma gömüldüm, keyfini çıkarıyorum. Hadi siz de tıklayıp dinleyiniz :)
Sevgili Momentos, her pazar takipçilerini birbirinden güzel müziklerle buluşturuyor. Bu haftaki seçimi de yine muhteşem 🧡
Ben salıncağıma gömüldüm, keyfini çıkarıyorum. Hadi siz de tıklayıp dinleyiniz :)
İnsanı en çok en yakınları kırar döker.
Bunu biliyordum zaten de bu hafta boyunca üst üste uygulamalı olarak tazeleme eğitimi aldım. Bazı eğitimler böyledir. Süresi bitince tazeleme eğitimi verilir. İlk yardım eğitimi de öyledir mesela.
Geçen Ağaç Ev sohbetlerinde yazmıştım her ilişkide bir çok seven, bir de daha az seven vardır. Çok sevip kırmayayım diye uğraştığınız bazen tepenize çıkar hiç acımadan kırar kolunuzu kanadınızı.
Detaya gerek yok! Olur böyle şeyler.
Şaşırdım mı peki? Hayır tabi ki :) Herkes en çok kendini sever ne kadar inkar etse de. Başkası için fedakarlık yaptığımızı iddia ettiğimiz - ya da öyle olduğuna inandığımız - anlarda bile aslında kendimiz için yaparız bazı şeyleri. O fedakarlıklar yapılmasa muhtemel bize bir geri dönüşü olacaktır ve biz o geri dönüşten kaçınmak için fedakârlık yapmayı seçeriz. Ama işte bazen ne yapsak olmaz. Takılmamak lazım :)
"İyi ki "takılmamışsın"! Üşenmeyip buraya yazıyorsun, daha ne kadar takılacaksın ki zaten?" dediğinizi duyar gibiyim. Ben hiçbir şeyi içimde biriktirmem, içimden/aklımdan geçiyorsa mutlaka dilimden ya da elimden dökülmeli ki bünyemden çıkıp gitsin, izi kalmasın :) Şimdi yazdım, suya attım, bitti gitti :) Kin tutmamak için içimizde biriktirmemek gerek :)
*Başlık, Instagram'da takip ettiğim ünlü şair Özdemir Asaf'ın ismini kullanan "ozdemir.asaf" isimli hesabın eski bir paylaşımından alıntıdır.
Bugün bir arkadaşımla konuşurken şöyle bir cümle kurdu:
"Dozunda olunca güzel her şey."
O andan beri rahatsızlık hissediyorum içimde. "Dozunda" ne demek? Uygun doza kim karar verecek? Kime göre, neye göre dozunda? Senin için uygun doz ile benim için uygun doz aynı mı? Aynı olmak zorunda mı?
Toplumsal normlara ve toplumsal ahlâka karşı olmamın başlıca sebebi bu keyfi sınırlamalar işte. Kim karar veriyor bu iyi, şu kötü? Bunun dozajı böyle, onun dozajı şöyle; bu çizgiye kadar ok, bu çizgiyi geçersen tu kaka!?
Hiçbir hareketimin, hiç bir fikrimin sınırını benim dışımda biri çizemez. Toplumun uygun gördüğü dozaj nedir diye düşünerek hareket edemem. Bana uyan sana uymuyorsa aynı yolda yürümek zorunda değiliz. Topluma uymuyorsa bi' zahmet kafasını diğer yöne çeviriversin "toplum"!
Uzun zamandır ilk kez kızgınlık hissediyorum içimde. Şimdilik buraya yazmakla yetineyim ama yarın bu konuyu tekrar konuşacağım arkadaşımla.
Son Durum:
Bugün konuştum arkadaşımla biraz yanlış anlaşıldığını söylemekle beraber oturup konuyu konuşunca kullandığı ifadenin yanlış anlaşılmaya çok müsait olduğunu anladığını söyledi :) Aslında her zaman sadece keyif aldığımız, canımızın istediği şeyleri yapamayacağımızı, öyle yapmak için şartları zorlamak yerine mümkün oldukça yapmanın da güzel olduğunu söylemek istediğini anlattı. O biraz eksik anlatmış, ben biraz fazla anlamışım. Konuşup çözdük :)
Bazı hisleri tarif etmek çok zor belki de imkansız.
Okuldan çok yorgun ve üşümüş olarak geldim. Yorganın altına kıvrılıp uyudum ve o kadar güzel bir rüya gördüm ki... Bıraktığı his; böyle sıcak bir yaz gününde esen serin bir rüzgar gibi, duştan çıkıp tertemiz bembeyaz çarşafın üstüne uzanıp uyumak gibi, sevgiliyle ilk kez birlikte uyuyup uyanmak gibi, el ele muhteşem bir günbatımına yürümek gibi, çok uzun zamandır hayali kurulan bir şeye kavuşmak gibi... Ne desem az gelir! Belki de gözleri kapatıp şu an sizi mutlu edecek bir şeyi düşününce hissedilecek bir his gibiydi işte!
Bazı rüyalar çok güzel!
Summer Breeze by Seals&Crofts
Dün yine güneş dolu bir gündü :)
Sabah Arya okula gittikten sonra Evrim'le doğa yürüyüşüne çıktık ve kahvaltımızı arkamızda görünen mini şelalenin dibinde yaptık :)
Bu hafta Ağaç Ev Sohbetleri'nin konusu benden:
İkili ilişkilerde genel olarak daha çok seven misin, sevilen mi? Hangisiyken daha mutlusun?
Bu sorunun tek bir cevabı yok tabi ki :D Kişinin cevabı her bir ilişki için farklı olabilir. Örneğin kişi, A ile arkadaşlığında hep alttan alan, A'yı memnun eden - yani daha çok seven - kişi olurken; C ile arkadaşlığında ise asla taviz vermeyen, hep şımartılan, her istediği yapılan - yani daha çok sevilen - olabilir. Bir çocuk sevgisinden emin olduğu annesine her türlü kaprisi yaparken, ilgisini çekmeye çalıştığı babasına pervane olabilir. Tam tersi de mümkün tabi.
Mr. Kaplan, iki kişinin aynı anda karşılıklı olarak aşık olmasının mümkün olmadığını söylüyor. Sanırım haklı. Her ilişkide bir çok seven var, bir de çok sevilip daha az karşılık veren. Daha önceki yazılarımda bahsetmiştim; Evrim'le biz bu rolleri dönüşümlü olarak paylaşıyoruz :)) İlk başta ben gözü kör aşıktım; her seferinde geç geldiği hâlde vazgeçmeden saatlerce gelmesini beklerdim. Şimdilerde ise Evrim beni mutlu etmek için alttan alan, istemese de birçok şeye ok diyen kişi oluyor genelde. Arya ile ilişkimizde de bu rolleri değişme hâli geçerli. Ne kadar verirsem, o kadar tepeme çıkıyor; ne kadar mesafe koyarsam, o kadar üstüme düşüyor.
Kim daha çok seviyorsa kendini alttan alırken hatta kendinden ödün verirken buluyor bir şekilde. Çok sevilen zamanla şımarıyor galiba. Kendi ilişkilerimize ve çevremize baktıkça bir sürü örnek göreceğimize eminim.
Peki hangisiyken daha mutlu oluyorum? Ben sanırım zoru seviyorum. Kaçanı kovalamayı, yüz vermeyenin yüzünü görmeye çalışmayı, "Burdayım. Beni görmelisin!" demeyi seviyorum galiba :)) Evrim ikide birde - mesela en paspal ev halimle mutfakta yemek yaparken - beni çok beğendiğini söyleyince gıcık oluyorum. O zaman ortada bir "challenge" kalmıyor. Tırmalayacağım, kovalayıp elde edeceğim bir şey olmuyor. Bunu Evrim'e anlatmakta zorlanıyorum. "Daha ne istiyorsun? Seni her halinle seviyorum işte!" diyor.
Kadınlar zoru seviyor. Her halimle sevilmek istiyorum tabi ki ama çantada keklik olmak ya da sevdiğim adamın benim için çantada keklik olmasını istemiyorum. Nerde kaldı bu işin heyecanı? Beni her halimle seven Evrim, benden de aynı performansı bekliyor. Oysa ben birbirimiz için hazırlanmayı, birbirimizi şaşırtmayı, her gün - tamam en azından arada bir :) - birbirimizi yeniden tavlamak için çabalamamızı istiyorum. Yani öyle her daim açık açık çok sevilen olmanın uzun vadede pek bir heyecanı yok gibi bence :D
Arkadaşlarımla olan ilişkilerime bakacak olursak; bazı arkadaşlarım ne istese yaparım ama bazılarıyla sadece ortak zevk aldığımız şeyleri yapmayı seviyorum. Bazıları için kendi hazır planımı anında bozarım, bazıları için bir dahaki sefere birlikte plan yapmayı teklif ederim. Yani bazılarında çok sevenim, bazılarında çok sevilen :))
Maalesef çok sevilenken bir miktar acımasız olabiliyor galiba insan ara ara. Çok sevensen de maruz kaldığın o acımasızlıkları yutup sevmeye devam ediyorsun. En azından bende durumlar böyle :D
Eee sizde nasıl?
Dipnot: Aslında bu soruyu sorarken dönüp içimize bakmayı, hangi ilişkimizde çok sevilen, hangisinde çok seven olduğumuzu fark etmeyi ve bizi çok sevene bizim çok sevdiğimizden beklediğimiz gibi davranmayı amaçlıyorum biraz :)
Havayı 26 derece görünce Arya ile kendimizi sahile attık :D Biraz güneşlendik, biraz kitap okuduk, biraz da yüzdük.
Yakınımızda bol çocuklu kalabalık bir grup vardı ve tabi ki Arya hemen araya kaynadı :) Ben de kitabım ve dalgaların sesiyle başbaşa kaldım. Bol bol güneşlenip D vitamini stoklarımı güncelledim :D Akşam olup hava serinleyene dek sahilin ve güneşin tadını çıkardık doya doya :)
Kısacası bugün suyun aşırı soğuk olmasını saymazsak her şey çok güzeldi :) Bir daha ki güneşli günü iple çekmeye başladık bile :D
Bugün (saat itibari ile dün olmuş ama çaktırmayın:)) okulca pandemi yüzünden 2 yıldır ara vermek zorunda kaldığımız Geleneksel Bahar Şenliği'mizin 4.sünü gerçekleştirdik. O kadar muhteşem bir gündü ki nasıl anlatsam bilemiyorum.
Şenlik programımızda halat çekme, çuval yarışı, yoğurdun içinde fasulye bulma, un dolu bardaktan üfleyerek pinpon topu çıkarma, sandalye kapmaca gibi geleneksel çocuk oyunları vardı. Öğrenciler için 13, öğretmenler için 3 olmak üzere toplamda 16 yarışma vardı. Öğrenciler arasında yapılan yarışmalarda 5 ve 6. sınıflar kendi aralarında, 7 ve 8. sınıflar kendi aralarında yarıştı. Yarışmalar kıyasıya mücadele içinde geçti :D Okulun çevresindeki cafe ve restoranlardan kazanan öğrencilere verilmek üzere yemek fişleri almıştık ve oyunların sonunda birincilere verdik. Öğrencilerin yarışmaları bitince tüm öğretmenlerle 2 tur sandalye kapmaca ve 1 tur da halat çekme oynadık. Halat oyununa Evrim de dahil oldu ve benim tüm itirazlarıma rağmen doğal olarak onun katıldığı karşı taraf kazandı yarışmayı :))
Yarışmalardan sonra bahçeye kurulan döner standı sayesinde kurt gibi acıkan karnımızı şahane şekilde doyurduk :D Üstüne de gönüllü öğretmen ve veliler tarafından hazırlanan çeşit çeşit magnolya tatlılarını ikram olarak dağıttık çocuklara. Karnımız doyunca sıra ruhumuza geldi tabi ki :D Müzik, dans, karaoke ve öğrencilerin gösterileri derken 9'da başladığımız şenliği 3,5 gibi bitirdik. Bir ara müzik öğretmenimiz Melike, Arya ve ben mikrofonları ele geçirip sahneyi işgal etmiş olabiliriz :)))
Çok yorucu ama müthiş bir gündü. Her şeyi tamamen kendi imkanlarımızla hallettik. Gerekli malzemeleri kendi aramızda para toplayarak aldık, yemek fişlerini esnafları tek tek gezerek ve şenliğimizi anlatıp çorbada tuzlarının bulunmasını rica ederek elde ettik. Döner standı için öğretmen evinin aşçısı Remzi Usta ile anlaştık; okul aile birliği üyeleri ve okulumuzun hizmetli personeli servis esnasında Remzi ustaya destek verdiler. Müzik sistemi ile tüm gün Mehmet Zeki öğretmenimiz ilgilendi. Yarışmaların malzemelerini önceden tek tek hazırlayıp paketlemiştik. Her yarışmanın görevli öğretmeni malzemeleri alana taşıyıp gerekli hazırlıkları yaptı. Yarışmadan sonra da malzemeleri yine bir araya topladık ki önümüzdeki yıl yine kullanabilelim. İlk yıl çok acemilik yaşamış ve ders almıştık. Sonraki yıllarda işimiz çok kolay oldu ve her yıl bir öncekinden iyi oluyor şenliğimiz.
İlk yıl afiş hazırlatırken "Karadeniz Ortaokulu ... Geleneksel Bahar Şenliği" yazılsın dediğimizde "1. Geleneksel..." mi yazacağız? Komik olmaz mı?" denilmişti, biz de "Bunun 2.si olacak, 5.si olacak, 10.su olacak... Geleneksel olması için bir yerden başlamamız gerek saymaya" demiştik Funda ile. Aynen de öyle oluyor. Şimdiden önümüzdeki yıl 5.yi kutlayacağız diye planlamaya başladık :)
Sayfalarca anlatsam günün coşkusunu, neşesini aktaramam gibi geliyor.
Umarım fotoğraflar benden iyi anlatmıştır :)
Yıkılmadım, ayaktayım :))))
Dün bahsetmiştim, bugün Arya'nın sınıf arkadaşları bize geldi. Ya 17 ya da 18 kişiydiler. Emin değilim :)) İçimdeki ses beni yanıltmadı ve her şey umduğum gibi yolunda gitti :) Sadece çocuklar apartman kapısından bizim eve girene dek delice bir curcuna oldu ve komşular kapıya çıkıp ne oluyor yahu falan dediler ama başka bir sorun yaşamadık :)
Minik misafirlerimiz yemeklerini yedikten sonra Arya'nın odasında biraz oynadılar, biraz çizgi film izlediler ve okula geri döndüler. Her şey çok hızlıydı :D Hepsi teşekkür ederek güler yüzle ayrıldılar. Tabi ki ben de günü kazasız belasız atlattığımız için ağzım kulaklarımda uğurladım hepsini :)
Darısı gelecekteki planlarımızın başına :)
*Reva'daki Dağların Kadını çaldı bu kez kapımı. Bu da onun hikayesi!
Öyle çok seviyordum ki onu... İlkokul beşteydim onu ilk kez gördüğümde. Çocuktum. Karşımdaki devasa adama bakakalmış kısa sürede ışığına pervane olmuştum. Sevilmeye açtım, tüm kendimi bilmezliğimle beni sevsin istiyordum. Kim bilir, içindeki sevme yetisi göz önüne alınınca sevmiştir belki de kendi çapında.
Yanında saatlerin nasıl geçtiğini anlamazdım. Öyle güzel anlatırdı ki... Hiç bitmeyen bir kitap gibiydi. Eh ben o zamanlardan vurgundum kitaplara. Oldum olası çok severdim kütüphaneye gitmeyi. Kendimi kaybederdim rafların arasında. Ne zaman kütüphaneye gitsem, çıkışta mutlaka yolu uzatır, onu görmeden eve dönmezdim. Elimde kütüphaneden aldığım kitaplar, aklımda deli hayaller... Bazen sevgilisi olurdu yanında. O günlerde güneş kaybolur, yağmur inerdi birden yeryüzüne. Anlatacaklarım boğazıma dizilir, hayallerim başka bahara kalırdı.
Lise yıllarıma geldiğimde hâlâ onu seviyordum. Boyumdan büyük laflar ediyordum. Ben büyüdüm, beni gör, beni sev demeye çalışıyordum. Görüyordu ama sevmiyordu. Kandırdım kendimi: Sevmese beni niye dinlesin? Benimle niye sohbet etsin? Niye şakalaşsın?.. Sonra bir gün - sanırım yeterince büyüdüğümü düşündüğü gün - değişti bir şeyler. O da seviyordu beni sonunda. Ya da ben yıllarca kendi kendime anlattığım masala ortak bulmuştum sonunda.
Üniversitedeki ilk yılım yollarda, şehirlerarası otobüslerde geçti. Bulduğum her fırsatta ona kaçtım. Onu sevdiğim gibi o eski, camlı sobasını da çok seviyordum. Alevleri izlemek, çıtırtıları dinlemek, karşısında uykuya dalmak... Bir oda, bir soba, bir aşk... Daha ne istersin deseler şaşırır "Daha ne isteyebilir ki insan?" derdim. Ama ona yetmiyordu. Saklamıyordu.
Hiç saklamadı gerçeği. Hiç gel dememişti, kal da demedi. Hatta bazen gitmem için bilerek kırıyordu sanki kalbimi. Ama ne zaman gidecek gibi olsam tuttu çekti en zayıf yanımdan. "Böyle sarılmak olmaz, elinin ucuyla! Elinin ayasıyla sarılacaksın. Elini göğsüme koyuyorsan, senin olduğumu hissettireceksin" dediği gün benim olabilir mi gerçekten diye bir anlığına delice sevindiğimi, içimde yanan ateşin yüzüme vurduğunu hatırlıyorum. Dedim ya çocuktum...
Zaman akıyordu ve ben büyüyordum. Hangisi daha çok acıtıyordu bilmiyorum. Sevilmediğimi bile bile sevmek mi, sevdiğine inanıyor rolü yapmak mı? Hangisi canıma tak dedi de arkamı dönüp son kez çıktım o kapıdan hatırlayamıyorum bugün.
Ben daha söylemeden anlamıştı.
- Bugün başka bakıyorsun bana. Gözlerinde beni ilk kez görmüş gibi bir şaşkınlık var. Oysa ki ilk kez görmüyorsun içimi. En başından beri biliyordun.
- Beni kandırdın demeyeceğim. Ne yaptıysam bilerek isteyerek yaptım. Beni sen kandırmadın. Ben kendi kendimi kandırıp geldim. Ama artık kandıramıyorum kendimi. Şimdi sıra sende. Sen kendini kandırmak zorunda kalacaksın. Belki şimdi değil ama bir gün anlayacaksın. Sandığının aksine sen henüz büyümemiş, hiç sevmemiş, hiç sevilmemiş, benden de sevgisiz kalmış küçük bir çocuksun hâlâ. Bir gün apansızın büyüyeceksin ve gündelik zevkler peşinde koşarken kocaman bir hayatı harcayıp bitirdiğini göreceksin. Umarım o günden sağ çıkabilirsin. Hoşçakal...
Son görüşmemiz bu oldu demek isterdim. Değildi.
Yolda karşılaştık yıllar sonra. O hâlâ yalnız ve sevgisizdi. Bense öylesine çok seviliyordum ki yılların acısını çıkarırcasına... Gözümden, yüzümden, saçımdan, başımdan hatta inanır mısınız bilmem ama tırnağımdan bile sevgi fışkırıyordu. Önce anlayamadı. Onu gördüğüm için sandı o hâlimi.Bir an yıllar öncesine döndük, ben yine ışığına pervane olacağım sandı ama gerçeği anlaması uzun sürmedi. Belki de ilk kez yenildiğini hissetti. Düştü. Kalkmaya çalıştı. Çalıştıkça daha da düştü. Farkına varmasını izlemek acı vericiydi. İkimizin de o acıya ihtiyacı yoktu oysa. Ne ben zafer kazanmış gibi hissettim, ne o pişmanlığından bir şey elde edebildi. Ortada koca bir geçmiş ve ikimiz için hiç var olmamış bir gelecek vardı. Herkes kendine reva olanı seçmişti yıllar önce. Bundan sonrası iki ayrı kitapta devam edecek ve bir daha asla kesişmeyecek iki farklı hikayeydi.
Dedim ya çocuktum...
Koşun dostlar, koşun! Sevgili Momentos bugün Radyo Momentos'ta benim blogumu tanıtmış! O kadar mutlu oldum ki anlatamam 🤗🥰
Geçen hafta başladığı ve her hafta sevdiği blogları tanıtacağı yeni podcast serisinde bu hafta 10 blog tanıtıyor Sevgili Momentos.
Dinlemek için link:
Radyo Momentos - Blog Dünyasında Bu Hafta 2
Radyo deyince severek yazdığım eski bir öyküm geldi aklıma. Arayıp buldum :)
Okumak isterseniz tıklayınız!
Dün akşam Evrim'in iş arkadaşlarıyla buluştuk. Pek keyifliydi :)
Ramazan öncesinde Evrim'le birlikte sağlıklı beslenme uzmanı arkadaşımızdan destek almaya başladık ve o zamandan beri de yediğimize içtiğimize dikkat ediyoruz. Çabamızın meyvelerini de alıyoruz tabi ki yavaş yavaş. Ama dün akşam saldık ipin ucunu biraz; gönlümüzce yedik içtik. Sofra da sohbet muhabbet de çok güzeldi. Bugün okul olduğu için biz fazla kalamadık ama o kadarı bile iyi geldi bize :)
Şuraya bırakayım hatırasını :)
Ne çok severdi şu sobayı... Ufacık camından içinde yanan alevleri izlemeyi... Beni susturup çıtırtılarını dinlemeyi... Ne evdi istediği, ne mal ne mülk... Sevilmekti tek derdi. Biliyordum ama... O zamanlar bilmediğim şey, benim sevmeyi hiç öğrenememiş olduğumdu.
Sevmiyordum. Sevemiyordum. Çünkü bilmiyordum. Onun beni sevmesini de anlayamamıştım o zaman. Yokluktan diyordum, ilgisizlikten, kimse onu umursamadığı için... Denize düşen yılana sarılıyor işte! Oysa seviyordu beni gerçekten. Yıllar sonra anladım ki beni gerçekten seven tek kadın oydu ama ben görmekte çok geç kaldım.
Şimdi şu sobanın karşısında hatırladığım her an hem mutlulukla dolduruyor kalbimi hem de sonsuz bir acı saplanıyor benliğimin derinliklerine. Hayatın en güzel hediyesi tam şuracıkta, şu sobanın önünde, üstüne 2-3 gül yaprağı serptiğim yer yatağının üstünde kollarımın arasındaydı ve sonsuza dek de kalabilirdi. Ama ben bilmiyordum. Küçük hesaplar peşindeydim, kısa günlerin kârını hesaplamakla o kadar meşguldüm ki... Bir de ne yalan söyleyeyim gitmez sanıyordum. Onu sevmediğimi görmüyor, onu aldattığımı bile bile paçamdan ayrılmıyor diyordum kendi kendime.
Bazı zamanlar gitsin istiyordum. Çünkü öyle garip bakıyordu ki yüzüme, gözlerimin içine... İçimi görüyor sanıyordum. Gidecek gibi olduğunda ise tutup çekiyordum kendime. Elini ürkekçe yanağıma koyduğunda sıcaklığını hissediyordum. "Böyle sarılmak olmaz, elinin ucuyla! Elinin ayasıyla sarılacaksın. Elini göğsüme koyuyorsan, senin olduğumu hissettireceksin" dediğimde nasıl da utanmıştı... Gülmüştüm o haline.
Ne çok gülmüştüm onunla... Cıvıl cıvıl anlattıklarına, toyluğuna, tüm beceriksizliğiyle kuyruğunu dik tutup beni cezbetmeye çalışmasına... Hiç uçurtma uçurmadığını söyleyince kalkıp kocaman bembeyaz bir uçurtma yapmıştım ona. Hiç uçuramadık. Ama o uçup gitti ellerimden üzerine gölge düşmüş beyaz bir uçurtma gibi.
Nasıl tutkuyla bağlıydı kitaplara ve yemeklere... Her gelişinde başka bir kitap olurdu elinde. Bir hevesle anlatırdı ki dinlememek ne mümkün. Öyle oburdu ki kitapları sevdiği kadar yemeyi de seviyordu. Hayatta yediğim en lezzetli şey şu sobada yaptığımız etlerdi galiba... Ellerimiz yana yana, her yerimizden yağlar damlarken kahkahalar atardık. Bir oda, bir soba, bir yatak... Tüm dünya bu kadar deseler yeterdi belki de. Ama bilemedim. Bilemedim işte. Hani hayatta bir kez ele geçen fırsatlar vardır ya bir kez kaçtı mı ne yapsan fayda etmez...
*Öyküyü Kıraç'ın "Sen Dağların Kadını" şarkısının verdiği ilhamla yazdım. Dün Pal Nostalji dinlerken sıradaki şarkı benim olsun demiştim içimden. Benimmiş gerçekten. Dünden beri dinliyorum :)
Arka balkondaki limonumuz coşmuş 🍋🧿😍
Dün radyodan - Pal Nostalji - kendime şarkı tutmuştum. Şansıma Kıraç - Sen Dağların Kadını çıktı :) Sevdim 🥰
Öncelikle herkese iyi bayramlar ❤️🍬❤️🍬❤️🍬❤️
Biz ailelerimizden ve akrabalarımızdan uzak olduğumuz için bayram telaşımız/heyecanımız fazla sürmüyor. Bugün kahvaltıya yakın arkadaşlarımıza gittik. Hopa'daki ailemiz sayılırlar. Çocuklarımızı beraber büyüttük, büyütüyoruz :) "Bayram kahvaltısı kalabalık aileyle yapılır, bize gelin" dediklerinde seve seve kabul ettim tabi ki :) Gerçekten çok keyifliydi.
Ben çocukken - muhtemelen bu satırları okuyanların çocukluğundaki gibi - sabah erkenden kalkılır, erkekler bayram namazına gider, onlar gelince kahvaltı yapılır, giyinilip bayramlaşılırdı. Büyükten küçüğe doğru el öpülür, ufaklıklara bayram harçlığı verilir ve bayram ziyaretlerine gidilirdi. Biz her bayram annem ve dayımla çıkıp en büyükten en küçüğe doğru değişmeyen bir sırayı takip ederek tüm akrabalarımızı ziyaret eder; her birinde onlarla özdeşleşmiş özel bayram tatlısını yer ve ananemin elini öpmek için bize gelecek misafirleri karşılamak için eve dönerdik.
Bizim sabah gittiğimiz akrabalarımızın yaşça anneannemden küçük olanları akşama doğru bize gelirlerdi. Ziyaretlerde yaşa dayalı bir hiyerarşi vardı yani :D
Bizde her Ramazan bayramında cevizli ev baklavası olurdu. Gittiğimiz evler içinde baklavadan sonra en çok Semiha yengemin kadayıflı muhallebisini severdim. Annemin favorisi ciciannemin baklavası olurken, dayım en çok Yaşar yengenin tulumba tatlısını ve kalburabastısını severdi :)
Bazen aynı akrabalarımızla gün içinde 2-3 yerde karşılaşır ve bu duruma birlikte gülerdik :)) İlk gün akraba ziyaretini bitirir, ikinci gün mahalle komşularımızı ziyaret ederdik. Bu ziyaretler içinde favorim ise Sultan teyzelerdi. O kadar sıcak, o kadar samimi o kadar huzurluydu ki evleri...
Arya'nın da böyle anıları olmasını çok istiyorum ama akrabalardan uzak bir şehirde bu zor. Yine de sabah giyinip bayramlaştık, Arya'ya harçlık verdik. Özlemlerde de kahvaltıdan önce bayramlaştık, çocuklara harçlıklar verildi. Kahvaltıdan sonra Arya, Ata ve Deniz Ada el ele tutuşup şeker toplamaya, pardon komşularla bayramlaşmaya çıktılar :)))
Son günlerde bloglardan o kadar çok yeni şey öğrendim ki yazmasam ayıp olur.
Leylak Dalı sayesinde yeni bir kelime öğrendim: "şüreka". Anlamı için üşenmeyip Momentos'un "Bir Kelime" serisine gidelim lütfen :)
Sevgili Buraneros'tan, takip ettiğim blogların güncel yazılarının takip listesinin en üstünde çıkması için yapılması gerekeni öğrendim. Açıklama şu yazının yorumlar kısmında.
Yine Buraneros'tan yorum yaparken yaşanan "Oturum Aç" ve yorumun "Anonim" gözükmesi sorununun çözümünü öğrendim. Çözümü şu yazının yorum bölümünde Sevgili Buraneros anlattı.
Blogger'ın mobil uygulaması olduğunu Gülten'den öğrendim. Uygulamayı indirdim, deniyorum.
Nuh'un Gemisi isimli muhteşem radyo programını ve süs elması ağacının ismini "Her Güne 3 Güzel Şey"den öğrendim. Şu an büyük bir keyifle dinliyorum.
Sevgili Momentos'tan 2 yeni blog öğrenmekle kalmadım, Tarık Akan'ın hayat hikayesini ve "Yalnızca Kanatlarına Güven" şiirini de öğrendim. Şiiri üst üste kaç kez dinlediğimi bilmiyorum.
Yazıyı Nuh'un Gemisi'nin aşağıdaki muhteşem Fransızca Şarkılar seçkisi eşliğinde okuyun lütfen :)
*Tek bir yazı içinde bu kadar link biraz fazla biliyorum ama ne yapalım bu kez böyle oldu :D
Bu akşam bir elimde kitabım, bir elimde sıcak çikolata ile tam kendi kendime "Huzur bu işte" derken telefon çaldı ve kardeşim ağla...